Kıymetli bir ağabeyim dikkatini çeken bir yazı ile ilgili ikaz göndermiş. Bu yazıda bir Radikal yazarının ‘tanrıyı sevmek’ isimli şu yazısı alınmış.
Radikal yazarı Türker Alkan, “İnsanların neden Tanrı’dan korktuklarını anlayabiliyorum da, nasıl olup da Tanrı’yı sevebileceklerini anlayamıyorum” diyor yazısında.
“Tanrı, korkulacak kadar büyük ve güçlü, fakat sevilecek kadar küçük değil” ifadesini kullanan Alkan, “Kutsal kitapların hepsinde Tanrı’nın ne kadar cezalandırıcı olduğu anlatılır. Evet, affedici yanı da vardır, ama eğer ibadetini düzgün yaparsan, kurban kesersen, Tanrı’ya iman edersen, tövbe edersen... Koşulsuz bir sevgi yok. O kadar güçlü olan Tanrı beni sevmek için bu kadar koşul ileri sürüyorsa, bu kadar zayıf ve şaşkın olan insanın Tanrı’yı koşulsuzca sevmesi mümkün müdür? İnsan Tanrı’dan koşulsuz olarak korkabilir, ama koşulsuz olarak sevebileceğini sanmıyorum” ifadelerini kullanıyor.
Alkan yazısını şöyle sürdürüyor:
“Genellikle her şeyin küçüğü sevilir. Ve ‘bilinçli sevgi’ son derece ‘beşerî’ bir duygudur.
‘Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü’ deyiminin bana asıl yanlış gelen yönü şudur: “Bu anlayış, Tanrı sevgisini, insan sevgisinin bir önkoşulu yapmaktadır. Yani insanların ‘insan olarak’ bir değeri, sevilecek bir yanı yoktur, ancak Tanrı’ya inandığımız, Tanrı’yı sevdiğimiz oranda insanları sevebiliriz!” anlamı çıkıyor ki, bu bana yanlış geliyor.
***
“En doğrusu belki de insanları insan olduğu için sevmektir. İdeolojileri ve Tanrı sevgisini işin içine karıştırmadan.”
***
Alkan’ın tanrı diye ifade ettiği varlık eğer bizim inandığımız Allah ise yani Âlemlerin Rabbi ise, o Zat-ı Mukaddes’i sevmemek ancak tanımamak ile mümkün olabilir. O’nu tanıtan kâinatın yaratılışındaki temel maksadın sonsuz cemal ve kemalin kendini görmek ve göstermek istemesi sırrı olduğunu bilir. Bu maksat ise varlığı gerisindeki kuşatıcı sevgi ifadesinin ana kaynağıdır. Yine O’nu tanıyan her an varlığın tamamına ulaşan hediyelerinin farkında olur ve bu durumda en alt düzey kadirşinaslık gereği Rabbi’ni sevmesi gerektiğini düşünür. Bu sığ soruları sorabilmesi için kullandığı beynin ve o an aldığı nefeslerin ve dakikada 70 kez atan kalbinin karmakarışık sistem içinde kuşatıcı bir irade olmaksızın mümkün olmadığını anlayabilecek noktaya geldiğinde her an ‘koşulsuz’ olarak gönderdiği nimetlerin nasıl bir karşılıksız ve mukaddes, sonsuz bir tahammül içinde gönderildiğini anlar. Evet, kendisine karşı edep sınırlarını son derece aşanlara karşı dahi hediyelerini ve nimetlerini ulaştırmaktan geri durmayan bir Zat-ı Mukaddes’i sindiremeyen akıl öncelikle akıl olma noktasında kendini sorgulamalıdır. Tanımadığı bir zatı sevmek veya sevmemek noktasında ortaya konacak hükümler elbette havada kalacaktır. Sevginin beşerî bir duygu olduğunu iddia etmek ise eşyanın gerisindeki kuşatıcı maksadı, cemal ve kemal kavramlarını bilmemenin bir yansıması olabilir. Yaratan’dan bağımsız olarak tanımladığınız bir insanı ne ile tanımlayıp niçin seveceksiniz ve sevme duygusu kim tarafından ne şekilde oluşturulacak?
