ediüzzaman Said Nursî Hazretleri, dünyanın üç yüzünden bahseder. Biri âhirete, biri Allah’ın isimlerine ve üçüncüsü de dünyanın fani yönüne bakar.
Üstadın bahsettiği üçüncü yüz, Âl-i İmran Sûresi’nin 15. âyetinde şöyle tarif edilmektedir: “İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, davarlar, ekinler kabilinden aşırı sevgiyle bağlanılan şeyler çok süslü gösterilmiştir. Halbuki bunlar dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeylerdir. Oysa varılacak yerin (ebedî hayatın) bütün güzellikleri Allah katındadır.”
Âyette “..dünya hayatının geçici faydalarını sağlayan şeyler..” üçüncü yüz olarak gösterilmiştir. Bunlara karşı nasıl davranılması gerektiği ise, Ankebut Sûresi 64. âyette bildirilmiştir: “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”
Peki yalnızca ahiret için mi çalışacağız? Dünyada bulunmamız itibariyle herhangi bir dünya işimiz olmayacak mı?
Bu soruya da Rabb-i Rahîm’imiz, Kasas Sûresi 77. âyette şöyle açıklama getiriyor: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) Ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.”
İşte dünya için çalışmada ölçü!
Allah (cc), eğer insanlar bu şekilde davranmazsa olabilecekleri de Ta-Ha Sûresi 124. âyette şu şekilde bildiriyor: “Her kim de benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu Kıyamet günü kör olarak haşrederiz.”
Peygamber Efendimizde (asm) bu konu üzerinde durmuş, özellikle biz ümmeti hakkında korkularını dile getirmiştir: “Korktuğum şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve zinetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.)”1
“Ben bundan sonra sizin hakkınızda fakirlikten korkmuyorum. Aksine sizden evvelki ümmetlerin önüne dünyalıklar serilip birbirleriyle yarıştıkları ve onları helâk ettiği gibi sizin önünüze de serilip çekişmenizden ve sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”2
Bu korkularını belirttikten sonra da şu ikazı yapmaktadır: “Altına, gümüşe, kumaşa, elbiseye kul olanlar helâk olsunlar. Zira onlara verildiğinde razı olurlar, verilmezse olmazlar.”3
Zamanımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî, Birinci Mektub’da geçen Dördüncü Suâl’e verdiği cevapta şunları söylüyor: “Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zevâl ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşrû mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.”
İşte, insan “..nefsini unutup, hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyâtla ona sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâkî esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati bir sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir.”4
Üstad Said Nursî aynı konu üzerinde bir başka yerde ise artık konuyu iyice açıklığa kavuşturuyor, “..dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyâtlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyâtı şiddetli bir sûrette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”5
Peki, nasıl davranmalıyız ki bu konuyu gerçek anlamıyla anlamış olalım?
Bunun için, biz insanlar, “insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etsek ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransak, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etsek, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar oluruz.”6
Demek dünya-ahiret dengesini iyi kurmak gerekiyor.
Dipnotlar:
1- Buhari, 47, Müslim, 121-122
2- Buhari, Cenaiz, 72; Menakıb 25; Müslim, Fezâil 30-31
3- Buhari, Cihad 70
4- Mektubat, 1. Mektub
5- Mektubat, 9. Mektub
6- A.g.y.
21.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|