"Gerçekten" haber verir 24 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

Satır aralarında kalanlar…



Gündemin hayhuyu arasında birçok önemli konu kayboluyor. Birçoğundan ya kamuoyunun haberi olmuyor ya da satıraralarında geçiştiriliyor.

Meselâ Avrupa Yahudi örgütlerinin en büyüğü olan Avrupa Yahudi Kongresi (EJC-Europan Jewish Congress) yöneticilerinin 27–28 Ekim’de Türkiye’yi ziyaret ettikleri, “yandaş” ya da “karşıt” hiçbir medya organında yer almamış.

Avrupa Yahudi Kongresi Başkanı Moshe Kantor, yardımcısı Aryeh Zuckerman, Genel Sekreteri Serge Cwajgenbaum ile Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya’nın katıldığı görüşmelerin, Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın “günlük programları”nda yer almaması, esrârengiz ziyaretin ilk sinyali olmuş.

İSRAİL’E KOLAYLIKLAR VE İŞBİRLİĞİ

EJC’in kendi yayınlarında duyduğu görüşmelerde, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeYahudiler ile Ortadoğu ülkeleri arasında köprü işlevi görmesi ve antisemitizme karşı neler yapabilecekleri ele alınmış. Türkiye’nin İsrail ile “örtülü işbirliği”nin Ortadoğu’da İsrail’e sağlayacağı kolaylıklar üzerinde durulmuş.

En ilginci ise İran’ın nükleer silah birikiminin engellenmesi için Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’nde çaba göstermesine ilâve olarak, Başbakan’ın Yahudi komitesi ile Türkiye’nin AB üyesi ülkeleriyle birlikte pratik yollar bulma konusunda uzlaştığı ve bu amaçla çalışacağını söylemesi olmuş.

Cumhurbaşkanı Gül’ün ise, Yahudi heyetinin düzenlediği Hoşgörü ve Barış İçin Avrupa Konseyi ve Nükleer Felaketin Önlenmesi için Uluslararası Lüksemburg Forumu çalışmalarına delege gönderilmesi önerisini kabul ettiğiymiş…

Keza, Kültür Bakanı Günay’ın Yahudi teşkilâtlarının uyarısı ile bu yayınlara tepki göstermesi ve engelleneceğini söylemesine ve Gül’ün bu kitapların tamamen yasaklanmasını istemesine atıfta bulunan haberde, Gül’ün Türkiye’de çıkan Yahudi aleyhtarı yayınlardan rahatsızlığı aktarılmış. Gül’ün Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye bölümünde bulunan Yahudilik üzerine kitapları ve bu kitaplara Kültür Bakanlığı’nın verdiği tepkiyi hatırlatılmış.

“Odatv.com”daki bir yazıda, Avrupa Yahudi Komitesi’nin Dışişleri Bakanı ile de görüştüğü ve Bakan Babacan’ın da “sıcak mesajlar” verdiği; heyetin Türkiye’deki görüşmelerden oldukça memnun ayrıldıkları, komitedekilerin ifadelerine dayanarak belirtilmiş.

Görüşmelerde, Türkiye’nin “ılımlı İslam ülkesi modeli” olması ifadesinin geçtiği; Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın bu ifadeye itiraz etmediği; Yahudilerin Türkiye’deki yayın organı Şalom ve Herald Tribune gazetelerinde yer aldığının not edilmesi de bir başka ilginç ayrıntı…

OLAYLARIN KARANLIKTA

KALAN PERDE ARKASI…

Son haftaların bilinmezlikleri bunlarla bitmiyor. Başbakan’ın Amerika ziyareti öncesi İstanbul’daki bazı gazeteciler ve akademisyenlerle bir araya geldiği “gece ziyâfeti” de sözkonusu “bilinmezliklere” yenilerini ilâve etti.

Geceye katılan bir gazetecinin “içkili hali” ve iki kadın gazeteci ve akademisyenin tartışmasıyla magazine dönüşen Taksim Sıraselviler’de AKP milletvekili Nursuna Memecan’ın evindeki yemekte konuşulanlar da satır aralarında kaldı.

Medyada Başbakan’ın, “çok keyifli olduğu, konuklarla tek tek ilgilendiği, havadan, sudan, futboldan konuşulduğu, palamut şiş yendiği ve isteyenin şarap içtiği” bilgileri bol bol verildi; lâkin toplantıda neler konuşulduğu bir türlü öğrenilemedi.

Tıpkı geçtiğimiz yıl dünyaca ünlü dolar spekülatörü Macar Yahudisi Amerikalı George Soros’un Türkiye temsilcisi olarak bilinen Can Paker’in evinde bazı gazetecilerle yaptığı yemekli toplantının bir türlü anlaşılamayan mâhiyeti gibi karanlıkta kaldı…

Ya da Fehmi Koru’nun, “Obama gibi geldiler, Bush gibi odular”; kısacası “Bushlaştılar” iddiasına “Sevsinler seni! Yazıklar olsun!” tepkisini veren Başbakan’a örtülü cevaptaki ifâdeler gibi. Gerçekten “Bu da Tayyip Erdoğan’ın üslubu, eleştiriyi böyle cevaplıyor” cümlesiyle karşılık veren Koru’nun, “fazlaca üzerinde durulmamalı, alışığım” deyip geçiştirmesinin ardındaki şifreler de çözülmedi.

Bunun gibi, “Kamu mallarını en yüksek fiyata sattık diye eleştiriliyoruz” diyen TMSF Başkanı’nın, AKP’li yöneticilerin “Ertürk haddini aşmıştır” uyarısı üzerine “Bunu kastetmemiştim” diye çarketmesinin arka plânı da anlaşılamadı.

Yine geçen yılbaşında başta Tarkan’ın “metamorfoz”undaki birkaç şarkısına olmak üzere sanatçılara bir gece için bir buçuk trilyonu veren TRT’nin her yıl olduğu gibi, 2009 Erovizyon şarkı yarışması için seçtiği “Hadise”ye yarım milyon YTL verecek olması da satıraralarında kayboldu…

Bu arada Başbakan’ın Washington’da dalga dalga dünyayı vuran küresel krize karşı G-20 zirvesine katıldığı bir sırada, Cumhurbaşkanlığında “kurumsal kimlik oluşturarak Köşk markası” çalışmasının yapılması da, satır aralarında kalan bir diğer ilginç olay oldu.