Varlığın aslı ve alt yapısını oluşturan temel faktör muhabbet olmalı. Kevnler yani varlıklar ya da kâinat sonsuz bir cemalin yani her tarafı kuşatan güzelliğin şuurlara yansıtılması ise eşyanın özünü de güzellik kavramı şekillendiriyor demektir. Güzelliklerin en safı ve bütün âlemi kuşatan soyutlukta olanı ise iman olmalıdır. Bu güzelliklerin iman penceresinden yansıdığı ruhlar, tarifi imkânsız bir ilâhî neş’e, varlıkla
aynı ritmi paylaşmanın muhteşem hazzını yaşarlar.
Bu duyguların zirveye çıktığı anlar ise kullar ve Yaratıcı arasındaki muhabbet lisanı olan kâinatın dönüm noktası kabul edilebilecek anlar üç aylar ve mübarek geceler gibi anlardır. Bu günlerde varlığın özünü teşkil eden muhabbetin ruhlardaki titreşimi daha belirginleşir ve bütün kalpler Samed’e ayineliği daha belirgin hissederek Ezeli Güneş’in kalpleri ısıtan sıcaklığına mukabil olurlar. O’nun muhabbetinden kaynaklanan sıcaklık yürekleri ısıtır. Öyle ki, o yüreklerde birer pas ve tortu şeklinde yerleşmiş kırgınlıklar, kin ve nefretler erir ve zaman zaman yanaklardan süzülen ılık gözyaşı damlalarına dönüşerek akıp giderler.
Sosyal hayatta, aile ilişkilerinde ve dâvâ adamlarının omuz omuza yürüdükleri yollarda fındık kabuğunun bir köşesinde tortu şeklinde bulunan hissî yaklaşımlar bu dönüm noktalarında gerçek kimliğine bürünür ve gözü karartan, kalbi boğan konumlarından uzaklaşırlar. Bugünlerdeki kucaklaşmalarla kırgınlıkların oluşturduğu ayrı düşmüşlük duyguları yerini dâvâ arkadaşları ve tek kalple algıladıkları kâinatın bütün zerreleri ile bütünlük ve muhabbete terk eder. Özellikle bu günlerde büyüklüğü ile kâinatı kuşatan ve muhabbetini ruhlarda yansıtmayı irade eden âlemlerin Rabb’ini anlamak üzere, O’nun güzelliklerini bütün âleme ilân etmek gayesi ile bir araya gelmiş toplulukların muhabbeti daha belirgin yaşaması ve O’nun sonsuz sevgisine parlak bir ayine olmayı hedeflemesi belki de böyle günlerin en önemli sonucudur.
Ruhları saran sıcaklığı ile kendini daha belirgin şekilde hissettiren Rahman-ı Zülcemal’in arzusu doğrultusunda bütün zerrelerimiz muhabbetin sıcaklığı ile titreşsin. Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan nuranî topluluğun fertleri muhabbetin en katıksız ve karşılıksız şekli olan şefkati önce birbirlerine karşı hissetsinler. O muhabbetin sıcaklığını bütün İslâm âlemine ve insanlığa yansıtsınlar. Kırgınlıklar, küskünlükler ve kasveti ile ruhları boğan mü’min kardeşine ve hatta dâvâ arkadaşına düşmanlıklar yok olsun. Bir kâse-i fağfur hükmünde olan ruhlarda manevî atmosferin lâhutî dokunuşu ile oluşan muhabbet avazı hiç susmadan ezelî muhabbetin sonsuzluğu ile buluşsun ve ebeden devam etsin.
24.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|