Dört gün evvelki Ankara seyahatimiz esnasında, siyasiler gibi birçok çiftçi, esnaf ve ticaret ehli ile de görüşme, konuşma fırsatını bulduk.
Biz sorduk, onlar da mevcut durumlarını ve bilhassa son iki yıldır çekmekte oldukları sefillik derecesindeki dertlerini, sıkıntılarını anlattılar.
Hemen itiraf edeyim ki, Anadolu esnafının, çiftçi ve köylüsünün bu derece bir sıkıntı ve sefalet içinde bulunduklarını hiç, ama hiç tahmin etmiyorduk.
Belediye ve hükümet çevreleriyle iş gören imtiyazlı kesimi hariç tutacak olursak, toplumun orta ve alt grubunu teşkil eden vatandaş ekseriyetinin vaziyeti, cidden içler acısı bir manzara arz ediyor.
Meselâ, Ege Bölgesi ki, Türkiye'nin gerek tarım ve gerekse sanayide en verimli ve iyi durumdaki bölgesini teşkil ediyor.
Bölgedeki insanların şimdiki durumunu, Manisa eski milletvekili sayın Rıza Akçalı'dan dinledik; onun anlattıklarını ise, aynı bölgeden gelen çileli vatandaşlara da teyid ettirdik ki: Bölgedeki tarım ve ziraat kesimi hakikaten sefil ve perişan bir durumâ sürüklenmek sûretiyle, adeta eli kolu bağlı bir hale getirilmiş.
Satışları üretim maliyetini karşılayamaz, elden çıkardıklarının yerine yenisini koyamaz bir duruma gelmişler. Çaresizlik içinde çırpınıp duruyorlar.
Esnaf ve sanayi kesiminde ise, satış ve üretim adeta durma noktasına gelmiş. Bilhassa Ankara'da gördük ki: Fabrika imalatını durduran durdurana... İşyerini kapatan kapatana...
Haliyle bu durum, işsizler ordusuna yeni bölüklerin, birliklerin, kıt'aların katılmasına yol açıyor.
Ankara'nın vaktiyle en canlı olan Siteler bölgesindeki esnaf ve tüccar, inanın şu an itibariyle kan ağlıyor. Daha birkaç sene öncesine kadar 50–100 milyar liralık hava parasıyla ancak tutulabilen işyerlerinin birçoğu, bugün için bomboş durumda. Çoğunun kapısında "Kiralık işyeri" diye yazıyor da, buralarda gelip iş yapacak kimseyi bulamıyorlar.
Evet, bilhassa iç piyasaya hitap eden imalat, yer yer cidden can çekişiyor. Yatırımcı yatırım yapmaktan, tüccar mal satmaktan ürkmüş, korkmuş bir vaziyette.
Mevcut hükümetin ekonomi politikasına güven kalmadığı için, artık yatırım yapmak, yahut piyasaya açılmak yerine, herkes elinden geldiğince müşteri portföyünü daraltmaya ve önceden sattıklarının parasını tahsil etmeye yönelmiş durumda.
Ne yazık ki, daha sonrası için de kimsenin ne sağlıklı bir öngörüsü var, ne de mevcut hükümete güveni.
Oysa, vatandaş ekseriyeti iktidar partisine kuvvetli bir destek ve çok parlak bir kredi vermişti. Şimdi ise, durum farklı görünüyor. Ancak, ortaya henüz bir alternatifin çıkmamış olması, kafalardaki soru işaretlerinin artmasını netice veriyor.
Ümit ve temenni edelim ki, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından biri olan "iktidar alternatifi" mevkii boş kalmasın ve bu makamın hakkını verecek bir siyasî hareket meydana çıksın da, millet ekseriyetini şu iç karartan handikaplardan bir an evvel kurtarmanın yolunu açsın.
"Allahû ekber"siz cenaze namazı
Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım (bir rivâyete göre 9 Kasım) günü ölen M. Kemal'in cenaze namazı, on gün sonra yine aynı yerde kılındı.
Cenaze, 19 Kasım 1938 günü Ankara'ya götürülmek üzere hazırlanmıştı. İşte tam bu esnada, cenaze namazının kılınıp kılınmaması tartışma konusu oldu.
Cenaze organizasyon heyeti, katafalkın camiye götürülmesine de, Müslümanlar için bir "farz–ı kifâye" olan namazının kılınmasına da karşıydı. Gerekçe ise, M. Kemal'in Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ibadet için hiç camiye gitmemesi ve namaz kılmaması olarak gösteriliyordu.
Ancak, M. Kemal'in kızkardeşi Makbule Hanımın "Cami dışında olsa bile, yine de cenaze namazının kılınması" yönündeki arzusu ve ısrarlı talebi, gelişmelerin seyrini değiştirdi. Heyet, bu isteğe karşı çıkamadı ve cenaze namazının saray dahilinde kılınmasını kabul etti.
Bu iş için uygun görülen isim ise, "din felsefesi hocası" (müstakbel Diyanet Başkanı) Prof. Şerafettin Yaltkaya oldu. Alelacele ve sabahın çok erken bir saatinde Dolmabahçe Sarayı'na çağrılan Prof. Yaltkaya, cenaze namazını çok farklı bir şekilde edâ etti. Yaltkaya, orijinal kudsî tâbirleri kullanmak yerine, namazı toplam dört dakika süren Türkçe tekbir, duâ ve selâmlar eşliğinde kıldırdı.
Şöyle ki: Namaza dururken "Allahû ekber!" diye tekbir getirmek yerine "Tanrı uludur" diyerek ellerini bağlayan Yaltkaya, sağa ve sola doğru selâm verirken de "Esselâmû aleyküm verahmetullah" demek yerine ‘‘Esenlik üzerinize olsun’’ ifadesini kullandı.
NOT: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: 1) 10 Kasım 1998 tarihli Hürriyet'ten Murat Bardakçı'nın yazısı; 2) Anadolu Ajansı'nın 10 Kasım 2004 tarihli haber bülteni. (www..aa.com.tr)
* * *
Bugün için belki çok garipsenecek olan "Allahû ekber"siz ibadet biçimi, esasında 1932'den tâ 1950 Haziran'ına kadar resmî ve alenî şekilde okunan bütün ezanlarda ve kılınan bütün cenaze namazlarında aynen uygulanagelmiş. Zira, başka türlüsü kànunen zaten yasaklanmış ve suç sayılmıştı.
Tam 18 yıl müddetle uygulanan bu yasağa göre, ezan okunurken de, kamet getirirken de, hiçkimse açıktan veya duyulacak bir ses tonuyla "Allahû ekber" diyemezdi.
Tabiî, cenaze namazı dahil olmak üzere, "Allahû ekber"siz yapılan farz ibadetlerin İslâm dininde nasıl karşılandığı ve ne ölçüde makbul olduğu ayrı bir tartışma konusu.
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|