Cumhurbaşkanı ambleminin en estetik haliyle tuzluktan, bardaktan kartvizite basılmasına kadar “yeni kimlik arayışı” için sekiz aydır toplantıların yapıldığı; Hayrünnisa Hanım’ın da zaman zaman kullanabileceği kâğıt ambalajı ve benzeri ürünlere ihtiyacını karşılamak amacıyla Nursuna Memecan’ın da yakından ilgilendiği “imaj projesi” hakkında bizzat Köşk’ün Genel Sekreteri’nce açıklama yapması, halkın ekonomik krizle kıvrandığı bir süreçte doğrusu dikkat çekti…

Gündemin gürültüsü arasında kalanlar, satıraralarında kaybolanlar bazen daha önemli oluyor…

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Komşunuz ‘tünel’ kazarken...



Dünyaya ve insanlığa rağmen Filistin’i ‘açık cezaevi’ne çeviren İsrail, Birleşmiş Milletler’in (BM) “Gazze’ye ablukayı kaldır” şeklindeki ikazlarına da kulak asmıyor.

Aslında bu konu İsrail’de içten içe bir tartışmanın sebebi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert, son günlerde yaptığı çeşitli açıklamalarda ‘İşgal öncesi topraklarımıza dönelim, Filistinlilerle barışalım’ anlamında sözler sarf ediyor. Samimî olup olmadığı tartışılır, ama gelinen noktada böyle bir açıklamaya mecbur kaldığını söylemek de mümkündür.

İslâm dünyası, dünyayı da sarsan krizle meşgul olurken, ‘komşu’sunu unutmuş görünüyor. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” Hadis-i Şerifini bilen insanların, Filistin’de yaşanan sıkıntılar karşısında tepkisiz kalması mümkün müdür?

Tabiî bunun için Filistin’de neler yaşandığını bilmemiz gerekir. Ne yazık ki haber ağları da belli mahfillerin elinde olduğu için, ‘komşu’larımızın yaşadığı ciddî sıkıntılardan zamanında ve yeterince haberdar olamıyoruz. Meselâ, Gazze’de yaşayan Filistinliler, uygulanan İsrail ambargosu sebebiyle bir anlamda ölüme terk edilmiş durumda. Ara sıra gazetelerde yer alan haberlere göre, en zarurî ihtiyaçlarını Gazze’den Mısır’a doğru kazdıkları ‘tünel’ler yoluyla temin edebiliyorlarmış. Şaka ve magazin değil, ciddî bir insanlık dramıyla karşı karşıyayız: Resmen açık bir cezaevi haline getirilen Gazze’de yaşayanlar, onlarca, yüzlerce ve belki de binlerce ‘tünel’ kazarak sınırı aşıyorlar ve Mısır’dan aldıkları malları aynı tüneller yoluyla Gazze’ye taşıyorlar.

Taşıdıkları arasında her türlü zarurî ihtiyaç var: Ekmek, tüp, giyim eşyası, masa, kasa velhasıl, hayatı devam ettirebilmek için her şey...

Akla şöyle bir soru gelebilir: Niçin tünel kazıyorlar ki? Gitsinler, sınır kapısından Mısır’a geçsinler ve oradan istedikleri kadar malı ‘ithal’ etsinler!

Tabiî normal şartlarda olması gereken bu. Fakat İsrail’in uygulamaları sebebiyle sınır kapılarından Mısır’a geçme imkânı yok, yasak. Dolayısıyla bu yolla ‘ithalat’ da mümkün değil. Geriye ne kalıyor: Çok affedersiniz, köstebek gibi yer altından tünel kazarak Mısır’a geçmek ve hayatta kalabilmek için oradan ihtiyaçları karşılamak...

Peki, Filistinliler bütün bu zorluklarla boğuşurken, komşuları olan bizler ve bütün bir İslâm dünyası ne yapıyoruz? Bırakalım yardım eli uzatmayı, ciddî mânâda nasıl bir sıkıntı çektiklerinden de haberdar değiliz. Haberimiz olsa belki duâ ederiz!

İsrail’in Filistinlilere reva gördüğü bu zulüm karşısında sadece İslâm dünyasının değil, bütün bir insanlığın itiraz etmesi, karşı çıkması lâzım. Bunun için de önce orada neler yaşandığından haberdar olmalıyız. ‘İfsat şebekeleri’ haber ağlarını da ellerinde tutarak, Filistin’de yaşanan çilenin bilinmesine, duyulmasına engel oluyor.

Bu fasit daireyi kıralım ve başta Filistinli kardeşlerimiz olmak üzere bütün ‘komşu’larımıza yardım edelim. “Komşusu açken (kendi) tok yatan bizden değildir” ikazını, “Komşusu tünel kazarak hayatta kalmaya çalışırken, rahat koltuğunda oturarak TV kanalları arasında ‘zap’ yapan bizden değildir” şeklinde de anlayabiliriz...

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Hakikatin gür sesi Yeni Asya



Bu hafta da İzmir-Bornova’dan kadîm ve vefakâr okuyucumuz Ömer Öçalan’ın hepimizi şevklendirip hislendiren mektubunu paylaşalım:

Ben Yeni Asya gazetesini Risale-i Nur ve camiasıyla birlikte tanıdım. Bana da Yeni Asya verirdi bir ağabeyimiz. Ben de gazetenin çoğu yerini okurdum. O gençlik yıllarında arayış içindeydik. Demokratlığı, insan hak ve hürriyetlerini, ihtilâlleri, baskı rejimlerini, memleket üzerine oynanan oyunları ve daha birçok meseleyi hep Yeni Asya’dan öğrendim. İhtilâl ve muhtıra dönemlerini de gördüğümüzden, hürriyetleri kısıtlayan ihtilâlcilerin alkışlandığı veya tamsiper olunduğu dönemlerde Yeni Asya bir arslan kesilir, haksızlığa karşı durur, her zaman hakkı savunurdu. Ben de onu tebrik eder, “Allah senden razı olsun hakikatin gür sesi” derdim.

Yeni Asya, okuyucusuna şahsiyet kazandırır, eğer ülkenin gündemindeki meseleler ülke yararınaysa, kimin vasıtasıyla olursa olsun, ona sahip çıkar. Hele hürriyetlerle ilgiliyse, o zaten onun sevdasıdır. Çünkü Üstadı “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demiştir. Eğer hürriyetlerin kısıtlanmasına tevessül edilirse, o zaman karşısında kim olursa olsun, onun zalimliğini yüzüne haykırır. O münkerin def edilmesi için mücadele eder, “Adam sen de, aldırma” demez, aldırır. Tekme yer, tokat yer, fakat hakkı tutar, kaldırır. Çünkü Üstadından öyle görmüş.

