Her kim ki ortaya çıkıp, "Ben hem Atatürk'ü, hem de Üstad Bediüzzaman'ı aynı şekilde seviyor, beğeniyor ve takdir ediyorum" dese, o kimsenin doğru söylediğine kim inanır? O kimse acaba her iki tarafın nazarında da gayr-i ciddî, gayri samîmî ve yanıltıcı adam durumuna düşmez mi? Düşer.
Zira, Mustafa Kemal ile Said Nursî'nin birbirine tamamiyle zıt iki şahsiyet olduğunu, aklı başında olan herkes biliyor.
Dâvâları, inançları, hedefleri, maksatları, dünya görüşleri ve hatta yaşayış tarzları dahi birbirinden farklıdır. Aynı çağda yaşamış olmakla birlikte, aralarında "küllî bir muhalefet" var.
1922 yılı sonlarında Ankara'daki ilk münakaşalı karşılaşmanın ardından yolları ayrılmış ve ömürleri boyunca bir daha da uzlaşmamışlardır.
Bizzat M. Kemal'in bilgisi dahilinde ve isteği doğrultusunda 1925 Baharında Van Erek Dağındaki inzivagâhından alınan Said Nursî, hayatının sonuna kadar sürgün, hapis ve tarassut altında bulundurulmuş, hatta vefatından sonra mezarında dahi rahat bırakılmamıştır.
Yaşanan gerçeklerin bu merkezde olduğunu, bakın Said Nursî nasıl teyit ve te'kid ederek anlatıyor: "...Çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir.
"Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi, Mustafa Kemal'in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: O, beni taltif etmek ve bütün Vilayât–ı Şarkıye'ye vaiz–i umumî yapmak için, Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi." (Emirdağ Lâhikası, s. 247)
İsteyen, devamını ilgili kaynaktan okuyabilir; Said Nursî, burada olduğu gibi daha başka mektuplarında da M. Kemal'e hangi meselelerde itiraz ettiğini, onunla niçin çalışmak istemeyip dostluğunu reddettiğini, bu yüzden başına ne tür belâlar geldiğini, ancak buna rağmen yine de pişmanlık duymadığını teferruatlı bir şekilde izah ediyor.
Bu izahları okuyunca, "Bediüzzaman, Atatürk'ü yeterince tanıyamadı; tanısaydı kanaati değişirdi" şeklindeki iddiaların ne kadar havada kaldığını, hatta bu tür iddiaların tevil götürmez birer zırvadan ibaret kaldığını kat'î sûrette anlamak mümkün.
Evet, Said Nursî, hayatını ortaya koyarak ve herşeyi göze alarak—fiilî çatışmayı dinen de doğru bulmadığı—M. Kemal ile dost geçinmeyi kabul etmedi. Bunu ispat etmek için deliller pekçoktur; aksi yönde ise, gösterilebilecek inandırıcı bir tek delil yoktur.
Buna rağmen, yine de kalkıp hem Said Nursî'yi, hem de M. Kemal'i aynı anda sever görünmeye ve yaşanmış, tarihe geçmiş değişmez gerçekleri kasten çarpıtmaya yeltenmek, ancak takiyye ile, yaranmacılık ile ve başkasını da yanıltarak günâhına girmek ile izah edilebilecek bir fecâattir. Bu, böylesi bir çarpıtmanın sahibini hem dünyada, hem âhirette mahcup ve zelil edecek ağır bir vebâldir.
Bakınız, bir zamanlar bütün gayesi dünya, siyaset ve menfaat olan mütegallip mütehakkimlere yanaşmaya ve yaranmaya çalışan bazı gafilleri, Said Nursî nasıl yüksek bir nidâ ile uyarmaya çalışıyor: "Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr–u diniyede müsamaha veya teşebbühle (onlara benzemeye, onlardanmış gibi görünmeye çalışarak) medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt–ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz." (Mesnevî–i Nuriye, s. 107)
Demek ki, durum son derece ciddî. Yaranmacılık, kişiyi dalâlete sürükletip onu boğulmaya kadar götürebilir.
Said Nursî, 1940'lı yıllarda ehl–i dünyaya yanaşmakta ileri giden meşhûr bazı şahısların, bir türlü yaranamadıklarını ve âhir ömürlerinde yine aynı ehl–i dünya tarafından perişan edildiklerini bakın nasıl anlatıyor: "...Bizi perişan ve mesleğimizden pişman etmek için her vesileyi istimal eden, hattâ aleyhimize Şeyh Abdülhakîm’i (İstanbul'da) sevk ettikleri halde, onu ve Şeyh Abdülbâki’yi ve bana ara sıra itiraz eden Şeyh Süleyman’ı (Denizli'de) bizim gibi perişan eden adamlara karşı inkârlarınız ve (bizden) kaçmanız, onların (ehl–i dünyanın) kanaat–i vicdaniye dedikleri düşüncelerinde beş para etmez ve Eskişehir’de (Şeyh Şerafeddin) dahi etmedi." (Şuâlar, s. 289)
Bu bahsin devamında, isimleri tekraren zikredilen bu dindar şahsiyetlerin, dünyalılar tarafından—ilerlemiş yaşlarına bakılmaksızın ('ihtiyar zat'lar)—ölüme sürüklercesine başka yerlere sürgün edildikleri anlatılıyor.
Doğrudur. Zira, bu şahısların bazısı nefyedildikleri yerde çok kısa bir süre sonra vefat etmişlerdir.
Bu da, ehl–i dünyanın ne kadar acımasız, ne kadar merhametsiz olduğunu gösteriyor.
Demek ki, korku veya menfaat beklentisiyle şuna buna yaranmanın ve genelde yaranmacılığın kimseye bir faydası yok. Zaten dünyalılara yaranamazsınız, üstelik onların elinden kurtulamazsınız. Suyunuzu sıktıktan sonra posanızı da tutup çöpe atarlar. Bitirirler sizi...
Onun içindir ki, zillet içinde yaşamaktansa, izzet içinde ölmek daha evlâdır.
Üstad Bediüzzaman ve has talebeleri böyle davranmışlardır; şimdi ve gelecekte de aynı izzetlilik içinde yaşayacaklarına kimsenin şüphesi olmasın.
Herkesin telâkkisi kendisine. Ancak, biz kat'iyet derecesinde inanıyoruz ki, tahkiki iman ile beşer korkusu aynı yerde barınmaz, aynı kalpte birarada durmaz. Biri girince, diğeri çıkar gider.
(Devamı var)
24.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|