angi ülkede yaşadığınızı sorsalar, hemen “Müslüman bir ülkede” yaşadığınızı söylersiniz. Belki de “Şüpheniz mi var?” diye ilâve edersiniz.
Gözünüzü bir an hiç bilmediğiniz bir ülkede açtığınızı düşünün. Ne yaparsınız? O ülkenin Müslüman olup olmadığına nasıl karar verirsiniz? O ülkenin Müslüman olduğunu nasıl anlarsınız veya anlatırsınız?
Bunun için önce görünen delillere yönelirsiniz. Her halde önce camileri, minareleri, okunan ezanları, tesettürlü hanımları, mezar taşlarını aramaya başlarsınız. Sonra mevsimine göre Ramazan orucunu, bayram namazlarını, Cuma namazlarını, yağmur namazı ve duâlarını, hüsuf ve küsuf namazlarını, tekbirleri sıralarsınız. Peki, bunlar nedir?
Bunlara kısaca şeair-i İslâmiye veya İslâm’ın sembolleri diyoruz.
Şeair-i İslâmiye sözlükte, İslâmın sembolleri, işaret ve belirtileri demektir. Müslümanlara ait kurallardır. Şeâir-i diniye ve şeair-i İslâm sözleri de aynı anlamda kullanılmaktadır. Allah’ı anmak (Allahu Ekber), hutbe, Ramazan orucu, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet (başörtüsü) gibi semboller Şeâir-i İslâmiyeye örnek gösterilebilir. Bir bakıma şeair-i İslâmiye, bütün Müslümanları ilgilendiren meseleler ve alâmetlerdir.
Bediüzzaman,“Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir” der. O, şeâirin günümüz diliyle kamu hukuku olarak ifade edilebilen “hukuk-u umumiye nev’înden, cemiyete ait bir ubudiyet” olduğunu da belirtir. Yine Bediüzzaman, “Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur” derken şeâirin sorumluluğunu İslâm toplumuna yaymaktadır.
Said Nursî’nin, Şeâir-i İslâmiyeye verdiği önemi şu örnekte daha iyi görürüz: İstanbul’daki çok önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Türk Milletine pek çok menfaatleri dokunduğunu gören Ankara hükûmeti, Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya dâvet eder. M. Kemal, şifre ile dâvet etmiş ise de, cevâben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek önce reddeder. Üç defa şifre ile ısrarla dâvet edilir. Said Nursî, eski Van Valisi, dostu milletvekili Tahsin Bey vasıtasıyla dâvet edildiği için, en sonunda Ankara’ya gitmeye razı olur. 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar önce trenle Ankara’ya gelir. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından coşkuyla karşılanır.
9 Kasım 1922 günü ise, mecliste devlet töreniyle ve alkışlarla karşılanır. Bu samimî ve candan karşılamaya rağmen Bediüzzaman Ankara’da umduğunu bulamaz. Bir süre sonra Ankara’dan ayrılır. Millet Meclisinde dîne karşı gördüğü ilgisizlik ve batılılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî, tarihî övünç kaynağı olan şeâir-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, milletvekillerinin ibadete, özellikle namaza devam etmelerinin lüzûm ve ehemmiyetine dair on maddelik bir beyanname neşreder ve milletvekillerine dağıtır. Bu beyannamede ilk millet meclisinde hem milletvekillerine, hem hükümete, dolayısıyla millete uyulması gereken prensipler sıralanır. Adı geçen beyannameyi Kâzım Karabekir Paşa, M. Kemal’e okur.1
Beyannamenin 2. maddesinde “Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız” diyerek Kurtuluş Savaşındaki başarının sonuçlarına dikkat çeker. İslâm âleminin sevgi ve teveccühünün devam etmesi için “Şeâir-i İslâmiye”ye uyulmasının ne kadar gerekli olacağını belirtir. Çünkü Müslümanlar bu milleti İslâmiyet hasebiyle sevmektedirler.2
Said Nursî, beyannamenin sonunda, yapılacak inkılâpların temel taşlarının sağlam olmasının gerekli olduğunu da ifade eder. Meclisin şeair-i İslâmiyeye uymasının ne kadar önemli olduğuna vurgu yapar. Harice karşı kazanılan iyilik, dâhildeki fenalıkla bozulmamalıdır. Çünkü bizim ebedî düşmanlarımız ve hasımlarımız İslâmın şeairini tahrip etmektedirler. Yine Said Nursî, meclisin zarurî vazifesinin, şeâiri ihya ve muhafaza etmek olduğunu hatırlatır. Aksi davranışları, “şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım etmek” olarak değerlendirir. Zira şeâirde ilgisizlik ve tembellik milliyetin zaafını gösterir. Zaaf ise, düşmanı durdurmaz, belki cesaretlendirir.