Hadiselere Risale-i Nur gözlüğüyle bakar, herşeyi Risale-i Nur’un şaşmaz ölçüleriyle tartar. İman edip salih amel işlemek ve hakkı tavsiye etmek olan Sahabe mesleğinin takipçisidir.

Kimse onun için “Gücü ve tirajı ne ki?” de-meye kalkmasın. Zerre de olsa, eğer hakka dayanıp hakkı savunuyorsa, o çok güçlüdür. Ebabil kuşları da zayıftı, fakat hakkın mesajıyla geldiği için zalimleri mahvettiler. Haktan ayrılıp ihtilâlcilere alkış tutan bazılarının tirajı çokmuş, ne kıymeti var? “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” der Risale-i Nur.

Bir kardeşimiz hastalanmıştı, imkânları da kısıtlıydı. Böyle durumlarda hemen tedbir alınır, masraflar kısılır, zarurî olmayan ihtiyaçlar gözden geçirilir. Biliyorsunuz, nefis “Gazete de zarurî değil” der. Ama o kardeşimiz o halinde bile gazetesini almaya devam etti. Kendisiyle biraz konuştum. Dedi ki:

“Gazeteyi bırakmak gibi bir düşüncem asla yok ve olamaz. Ben inanıyorum ki, içinde bulunduğum hizmet çok kudsî. Bu hizmeti bana nasip eden Allah’a hamdü senalar olsun. Sonra ben Yeni Asya vasıtasıyla insanlığın ihtiyacı olan Risale-i Nur Külliyatına ulaşan çok okuyucu tanıyorum. Böyle bir hizmete duyarsız kalmanın hoş bir durum olmadığına inanıyorum. Ben gazetemi alıp bir kişiye verirsem, kalpler Allah’ın elinde, umulur ki o insanın ebedî kurtuluşuna vesile olmuş olurum. Unutma ki; talebe, kardeş, dost olmanın şükrünü eda etmek lâzım. Yeni Asya okuyucusu görüntüde fazla takva gibi görünmese de, iman ve şeair gibi meselelerde çok titizdir ve hassasiyetini korur. Tamamen karşı fikirdeki bir gazetenin okuyucularından dâvâsına sahip bir kişinin ‘Bir ekmek az yer, gazetemi okurum, o benim fikrime hizmet edi-yor’ dediğini okumuştum. Üstadımın dâvâm dediği Kur’ân’ın hakikatlerini neşre çalışan Yeni Asya gazetesini almanın da benim boynumun borcu olduğuna inanıyorum.”

Ben de “Allah senden razı olsun kardeşim, bize de dua et” dedim. “Bu ders bana yeter, çok şey öğrendiğin Yeni Asya’ya sadakatini göster. Şu toplum içinde seni saygın bir yere taşıyan Yeni Asya’yı asla ihmal ve terk etme” diye nefsime bu dersi verdim.

Yâ Erhamerrâhimîn! İsm-i Âzam hürmetine, hem Kur’ân-ı Mû’cizül-Beyan hürmetine, hem Efendimiz Resul-i Ekrem (a.s.m.) hürmetine, hem Risale-i Nur hürmetine, hem Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yüzü suyu hürmetine, hâdim-i Nur olan bahtiyar insanları; hassaten Yeni Asya’da çalışan, yazan, çizen, basan, dağıtan, sahip çıkan, okuyan kardeşlerimizi, haremleri ve evlâtlarıyla birlikte hem dünyada, hem ahirette, hem Cennetü’l-Firdevs’te daima mesut eyle, maddî ve manevî rızklarına bereket ihsan eyle. Amin.

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Arap âleminin kültür merkezi Kuveyt



Arap âlemine şöyle bir göz gezdirdiğimizde her birini meşhur kılan şeylerin olduğunu görürüz. Meselâ Mısır; Ezher, Piramitler, Nil ve Süveyş Kanalı ile, Suriye, Emevi Camii ve Osmanlı döneminden kalma birçok tarihî eser ile, Yemen, taştan yapılmış büyüleyici tarihî evleriyle ve yemyeşil vadileriyle, Tunus, beyaza boyanmış evleri ve güzel sahilleriyle, Ürdün, Ölü Deniz ve dünyanın yedi harikasından biri olan Petra ile, Dubai, ticaret merkezi olmasıyla ve Burcu’l Arap denen müthiş oteliyle, Irak, Dicle ve Fırat nehirleriyle, S. Arabistan, Kâbe-i Şerif ve Mescid-i Nebi mukaddes mekânlarına sahip olmasıyla meşhurdur.

Peki, Kuveyt’i Arap ülkeleri arasında meşhur kılan şey nedir, biliyor musunuz?

Kuveyt’i, Arap ülkeleri arasında meşhur kılan şey, yukarıda saydıklarımızdan çok daha farklı bir özelliğe sahip olmasıdır.

Kuveyt ne yemyeşil vadilere, ne de kıvrım kıvrım akan nehirlere sahiptir. Kuveyt, arkasını çöle dayamış olan Arap Körfezinin küçük bir petrol ülkesidir. Ama onu meşhur kılan, petrol ülkesi olması değildir sadece. Onu meşhur kılan şey, Arap kültür mirasını yaşatmaya verdiği önemdir.

Meselâ Kuveyt Enformasyon Bakanlığı Arap kültür tarihinin en önemli kitaplarını bir dizi halinde basmıştır. 1959’da başlayan “Arap Kültür Mirası Dizisi” adındaki bu çalışma içinde en meşhuru, Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidî’nin yazımını hicrî 1188’de bitirdiği “Tac el-Arus” adlı 40 ciltlik Arapça lûgattır. (Bu çalışma bittiğinde büyük bir tören yapılmıştı.)

Evkaf Bakanlığı ise, İslâm âleminin en seçkin ilâhiyatçılarına hazırlattığı “el-Mecmua el-Fıkhiyye” adlı 44 ciltlik büyük bir Fıkıh Ansiklopedisi yayınlamıştır.

“Meclis el-Vatanî li’s-Sekafeti ve’l-Funun ve’l-Âdâb”-”Millî Kültür, Sanat ve Edebiyat Konseyi” adlı müessese, “Âlemü’l-Ma’rife”-”Bilgi Dünyası” adlı çok değerli bir çalışma yürütmektedir. Bizdeki “Binbir kitap serisi”ne benzeyen bu çalışmanın ürünü olarak şimdiye kadar gerek Arapça te'lif, gerekse yabancı dillerden tercüme tam 358 kitap yayınlanmıştır. “Her ay bir kitap” sloganıyla yola çıkan müessese, basım çalışmalarını sürdürmektedir.

Yine Enformasyon Bakanlığının çıkarmış olduğu Al-Arabî dergisi, 50 yıldır Arap âleminin en meşhur dergisi olma özelliğini korumaktadır. 38 yıldır yayın hayatına başarıyla devam eden Arap ve İslâm âleminin meşhur dergisi ‘Al-Müctema’ Kuveyt’te yayınlanmaktadır.

Kuveyt’in yukarıda saydıklarımızdan başka daha birçok kayda değer kültür hizmeti bulunmaktadır. Ancak sözü kısa kesmek açısından, İslâm âleminin de gurur duyacağı bir hizmeti son örnek olarak vermek istiyorum. Asıl zenginliğin kültürel zenginlik olduğuna inanan Kuveytli değerli bir iş adamı olan Abdulaziz Suud el-Babtain, 8 Nisan 2006 tarihinde “el-Babtain Arap Şiiri Merkez Kütüphanesi”ni açarak, değil Arap âleminde, dünyada dahi bir ilke imza atmış ve böylece Kuveyt’in önemli bir kültür merkezi olabileceğini ispatlamıştır.

Bir sonraki makalemde, Arap ve yabancı kültür âleminde meşhur olmaya başlayan Babtain Kütüphanesini ve onun kurucusunu tanıtacağım. Okuyucularımdan Arap dili ve edebiyatına ilgi duyanlara faydalı olacağını umuyorum.

24.11.2008

E-Posta:




Hakan YALMAN

Âlemlerin Rabbini sevmek



Kıymetli bir ağabeyim dikkatini çeken bir yazı ile ilgili ikaz göndermiş. Bu yazıda bir Radikal yazarının ‘tanrıyı sevmek’ isimli şu yazısı alınmış.

Radikal yazarı Türker Alkan, “İnsanların neden Tanrı’dan korktuklarını anlayabiliyorum da, nasıl olup da Tanrı’yı sevebileceklerini anlayamıyorum” diyor yazısında.

“Tanrı, korkulacak kadar büyük ve güçlü, fakat sevilecek kadar küçük değil” ifadesini kullanan Alkan, “Kutsal kitapların hepsinde Tanrı’nın ne kadar cezalandırıcı olduğu anlatılır. Evet, affedici yanı da vardır, ama eğer ibadetini düzgün yaparsan, kurban kesersen, Tanrı’ya iman edersen, tövbe edersen... Koşulsuz bir sevgi yok. O kadar güçlü olan Tanrı beni sevmek için bu kadar koşul ileri sürüyorsa, bu kadar zayıf ve şaşkın olan insanın Tanrı’yı koşulsuzca sevmesi mümkün müdür? İnsan Tanrı’dan koşulsuz olarak korkabilir, ama koşulsuz olarak sevebileceğini sanmıyorum” ifadelerini kullanıyor.

Alkan yazısını şöyle sürdürüyor:

“Genellikle her şeyin küçüğü sevilir. Ve ‘bilinçli sevgi’ son derece ‘beşerî’ bir duygudur.

‘Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü’ deyiminin bana asıl yanlış gelen yönü şudur: “Bu anlayış, Tanrı sevgisini, insan sevgisinin bir önkoşulu yapmaktadır. Yani insanların ‘insan olarak’ bir değeri, sevilecek bir yanı yoktur, ancak Tanrı’ya inandığımız, Tanrı’yı sevdiğimiz oranda insanları sevebiliriz!” anlamı çıkıyor ki, bu bana yanlış geliyor.

***

“En doğrusu belki de insanları insan olduğu için sevmektir. İdeolojileri ve Tanrı sevgisini işin içine karıştırmadan.”

***

Alkan’ın tanrı diye ifade ettiği varlık eğer bizim inandığımız Allah ise yani Âlemlerin Rabbi ise, o Zat-ı Mukaddes’i sevmemek ancak tanımamak ile mümkün olabilir. O’nu tanıtan kâinatın yaratılışındaki temel maksadın sonsuz cemal ve kemalin kendini görmek ve göstermek istemesi sırrı olduğunu bilir. Bu maksat ise varlığı gerisindeki kuşatıcı sevgi ifadesinin ana kaynağıdır. Yine O’nu tanıyan her an varlığın tamamına ulaşan hediyelerinin farkında olur ve bu durumda en alt düzey kadirşinaslık gereği Rabbi’ni sevmesi gerektiğini düşünür. Bu sığ soruları sorabilmesi için kullandığı beynin ve o an aldığı nefeslerin ve dakikada 70 kez atan kalbinin karmakarışık sistem içinde kuşatıcı bir irade olmaksızın mümkün olmadığını anlayabilecek noktaya geldiğinde her an ‘koşulsuz’ olarak gönderdiği nimetlerin nasıl bir karşılıksız ve mukaddes, sonsuz bir tahammül içinde gönderildiğini anlar. Evet, kendisine karşı edep sınırlarını son derece aşanlara karşı dahi hediyelerini ve nimetlerini ulaştırmaktan geri durmayan bir Zat-ı Mukaddes’i sindiremeyen akıl öncelikle akıl olma noktasında kendini sorgulamalıdır. Tanımadığı bir zatı sevmek veya sevmemek noktasında ortaya konacak hükümler elbette havada kalacaktır. Sevginin beşerî bir duygu olduğunu iddia etmek ise eşyanın gerisindeki kuşatıcı maksadı, cemal ve kemal kavramlarını bilmemenin bir yansıması olabilir. Yaratan’dan bağımsız olarak tanımladığınız bir insanı ne ile tanımlayıp niçin seveceksiniz ve sevme duygusu kim tarafından ne şekilde oluşturulacak?

Varlığın aslı ve alt yapısını oluşturan temel faktör muhabbet olmalı. Kevnler yani varlıklar ya da kâinat sonsuz bir cemalin yani her tarafı kuşatan güzelliğin şuurlara yansıtılması ise eşyanın özünü de güzellik kavramı şekillendiriyor demektir. Güzelliklerin en safı ve bütün âlemi kuşatan soyutlukta olanı ise iman olmalıdır. Bu güzelliklerin iman penceresinden yansıdığı ruhlar, tarifi imkânsız bir ilâhî neş’e, varlıkla

aynı ritmi paylaşmanın muhteşem hazzını yaşarlar.