Bediüzzaman daha sonra yazdığı Risâle-i Nur eserlerinde şeâir-i İslâmiye üzerinde çok durur. Yukarıdaki görüşlerini zaman zaman devlet idarecilerine mektuplar yazmak suretiyle de hatırlatır.
Bediüzzaman, şeâiri, İslâm’ın cilt veya derisine benzetir. Meselâ, nasıl ki bir hayvanın derisi veyahut bir meyvenin kabuğu soyulsa, geçici bir zarafet gösterir. Fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî, paslı, kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, kokuşur. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki İlâhî ve nebevî tabirler, hayatlı ve sevablı bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, mânâlarındaki nuraniyet, geçici olarak bir derece çıplak görünür. Fakat ciltten uzaklaşmış bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar. Karanlıklı kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır.
Günümüzde özel ve kamu hukuklarından bahsedilir. Bediüzzaman da bu tasnifi kabul etmekle birlikte kamu hukukunu “hukukullah” sayar. Şer’î meselelerden bir kısmının şahıslara, bir kısmının da umuma taalluk ettiğini benimser. Herkesi ilgilendiren meseleleri “şeâir-i İslâmiye” olarak ifade eder. Bu şeâirin herkese taallûku cihetiyle, herkes onda ortaktır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en küçüğü (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya bütün İslâm Âlemine taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün İslâm büyüklerinin bağlandığı o nurânî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Bunları yapmaya çalışanların zerre kadar şuurları varsa korksunlar ve titresinler!
Şeâir-i İslâmiyede ubudiyet saklıdır. Said Nursî, şeâir meselelerini iki gruba ayırır:
1. Taabbüdî. Bu tür meseleler aklın muhakemesine bağlı değildir, Allah emr ettiği için yapılır. Uymak zorunluluğu vardır. Allah’a kul olmanın şartıdır. İlleti, emirdir: Beş vakit namaz, zekât ve oruç gibi.
2. Mâkulü’l-mânâ. Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine tercih edici olmuştur. Emr edilmesinde faydalar veya yasaklanmasında zararlar olabilir. Faydalarını elde etmek, zararlarından korunmak için yapılmaz. Çünkü hakikî illet, Allah tarafından emr edilmesi veya yasaklanmasıdır.
Hikmet ve maslahat şeâirin taabbüdî kısmını değiştiremez. Taabbüdîlik yönü tercih edilir; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat ve fayda gelse onu değiştiremez. Öyle de, “Şeâirin faydası yalnız malûm maslahatlardır” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir: Ezan örneğinde olduğu gibi.
Müslümanların dillerinden düşürmedikleri bir söz var ki, onu duyduğunuz zaman o kişiye hemen ısınırsınız. O söz “Bismillahirrahmanirrahim”dir. Çünkü “Bismillâh her hayrın başıdır”.3 Müslümanlar hayırlı işlerine besmele ile başlarlar. İnanan insan hayatının her anında Allah’ı hatırlar ve O’na dayanır. Allah nâmına verir. Allah nâmına alır. Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almaz.