Bu duyguların zirveye çıktığı anlar ise kullar ve Yaratıcı arasındaki muhabbet lisanı olan kâinatın dönüm noktası kabul edilebilecek anlar üç aylar ve mübarek geceler gibi anlardır. Bu günlerde varlığın özünü teşkil eden muhabbetin ruhlardaki titreşimi daha belirginleşir ve bütün kalpler Samed’e ayineliği daha belirgin hissederek Ezeli Güneş’in kalpleri ısıtan sıcaklığına mukabil olurlar. O’nun muhabbetinden kaynaklanan sıcaklık yürekleri ısıtır. Öyle ki, o yüreklerde birer pas ve tortu şeklinde yerleşmiş kırgınlıklar, kin ve nefretler erir ve zaman zaman yanaklardan süzülen ılık gözyaşı damlalarına dönüşerek akıp giderler.

Sosyal hayatta, aile ilişkilerinde ve dâvâ adamlarının omuz omuza yürüdükleri yollarda fındık kabuğunun bir köşesinde tortu şeklinde bulunan hissî yaklaşımlar bu dönüm noktalarında gerçek kimliğine bürünür ve gözü karartan, kalbi boğan konumlarından uzaklaşırlar. Bugünlerdeki kucaklaşmalarla kırgınlıkların oluşturduğu ayrı düşmüşlük duyguları yerini dâvâ arkadaşları ve tek kalple algıladıkları kâinatın bütün zerreleri ile bütünlük ve muhabbete terk eder. Özellikle bu günlerde büyüklüğü ile kâinatı kuşatan ve muhabbetini ruhlarda yansıtmayı irade eden âlemlerin Rabb’ini anlamak üzere, O’nun güzelliklerini bütün âleme ilân etmek gayesi ile bir araya gelmiş toplulukların muhabbeti daha belirgin yaşaması ve O’nun sonsuz sevgisine parlak bir ayine olmayı hedeflemesi belki de böyle günlerin en önemli sonucudur.

Ruhları saran sıcaklığı ile kendini daha belirgin şekilde hissettiren Rahman-ı Zülcemal’in arzusu doğrultusunda bütün zerrelerimiz muhabbetin sıcaklığı ile titreşsin. Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan nuranî topluluğun fertleri muhabbetin en katıksız ve karşılıksız şekli olan şefkati önce birbirlerine karşı hissetsinler. O muhabbetin sıcaklığını bütün İslâm âlemine ve insanlığa yansıtsınlar. Kırgınlıklar, küskünlükler ve kasveti ile ruhları boğan mü’min kardeşine ve hatta dâvâ arkadaşına düşmanlıklar yok olsun. Bir kâse-i fağfur hükmünde olan ruhlarda manevî atmosferin lâhutî dokunuşu ile oluşan muhabbet avazı hiç susmadan ezelî muhabbetin sonsuzluğu ile buluşsun ve ebeden devam etsin.

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Türkiye’nin, AB diye bir derdi var mı?



Belki de “AKP iktidarının AB diye bir derdi var mı?” şeklinde bir başlık daha uygun olacaktı. Zira Türkiye’nin AB projesine dahil olma arzusu üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçtiğine göre, elbette ülkemizin AB’ye girme iradesi tartışmasızdır.

Siyasî iktidarlara, hükümetlere ve ihtilâl sonrasındaki gayr-ı millî oluşumlara göre bu soruyu sorduğumuzda, cevap yerine yine suallerle karşılaşıyoruz.

Her şeyden önce AB’nin mahiyeti üzerine millet olarak doğru bir mutabakata gidemediğimizden, toplumda her gün yeni bir AB sorgulamasıyla karşılaşıyoruz. AB projesine dahil olmamızı istemeyenler de, kastettikleri mânâyı açıkça ifade etmiyorlar. Bazıları geleneksel tezgâhlarının bozulmasından, bazıları Kemalizmin bitmesinden, bazıları dini siyasete âlet edemeyeceklerinden, diğerleri de ırkçılık ve bölücülükten nemalanamayacaklarından endişe ediyorlar. Saydığımız kaba sınıflandırmayı daha yakından detaylandırdığınızda; Türkiye’deki hantallıktan, komite diktatörlüğünden, kanun hakimiyetinin olmamasından ve daha doğrusu cehaletten istifade ile milletin sırtından geçinen binlerce özel ve tüzel kuruluşların gizliden gizliye AB’ye karşı bir set oluşturduklarını müşahede edeceksiniz. AB’yi bir hürriyet ve demokrasi projesi olarak değerlendirdiğinizde, AB standartlarının ve kanun hakimiyetine dayanan nisbeten şeffaf yapılanmanın hangi tezgâhlara zarar vereceğini az-çok kestirebiliyorsunuz.

Ülkemizde, bir zamanlar yüzde yetmişlere varan AB taraftarlığının ekalliyete doğru yuvarlanmasının sebepleri üzerinde duranlar, suçlu olarak hükümeti buluyorlar. Aslında AKP hükümetinin 12 Eylül zihniyetine tutsak olduğunu, 28 Şubat sürecini “ılımlı sivil” zeminlerde devam ettirmekle vazifeli olduğunu bilenler, hiçbir zaman bu hükümetten AB lehine olumlu bir beklenti içine girmediler. Türkiye’nin millî politikalarının bir parçası olarak AB sürecine taraftar görünmeyi başarı ile bugünlere getiren hükümetin, hukukî reformlar niteliğinde kayda değer bir adım atmaması da bunu gösteriyor. Kopenhang sürecinden Başbakanın katıldığı meşhur Brüksel protokollerine kadar ve daha sonraki zamanlardaki icraatları incelediğinizde, AB sürecini frenleyen çok ciddî ve titiz çalışmalara da şahit olabilirsiniz. Yapması gereken yükümlülükleri yerine getirmemekle AB sürecini savsaklayan hükümetin, medyayı kullanarak kamuoyunu yanlış bilgilendirmesi de, üzerinde durulması gereken önemli bir husus.

Bu hükümetin AB’yi savsaklama politikasında başarısız olduğunu kimse iddia edemez. Birlikte hareket ettikleri neocon ve neoliberallerin gösterdikleri istikamette, Kemalistlerle ittifak halinde gösterdiği performansı inkâr etmek, büyük haksızlık olur. Türkiye’yi bunca zaman engellemesine ve hatta yer yer geri götürmesine rağmen kamuoyunda AB taraftarı görünmesi büyük başarı sayılmaz mı? Önce Kemalistler, sonra milliyetçiler ve daha sonra siyasal İslâmcılar olmak üzere AB’ye karşı kendisini destekleyenleri mahcup etmeyen bir hükümeti bu yolda kimsecikler başarısız addedemez.

Hükümetin AB yolundaki samimiyetini ölçebilecek bir alet olsaydı, mesele azıcık vuzuha kavuşurdu. Türkiye’yi Kemalistlerin büyük desteğiyle temsil eden AKP’nin Avrupa’dan görünen resmi, Ankara ve İstanbul’dakilerine hiç benzemiyor. Yanlış bilgilendirme ve yönlendirmelerle Türkiye dünya barış projesinden mahrum kalırken, 12 Eylül orijinli bakanlar, beyanatlarıyla adeta AB ile istihza ediyorlar. Kemalizmin kriterleri insanî kriterlerin önüne geçince Avrupalılar da şaşırıyor. Doğusundaki PKK belâsını ancak AB süreciyle aşabilecek bir Türkiye’yi Kemalistler istemiyor. Fakat oyuncuların mahir oyunlarıyla, AKP ve Kemalistler kavgalı gibi de gösteriliyor. Müthiş bir artistlik gücü, fakat yerli değil...

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İrşat metodunun ana maddeleri (1)



Kur’ân’ın ilk, orijinal ve en muhteşem tefsiri hadîs, Sünnet-i Seniyye’dir. Bu iki temel kaynakta İslâmı anlatma, hizmet ve tebliğ meşrebi, mesleği; nezahet, nezaket, şefkat, merhamet, zorlaştırmadan ve kolaylaştırma çerçevesindedir.

Gayet tabiî ki, bu metodun birinci prensibi, yaşanarak pratik hayata geçirilmesidir. Kur’ânî ve Muhammedî (asm) metotta Müslüman, insanlara bu çerçevede yaklaşarak gerçekleri ulaştırmalı.

Biraz tebessüm:

Afyon müptelâsı birisi vaizliğe soyunmuş. Kürsüye çıkıp halka nasihat edermiş. Zaman zaman da, bir münâsebetini düşürüp, “afyon otunun zararlarından” bahsederek:

“Bu öyle bir afyondur ki, içine bin madde karışmıştır. Düşünce bahçesini soldurup kurutur. Akıl sermayesini beyhude düşüncelerle çürütür. Şeriatta alım-satımı ve yenmesi haramdır. Her kim onun kullanılmasında bir sakınca yoktur derse, küfre girer!”

Fakat, ne zaman yalnız kalsa, o da bu müskir ottan otlarmış! Yine bir gün koynunda bir kâğıt arasına birazını sarıp-sarmalamış. Elini sallayarak konuşunca, sakladığı afyon yerinden sıçrayıp dinleyenlerin önüne düşmüş. Halk:

“Nedir şu!” deyip üzerine üşüşmüş. İki yüzlü vaiz:

“İşte bahsettiğim şey o mel’undu! Önünüze vardı! İşte ben attım, siz de atınız!”

Nâzik ve yumuşak muamele:

Hakikati anlatırken, en katı insanlara bile mutlaka yumuşak bir üslûpla yaklaşmak gerektiği, Kur’ân’ın tebliğ ve irşadının ana umdelerindendir:

“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar”, 1 “Mü’min kullarıma şunu söyle ki, inkârcılara karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar. Çünkü şeytan aralarına nifak sokar...” 2

Kur’ân’da, rablık iddiâsında bulunan Firavun’a karşı bile “kavl-i leyyin”, yani gayet nâzik ve yumuşak üslûp kullanılması istenmesi, diğer insanlara nasıl davranmamız gerektiğinin ipuçlarını da veriyor.

Tebliğ ve irşadda, dâima kolaylık yolunun benimsenmesi:

Bu metot pek çok âyette belirtilir.

“Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” 3 “Allah kimsenin gücünün üstünde bir şey teklif etmez.” 4

Beliğ-i Zîşan Efendimiz de (asm), bunu fiilen gösterirken, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin” 5 hadisiyle takviye eder.

Tehdit ve cebir yolunu değil, iknâ metodunu kullanmak:

Kur’ân, 780’i aşkın âyetiyle, mütemadiyen “aklı, ilmi, araştırmayı, tahkiki, incelemeyi, tefekkürü” dikkatlere sunarken, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır...” 6 diye ferman eder. Dikkat edilirse, “hikmet ve güzellikle öğüt, güzelce mücadele” bir tavsiye değil, bir “emir”dir.

Dipnotlar: 1- Tâhâ: 42-43. 2- İsra: 53. 3- Bakara: 185. 4- Bakara: 286. 5- Buhârî, İlim: 12, Müslim, Eşribe: 70. 6- Nahl: 125.

24.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kabağın sahibini hesaba katmamak



Bayezid-i Bistamî bir gemide yolculuk yapmaktaydı. Adamın birisi gelip bu büyük zatın başındaki sarığı çıkarıp kel olan başına eliyle vurup, “Şu kabağa bakın, kabağa!” deyip söylenmeye başladı.

Oldukça sükûnetle karşılamıştı Beyazid-i Bistamî adamı. Ne kızdı, ne bağırdı, ne de mu-kabelede bulundu. Aradan çok zaman geçmemişti ki bu bed mualemeleyi yapan adamın geminin ortasına uzanıp debelenmeye başladığı görüldü. Çırpına çırpına, bağıra bağıra can verdi. Olup bitenleri hayret ve ibretle seyredenlerden biri, “Niçin bu böyle oldu?” diye sorduğunda o Allah dostu şöyle cevap verdi: “Kabağın sahibi bu zulme müsaade etmedi.”

Her şeyde bu hep böyle değil midir? Adl ismi gereği Cenâb-ı Hak imtihan sırrı gereği zulme fırsat verse de onu aslâ karşılıksız bırakmaz. Zalimin hasmı Allah’tır. Onun hakkından bizzat Allah gelir. Mazlûmun duâsı Arşa kadar yükselir. Allah ile mazlûm arasında perde yoktur.

İbrahim Hakkı’nın başından geçenler de buna en güzel örneklerden biri değil midir? Hani hocası İsmail Fakirullah ona daima, “Evlâdım, zulme uğrasan da sakın mukabelede bulunma! Allah’a havale et, gerisine karışma. O ne yapacağını bilir.”