Said Nursî, Şeâir-i İslâmiye konusunda güzel bir tesbit yapar: “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister.”4
Bediüzzaman Said Nursî, şeâir-i İslâmiyenin büyüklerinden kabul ettiği Ramazan-ı Şerifi “şeâirin içinde en parlak ve muhteşemi” olarak ifade eder.5
Risâle-i Nur, bin seneden beri yapılan tahribâtı tamir etmeye çalışıyor. Risâle-i Nurun yaptığı vazife oldukça büyüktür. Asırlardır devam eden tahribatı tamir ediyor. Said Nursî’ye göre Risâle-i Nur’un yaptığı görevler şöyle sıralanmaktadır: “Küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”6
Özetlemek gerekirse, Risâle-i Nur’un vazifesi büyük bir tahribâtı ve İslâmı içine alan büyük bir kaleyi tamir etmek, asırlardır müfsit âletlerle yaralanan kalpleri, kamuoyunu, vicdanları Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tamir etmektir. Bunun sonuçları meydandadır, isteyen görebilir.
Şeâir-i İslâmiyenin parlamasına yardım edenlere tebrikler!
Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şeair-i İslâmiyenin ihyasına çalışmış ve çalışanları tebrik etmiş, muvaffakiyetleri için de duâ etmiştir. Uzun yıllar ülkemizde yasaklanan ezanın aslıyla okunmasını bayram olarak kabul etmiştir. Bu mânâda Demokrat Partiyi ve özellikle Başbakan Adnan Menderes’i tebrik etmiş ve “Bu memlekette şeâir-i İslâmiyenin yeniden parlamasının bir müjdecisi olan ezan-ı Muhammedînin (asm) kemâl-i ferahla on binler minarelerde okunmasını” bu memleketin ve İslâm âleminin önemli bayramlarının başlangıcı olarak görmüştür.7
Bediüzzaman başka bir mektubunda “Demokratların zamanında madem ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi şeâir-i İslâmiye ile Kur’ân’a hizmet ve eskilerin Kur’ân zararına tahribatları tâmire başlanılmış” demekle din derslerini de şeâir içinde zikretmiştir.8
Risâle-i Nur’da “Milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır” denilerek dayanak noktası olarak İslâm birliği gösterilmektedir. Anarşistliği netice veren komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik gibi tahrip edicilere karşı yine İslâm birliğinin dayanabileceği belirtilmektedir. Yine Risâle-i Nur’da, Demokratlara “Bir ezan-ı Muhammedînin (asm) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet” kazandıkları belirtilerek milleti kendilerine ısındırdıkları ve minnettar ettikleri ifade edilmektedir. Aynı mektubun sonunda mevcut hükümetin şeâiri ihya etme gerekçeleri şöyle sıralanmaktadır: “Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir”9
Şeair-i İslâmiye bütün Müslümanları ilgilendiren ortak meselelerdir. Kişiler kendi keyiflerine göre hareket edemezler. Bir gemide yolculuk yapan insanları düşünün. Alt katta yolculuk eden kişi denizi görmek bahanesiyle gemiyi delmeye çalışsa ne yaparsınız? Neme lâzım deyip gözünüzü yumar mısınız? Gemi su almaya başlayınca en az onunla birlikte batacağınızı düşünüp karşı çıkmaz mısınız? Müslümanlar aynı gemide seyahat eden yolculardır.
Şeâirin küçüğü büyüğü olmaz. Bazen küçük gördüğümüz şeâir büyük sonuçlar verebilir. Şeair bir cihette İslâmın zırhıdır, kalesidir. Kalenin savunulmasında gösterilecek zaaf, kalenin elden çıkmasına sebep olabilir.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s.124
2- Aynı eser, s.125
3- Sözler, s. 11
4- Mektubat, s. 386
5- Aynı eser, s.387
6- Şuâlar, s. 163
7- Emirdağ Lâhikası, s. 267
8- Aynı eser, s. 270
9- Aynı eser, s. 271
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|