Bu terbiyeyle yetişmiş İbrahim Hakkı Hazretleri. Daha çocuk yaştayken birgün hocası onu su almaya göndermiş. Atlının birisi gelip İbrahim Hakkının elindeki testiyi alıp suyunu içmiş, sonra da testiyi bir taşa vurup kırmış. Şaşkına uğrayan İbrahim Hakkı koşarak hocasına dönmüş ve başından geçenleri anlatmış. Birlikte çeşmenin başına gitmişler. Bir de ne görsünler zalim adam suyun kenarında cansız yatmıyor mu? Meğer üzerinde bindiği at adamı öyle bir fırlatma ile fırlatmış ki, atlı neye uğradığını anlayamamış. Sonra da at bir güzelce çiğnemiş, öldürmüş adamı. Bu ibretli tabloyla karşılaşan İsmail Fakirullah talebesi İbrahim Hakkıya yönelip, “Keşke bu adama birşeyler söyleseydin de bu felâket başına gelmeseydi!” demekten kendini alamamış.

Demek zalimin bizzat hakkından Cenâb-ı Hak geliyor.

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haccın ihmalinin bedeli



Salih Bey: “Bediüzzaman’a göre, hac ihmâl edilirse bunun vebali ne olur?”

Bedîüzzaman Hazretleri, Birinci Dünya Harbine Müslümanların katılarak sıkıntı çekmelerinin ve harp belâsı ile boğuşmalarının bir mûsibet olduğunu ve bu mûsibetin bir cinayetin sonucu olarak kader tarafından hükmedildiğini bildiriyor. Söz konusu cinayet, farz namazın, orucun ve zekâtın ekseriyet tarafından terk edilmesidir. Harp belâsı, bu üç cinayete bir kaderî cezâ olarak takdir edilmiştir ve Müslümanlar beş farz namazı terk etmelerine karşılık beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat ve hareket ile muharebe meydanlarında bir nev’î namaz kılmışlar; senede bir ay orucu terk etmelerine karşılık, kefâret olarak beş sene dağlarda oruçtan da beter aç sefil kalmışlar; Allah’ın ihsanı olan maldan kırkta bir zekâtı vermeyip cimrilik etmelerine kefâret olarak da, harp sebebiyle fakr u zarûrete düşmüşler ve birikmiş zekâtlarını birden ve zorunlu olarak elden çıkarmışlardır. 1

Bedîüzzaman Birinci Dünya Harbinden önce ekseriyetin namaz, oruç ve zekât ile birlikte haccı da ihmâl ettiklerini, fakat haccın ihmâlinin mûsibeti değil, gazap ve kahrı celp ettiğini bildiriyor. Bunun cezası da günahların kefareti olarak değil, çoğalması olarak tecellî etmiştir. Nitekim Müslümanlar haccın mânâ, hikmet ve muhtevasını ihmal etmekle haccın önemli hikmetlerinden olan;

1- Tanışmak ve kaynaşmakla fikir ve hedef birliği kurmayı,

2- El ele vererek ortak çalışmayı gerektiren İslâmiyet’in yüksek siyasetini,

3- İslâm toplumunun yüksek ve geniş menfaatini gözetecek yeni çözümler üretmeyi ihmal etmişlerdir.

Bu ihmal ise gayr-i müslim düşmanın, milyonlarca Müslüman’ı Müslüman aleyhine kışkırtmasını kolaylaştırmıştır. İşte son iki yüz yıldan beri İslâm âlemi olarak içine düşürüldüğümüz yalnızlığın, ayrılıkların, ihtilâfların, küçük küçük devletlerle her bir Müslüman topluluğun gayr-i müslim unsurların emri ve yönlendirmesi altına girmesinin kader cihetiyle sebebi bu dehşetli ihmaldir.

Bu dehşetli ihmalin neticesini Bediüzzaman’ın ifadelerinden takip edelim:

“İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, ‘ba’de harabi’l-Basra’ anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.” 2

Böylece İslâm âlemi, mutlak hayır olan haccı İslâm’ın yüksek kongresi sayıp gereği ile amel etmediğinden, mutlak şer olan düşman bayrağı altında dehşetli baskılar, sadmeler, sarsıntılar geçirmiş; dayanılmaz zulümler, saldırılar, sömürüler görmüş; öz vatanlarında etkisiz, yetkisiz, hükümsüz ve garip bırakılmıştır.

Oysa korkak tavuk, yavruları yanındayken şefkatini güce dönüştürmekte, dev gibi hayvanlara saldırabilmektedir. Keçinin kurttan korkusu, zor anlarında cesarete dönüşmekte, boynuzuyla kurdun karnını delik deşik etmektedir. Fıtrî meyiller, mukavemeti kırarlar, karşılarında güç ve kudret tanımazlar. Meselâ bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde olsa bile, kışta soğuğa bırakıldığında, fıtrattan olan genişleme meyli ile demir gülleyi parçalamaktadır. Evet; şefkatli tavuğun kudreti, gayretli keçinin zor andaki cesareti ve suyun demir gülleyi dize getirmesi gibi, fıtrî bir heyecan, zulmün soğuk ve kâfirin düşmanlığına maruz kaldıkça zulmü ortadan kaldırır, düşmanı perişan eder! Rus mojiklerinin Çeçenistan ve Afganistan topraklarındaki çaresizlikleri buna şahittir.

Ne esef vericidir ki, İslâm âleminin dağınıklığı günümüzde de sürüp gitmekte; bir çok Müslüman topluluk, birer müstebit kralın veya jakoben birer yönetimin basîretsiz ve beceriksiz sevk ve idâresi altında, gayr-i müslim düşmanın kirli ve pis çizmesine maruz kalmakta, sonuçta himâyesiz, korumasız ve savunmasız şekilde kendi kaderi ile baş başa bırakılmaktadır. Dün Bosna, Çeçenistan, Afganistan, bu gün Filistin, Irak bunlardan sadece bir kaçıdır. İslâm âleminin bu acziyeti ve zaafiyeti ise, İslâm’ı bilmeyen yeraltı örgütlerinin cihad bahanesiyle terör yapmalarına dâvetiye çıkarmaktadır.

Fakat Bedîüzzaman Hazretleri bu derin problem karşısında asla ümitsiz değildir. Bedîüzzaman, imanın özünde bulunan harikulâde müsbet cesaretin dirilişinin, İslâmiyet izzetinin tabiatında var olan kahramanlığın hayat bulmasının ve İslâm kardeşliğinin uyanmasının her zaman mû’cizeler gösterebileceğini ve bu diriliş ve uyanışlarla İslâm âleminin topyekûn ayağa kalkabileceğini müjdeler. 3

Dipnotlar:

1- D. H. Örfî ve Sünûhât, s. 116

2- Sünûhat, s. 71-72

3- D. H. Örfî ve Sünûhât, s. 123-125

24.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kemalistlere yaranmakla kurtulamazsınız



1922'de dâvet edildiği Millet Meclis'inde kahraman ordunun muzafferiyeti için duâ ettikten sonra mebuslara hitaben imândan ve namazdan bahseden Bediüzzaman Said Nursî, onun bu yaklaşım tarzına muhalefet edenlere de, pervâsız bir şekilde

Her kim ki ortaya çıkıp, "Ben hem Atatürk'ü, hem de Üstad Bediüzzaman'ı aynı şekilde seviyor, beğeniyor ve takdir ediyorum" dese, o kimsenin doğru söylediğine kim inanır? O kimse acaba her iki tarafın nazarında da gayr-i ciddî, gayri samîmî ve yanıltıcı adam durumuna düşmez mi? Düşer.

Zira, Mustafa Kemal ile Said Nursî'nin birbirine tamamiyle zıt iki şahsiyet olduğunu, aklı başında olan herkes biliyor.

Dâvâları, inançları, hedefleri, maksatları, dünya görüşleri ve hatta yaşayış tarzları dahi birbirinden farklıdır. Aynı çağda yaşamış olmakla birlikte, aralarında "küllî bir muhalefet" var.

1922 yılı sonlarında Ankara'daki ilk münakaşalı karşılaşmanın ardından yolları ayrılmış ve ömürleri boyunca bir daha da uzlaşmamışlardır.

Bizzat M. Kemal'in bilgisi dahilinde ve isteği doğrultusunda 1925 Baharında Van Erek Dağındaki inzivagâhından alınan Said Nursî, hayatının sonuna kadar sürgün, hapis ve tarassut altında bulundurulmuş, hatta vefatından sonra mezarında dahi rahat bırakılmamıştır.

Yaşanan gerçeklerin bu merkezde olduğunu, bakın Said Nursî nasıl teyit ve te'kid ederek anlatıyor: "...Çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir.

"Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: O, beni taltif etmek ve bütün Vilayât–ı Şarkıye'ye vaiz–i umumî yapmak için, Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi." (Emirdağ Lâhikası, s. 247)

İsteyen, devamını ilgili kaynaktan okuyabilir; Said Nursî, burada olduğu gibi daha başka mektuplarında da M. Kemal'e hangi meselelerde itiraz ettiğini, onunla niçin çalışmak istemeyip dostluğunu reddettiğini, bu yüzden başına ne tür belâlar geldiğini, ancak buna rağmen yine de pişmanlık duymadığını teferruatlı bir şekilde izah ediyor.

Bu izahları okuyunca, "Bediüzzaman, Atatürk'ü yeterince tanıyamadı; tanısaydı kanaati değişirdi" şeklindeki iddiaların ne kadar havada kaldığını, hatta bu tür iddiaların tevil götürmez birer zırvadan ibaret kaldığını kat'î sûrette anlamak mümkün.

Evet, Said Nursî, hayatını ortaya koyarak ve herşeyi göze alarak—fiilî çatışmayı dinen de doğru bulmadığı—M. Kemal ile dost geçinmeyi kabul etmedi. Bunu ispat etmek için deliller pekçoktur; aksi yönde ise, gösterilebilecek inandırıcı bir tek delil yoktur.

Buna rağmen, yine de kalkıp hem Said Nursî'yi, hem de M. Kemal'i aynı anda sever görünmeye ve yaşanmış, tarihe geçmiş değişmez gerçekleri kasten çarpıtmaya yeltenmek, ancak takiyye ile, yaranmacılık ile ve başkasını da yanıltarak günâhına girmek ile izah edilebilecek bir fecâattir. Bu, böylesi bir çarpıtmanın sahibini hem dünyada, hem âhirette mahcup ve zelil edecek ağır bir vebâldir.

Bakınız, bir zamanlar bütün gayesi dünya, siyaset ve menfaat olan mütegallip mütehakkimlere yanaşmaya ve yaranmaya çalışan bazı gafilleri, Said Nursî nasıl yüksek bir nidâ ile uyarmaya çalışıyor: "Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr–u diniyede müsamaha veya teşebbühle (onlara benzemeye, onlardanmış gibi görünmeye çalışarak) medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt–ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz." (Mesnevî–i Nuriye, s. 107)

Demek ki, durum son derece ciddî. Yaranmacılık, kişiyi dalâlete sürükletip onu boğulmaya kadar götürebilir.

Said Nursî, 1940'lı yıllarda ehl–i dünyaya yanaşmakta ileri giden meşhûr bazı şahısların, bir türlü yaranamadıklarını ve âhir ömürlerinde yine aynı ehl–i dünya tarafından perişan edildiklerini bakın nasıl anlatıyor: "...Bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm’i (İstanbul'da) sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki’yi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleyman’ı (Denizli'de) bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve (bizden) kaçmanız, onların (ehl–i dünyanın) kanaat–i vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve Eskişehir’de (Şeyh Şerafeddin) dahi etmedi." (Şuâlar, s. 289)

Bu bahsin devamında, isimleri tekraren zikredilen bu dindar şahsiyetlerin, dünyalılar tarafından—ilerlemiş yaşlarına bakılmaksızın ('ihtiyar zat'lar)—ölüme sürüklercesine başka yerlere sürgün edildikleri anlatılıyor.

Doğrudur. Zira, bu şahısların bazısı nefyedildikleri yerde çok kısa bir süre sonra vefat etmişlerdir.

Bu da, ehl–i dünyanın ne kadar acımasız, ne kadar merhametsiz olduğunu gösteriyor.

Demek ki, korku veya menfaat beklentisiyle şuna buna yaranmanın ve genelde yaranmacılığın kimseye bir faydası yok. Zaten dünyalılara yaranamazsınız, üstelik onların elinden kurtulamazsınız. Suyunuzu sıktıktan sonra posanızı da tutup çöpe atarlar. Bitirirler sizi...

Onun içindir ki, zillet içinde yaşamaktansa, izzet içinde ölmek daha evlâdır.

Üstad Bediüzzaman ve has talebeleri böyle davranmışlardır; şimdi ve gelecekte de aynı izzetlilik içinde yaşayacaklarına kimsenin şüphesi olmasın.

Herkesin telâkkisi kendisine. Ancak, biz kat'iyet derecesinde inanıyoruz ki, tahkiki iman ile beşer korkusu aynı yerde barınmaz, aynı kalpte birarada durmaz. Biri girince, diğeri çıkar gider.

(Devamı var)

24.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır