|
|
Robert MİRANDA |
Müslümanlar asla bölünmeyecek |
|
Şunu söylemem gerekir ki, Müslüman kadınlara büyük bir saygı hissi duyuyorum. Amerika’daki Müslüman kadınlar ne yazık ki en az siyahî kadınlar kadar ayrımcılığa ve meşakkate maruz kalmaktadırlar. Bu meşakkatler, siyahî kadınları adi ve bayağı, Müslüman kadınları ise birer terörist olarak lanse eden vahşi bir sistem aracılığıyla uygulanmaktadır.
Fakat bu sistem, toplumun geri kalanını Müslüman kadınların aslında İslâm tarafından ezildiği konusunda ikna etmeye çalışarak kendi ezici ve yok edici rolünü gizlemeye çalışmaktadır.
Ben Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir âyetinde kadınları ezmek ve ikinci sınıfa koymak ile ilgili tek bir kelimeye bile rastlamış değilim. Hiçbir kimse de Kur’ân-ı Kerim’den erkeğe kadınları ezme, saygısızlık gösterme ve onları kontrol etme gibi bir hakkı veren herhangi açık bir âyet getiremez, yahut üretemez...
Gerçekten de, İslâm kadının ezilmesine karşıdır. Kadına ve erkeğe eşit haklar verir. Bunun aksini iddia eden herkes ancak ve ancak kendi sığlık ve cahilliğini göstermiş olur.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki kadın ve erkekler hayat pratiğinde farklı konum ve rollere sahiptirler. Başarılı medeniyetler farklı insanlara farklı görevler tayin edilmesi yoluyla işlerini yoluna koyar; sözgelimi bir insan lider konumunda iken, öteki ise düşünce adamıdır gibi...
Amerikalılar yanlış bir Müslüman erkek algısı taşırlar. Birçok Amerikalının gözünde Müslüman erkekler, kadınları üzerinde baskı kuran ve ezen kişilerdir. Bu algı aslında İslâm karşıtı Amerikan medya ağı tarafından pompalanmıştır ve böylece bilhassa kadın konusunda gerçek dışı ve yalan yanlış bir İslâmiyet imajı yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Bununla birlikte, ne yazık ki şunu kabullenmek gerekir ki, Müslümanlar birbirlerine saygı göstermede ve hassas davranmada sınavı tam olarak geçememiştir. Fakat bu durum aslında dünya medeniyetinin hepsi için geçerli olan bir bozulmadır. Birbirimizi ezme problemi sadece Müslümanlara özgü bir sorun değildir, bu mesele bütün insanlığın ortak sorunudur. Aynı zamanda bu problem Müslümanların yüzleşmesi gereken bir problemdir.
Aslında Amerikalıların Müslüman erkeklerin kadınları ezdiği düşüncesine sahip olmaları oldukça tabiîdir, çünkü bu insanlar İslâmiyet hakkında gerçek mânâda hiçbir şey bilememektedir.
Bazı Müslüman erkeklerin kadınları ezmesi ise asla İslâm’ın suçu değildir. Çünkü İslâmiyet kadınlara kötü davranmayı emretmemektedir. Bunu iddia edenler ise, aslında İslâm’a karşı bir plan ve ajandayı izlemektedirler, yoksa onların derdi Müslüman erkeklerin kadınlar konusundaki görüşlerinde reform yapmak falan değildir.
İslâmiyetin problemin kaynağı olduğunu gösteren sözde bilimsel çalışmalar ise, İslâm karşıtı propaganda yapan çalışmalardan başka birşey değildir. Bunların çoğu da, İslâmiyetin yerine onun daha sulandırılmış bir versiyonunu getirmeye çalışan geri kafalı neo-con hareketlerin propagandalarıdır.
Kur’ân şifreli olmayan, ap açık, sansürsüz bir kitaptır. Kur’ân kadınlara mülk edinme ve boşanma hakkı vermektedir. Kur’ân der ki; “Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” (Nisa Sûresi, 32. âyet). Kur’ân-ı Kerim’de bir çok âyet insanlar arasında eşitliği sağlamaya çalışan mesajlar olarak yorumlanabilir.
Amerika’da ve diğer Batı kültürlerinde, kadınlar, erkekler tarafından hem fiziksel, hem de psikolojik olarak Müslüman toplumunda olduğundan çok daha fazla baskı görmekte ve suistimal edilmektedirler. Milwaukee’de psikiyatri eğitimi veren Dr. Selahattin Kurter, “Bir çok bilimsel araştırma göstermiştir ki, Batı toplumlarında kadının maruz kaldığı baskı ve suistimal oranı Müslüman toplumlarından çok daha üst seviyelerdedir” tesbitinde bulunmaktadır.
Ayrıca Amerika’daki Müslüman kadınların baskı ve zulüme maruz kalması İslâmiyet'in kabahati değildir. Bilâkis bütün Müslümanları terörist olarak lanse eden ve her kötülüğün kaynağı olarak göstermek isteyen bir sistem tarafından saldırıya maruz kalmaktadırlar. Müslüman erkeklerin kadınları ezdiği ve suistimal ettiği fikri, İslâm karşıtları tarafından Müslüman erkek ve kadınları arasına nifak sokmak amacıyla yapılan bir propagandanın ürünüdür.
Ancak Müslüman kadın ve erkekler arasında böylesi bir fitne asla filiz vermeyecektir. Allah büyüktür...
TERCÜME: UMUT YAVUZ
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bozulan dehşetli plan |
|
Atatürk’ün dine bakışıyla ilgili birkaç noktaya temas ettiğimiz son yazılarımız üzerine, “Kur’ân ve hadis kitabı tercüme ettiren bir insanın dine karşı olumsuz bir tavır içinde olduğu söylenebilir mi?” diyenler oldu.
Hakikaten Elmalılı Hamdi Yazır’ın Elmalılı tefsiri olarak bilinen meşhur eseriyle Babanzade Ahmet Naim Beye hazırlatılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesinin, Atatürk’ün talimatıyla yazdırıldığı, herkesçe bilinen bir gerçek.
Kur’ân tercümesinin İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif’e teklif edildiği ve onun başlangıçta kabul edip bir miktar yaptığı, ama bilâhare asıl niyeti sezdikten sonra vazgeçip, o vakte kadar yazdığı kısmı yakarak imha ettiği de bir başka hakikat.
İşin perde gerisindeki bu niyet, millî mücadele kahramanlarından olduğu halde, zafer sonrasında dışlananlardan Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den aktardığı sözlerde açığa vuruluyor:
“Evet, Karabekir; Araboğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Tâ ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler...” (Paşaların Kavgası, Yayına hazırlayan: İsmet Bozdağ, s. 159; aynı bilgi, Karabekir’in, Uğur Mumcu tarafından düzenlenip 10-29.1.1990 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen hatıralarında da var.)
M. Kemal’in “Araboğlu” dediği, Peygamberimiz (a.s.m.); “yave,” yani “safsata ve saçmalık” olarak nitelediği de Kur’ân’ın âyetleri. Hâşâ!...
{Bediüzzaman Hazretleri “Kur’ân’a karşı suikast” olarak vasıflandırdığı ve “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin” sözüyle açığa vurulduğunu belirttiği “dehşetli plan”dan söz ederken, bu olayı anlatıyordu. (Sözler, s. 425)}
Karabekir’in naklettiği hatırayı tamamlayan bir bilgi de, 1932-33 yıllarında ABD Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill’in, Atatürk’le din konusunda yaptığı özel sohbetle ilgili izlenimlerini yazıp Washington’a gönderdiği raporda yer alıyor. Musevî yazar Rıfat Bali’nin tercüme edip Toplumsal Tarih dergisinde yayınladığı raporun tam metni 6.9.06 tarihli Radikal’den iktibasen, ertesi günkü Yeni Asya’da çıkmıştı.
Raporda anlatılan görüşmede Türkçe Kur’ân ısrarını “Türk halkı uzun zamandan beri ezberden okuduğu Arapça duaların gerçek mânâsını anladığı zaman tiksinecek” iddiasına dayandıran M. Kemal’in tavrını Büyükelçi, “Kur’ân’ı Türkler arasında gözden düşürme” niyetiyle açıklıyor.
M. Kemal’in “Türkler Arapların dinini kabul etmezden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuttu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdular” sözleri de aynı niyetin bir başka boyutunu ve tezahürünü ortaya koyuyor.
Türklerin “bilmedikleri ve anlamadıkları bir dille” yazılan Kur’ân’ı okumalarını “Beyni sulanmış hafızlara döndüler” diyerek aşağılaması da.
Bu bilgiler de, Atatürk’e en yakın isimlerden Afetinan’ın hazırladığı “Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında mevcut.
Bütün bunlar bir araya geldiği zaman tablo netleşiyor. Ve buna karşı, özellikle Kur’ân’ın mucizeliğini iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispatlayan Risale-i Nur’un ilâhî bir tavzif ve istihdamla telif ve neşri bu dehşetli planı bozuyor.
Elmalılı tefsiri de, yazdırılışındaki maksat ve niyet başka olduğu halde, o neticeyi vermiyor. Kur’ân, tefsirini o işte kullanılmaktan koruyor.
Asıl niyet, Türkçe Kur’ân’la başlatılan projeyi Türkçe ezanla devam ettirip Türkçe ibadetle bir ileri aşamaya taşımak suretiyle işi çığırından çıkarmak; sonra Kur’ân mealiyle hadis tercümelerindeki—hâşâ—“yave”leri serrişte edip mukaddes kitabımızı ve Peygamberimizi gözden düşürmeye yönelik bir kampanya başlatmaktı.
Ama Allah fırsat vermedi, yapamadılar...
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Şeytan ve şerlerin yaratılış hikmetleri |
|
Uçsuz bucaksız kâinatı hayat hakikati ve sonsuz gayeler için yaratan Cenâb-ı Hak, bütün âlemleri meleklerle şenlendirdiği gibi, yeryüzünü de bitkiler, hayvanlar ve insanlarla şenlendirmiştir. Her şey hayata hizmet etmektedir.
Kâinatın içinde özel bir yeri olan ve imtihan meydanı olarak seçilen dünyamızda bitki, hayvan ve insanların dışında cin denilen bedensiz varlıklar da yaşamaktadır. Onlar dahi insanlar gibi imtihan edilmektedirler.
Melekler nurdan yaratılmış, bedensiz ve şuûrlu varlıklar olduğu gibi, cinler de dumansız yalın ateşten yaratılmış bedensiz ve şuûrlu varlıklardır. Ancak, melekler nefis taşımadıklarından imtihana tâbi tutulmayan, ne emrolunmuşsa onu sadâkatle yapan itaatkâr kullardır. Cinler ise, nefis taşıdıklarından imtihandan geçmektedirler.
Son peygamber Hazret-i Muhammed (asm) hem insanlara, hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Bu yüzden Resûlüssakaleyn (asm) unvanına sahiptir. İslâm dinine inanan cinlere “Müslüman cinnî”, inanmayanlarına “Kâfir cinni veya şeytan” denilir. Şeytanlar, kalbinde mârifet bulunmayan ve bütün işleri idlâl ve insanları saptırmak ve doğru yoldan çıkarmak olan cinlerdir.
Hazret-i Âdem (as) ve Hazret-i Havva validemiz, özlü çamurdan ve kurutulmuş balçıktan Cennette yaratılmışlardır. Kur’ân âyetlerinde anlatıldığı şekliyle, bütün meleklere “Hazret-i Âdem’e (as) secde edin” emri verildiğinde, hepsi emre itaat ederek secde ettikleri halde, Azâzil isimli İblis kibirlenerek secde etmedi. Gerekçe olarak da, kendisinin ateşten, Âdem’in topraktan yaratıldığını ve ondan üstün olduğunu gösterdi. Böylece, Allah’ın rahmetinden kovuldu. Ancak, Allah’ın yasak ettiği meyveden yemeleri halinde ebediyen Cennette kalacaklarını söyleyerek Hazret-i Âdem (as) ve Havva vâlidemizi kandırdı ve Cennetten çıkartılmalarına sebep oldu. İnsanları saptırmak için de Allah’tan mühlet istedi. Allah da o mühleti verdi. Hazret-i Âdem (as) ve Havva validemiz yeryüzünün farklı yerlerine indirildi. Uzun yıllar birbirlerini aradıktan sonra, nihayet Allah’ın rahmeti sayesinde Arafat Dağında, Cebel-i Rahme tepesinde buluştular. Havva validemiz kırk doğum yaptı ve her seferinde bir oğlan ve bir kız dünyaya geldi. Aynı senede doğanların evlenmeleri yasak olduğundan, bir önceki doğanlarla bir sonrakiler Allah’ın emriyle evlendirilerek yeryüzünde insan nesli çoğalmaya başladı. Kadın yüzünden ilk cinayet, Kabil ile kardeşi Habil arasında çıktı. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü. İnsanları yoldan çıkarmakla vazifeli şeytan Kabil’i kandırmıştı. Hazret-i Âdem (as) ve Havva validemizle birlikte Cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilen şeytan iş başındaydı.
Bediüzzaman Hazretlerinin tesbit ettiği gibi, Hazret-i Âdem (as) ve Havva validemiz Cennette kalsaydı, melekler gibi makamları sabit kalır, mahiyetlerine ekilen nâmütenâhî istidat ve kabiliyet tohumları inkişaf etmezdi. Makamları sabit olarak Allah’a kulluk yapan melekler hadsiz olduğundan, insan nev'îni yaratmaya gerek kalmazdı. Cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilmeleri, şeytan, şer ve musibetlerin musallat olmalarıyla inkişaf eden kabiliyetleri sayesinde, Allah’ın insanı yaratma sırrı ortaya çıktı. Gerçi bu imtihan ve şeytanlar yüzünden ekser insanlar dalâlete sapar ve Cehenneme gider. Fakat, ehemmiyet keyfiyet ve kalitede olduğundan, çoğu insanların dalâlete düşmeleri anlamını kaybeder. Zira, yüz hurma çekirdeği bulunan bir adam, onları toprağa ektiğinde sekseni bozulsa, yirmisi yirmi hurma ağacı olsa, o yirmi ağacın sahibine kazandırdığı kâr ve menfaat, o seksen çekirdeğin bozulmasını hiçe indirir ve anlamsız kılar. İşte, şeytanların yaratılması ve insanlara musallat olması, şer ve musibetlerin varlığı, Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap olunması sayesinde, insan nev'îni şereflendiren ve insanın kıymetini gösteren yüzde yirmi kazanılmış insan taifesinin ortaya çıkması, kaybeden yüzde sekseni hiçe indirdiğinden Allah’ın hikmeti bu imtihana müsaade etmiş.
Onur Turan kardeşimizin kültür merkezimizde sunduğu ve daha bir çok noktaları ihtivâ eden bu risâle semineri gerçekten verimli olmuş ve soru-cevap bölümüyle bir buçuk saati bulmuştu.
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail TEZER |
Ölüm düşüncesi üzerine... |
|
“Zeval-i elem, lezzet olduğu gibi,
zeval-i lezzet dahi elemdir.”
Bediüzzaman
irkaç gün önce Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök yazısında şöyle bir cümleye yer verdi:
“İnsan yaşadığı sürece ölüm yoktur. Öldüğü zaman ise zaten hayat yoktur.”
Özkök, bu cümlenin ölüm korkusuna karşı kendisini teselli ettiğini söylüyordu. Peki bu cümleyle teselli olan kaç kişi vardır acaba?
Açık söylemeliyim ki, bu cümle beni hiç teselli etmedi.
“İnsan yaşadığı sürece ölüm yoktur. Öldüğü zaman ise zaten hayat yoktur” cümlesi, başka bir soruyu taşıdı çünkü dünyama:
“Hayatı sona erdiren bir ölüm düşüncesi var olduğu sürece insan yaşıyor mudur ki?”
Yani ölümü her şeyin bitişi olarak algılayan bir hayat ne kadar hayattır. Son bulmaya mahkûm bir hayat, hemen son bulmalı değil mi? Aldığım bütün bu zevkler bir gün bitecekse, hemen bitsin daha iyi, değil mi?
Hani Tolstoy “Ejderhayı ve tutunduğum dalı kemiren fareleri gördüğümde ise, artık hiçbir baldan tat alamaz oluyordum” diyordu ya. Onun gibi birşey bu.
Aslı Suhuf-u İbrahim’de yer alan bu temsili Bediüzzaman çok güzel tâbir eder:
Ejderha ölümdür, kabirdir... Ömür dalını kemiren siyah ve beyaz iki fare ise, gece ve gündüz...
Bal ise dünya lezzetleri...
Söyleyin bana, takvimden kopardığım her yaprak, gözlerimin önünden kayıp giden sevdiklerim, minareden işittiğim salâ, yolda giderken rastladığım mezarlık, her gün gazete sayfalarında gördüğüm ölüm haberleri, taziyeler vs... hepsi bana ölümü hatırlatırken, ben nasıl sağlıklı bir psikolojiye sahip olabilirim ki?
Heyhat! Kendimi kandırarak mı?
Yani ölümün bir son olduğu düşüncesinden kaçarak mı? “Öldüğüm zaman ise zaten hayat yoktur” diyerek mi?
Zaten hayat yoksa ben niye yaşıyorum ki?
Aldığım bu lezzetler niye?
“Ölüm düşüncesi ölümün kendisinden daha ıztıraplıdır” der Schopenhauer. Bitmeye mahkûm bir lezzet, şimdi bitsin daha iyi. Çünkü bana lezzet değil, acı veriyor bu düşünce... Hem de her an... Dayanamıyorum bu hâle...
Yok yok... Beni hiç teselli etmiyor bu cümle... Gerçeklerden kaçmak bu...
Deve kuşu misâli bir aldanış... Güya avcı beni görmesin diye kafayı kuma gömmek... Ben görmeyince, o da görmez! Ben düşünmeyince, o da düşünmez!.. Koca gövde dışarıda halbuki... Ben gerçekleri görmek istemesem de, o beni görüyor ve beni yakalayacak bir gün kesin...
“Yaşadığım sürece ölüm yoktur” diyemiyorum maalesef. Çünkü yaşadığım sürece o benle ve her yerde. Kimi zaman yanıbaşımda, annemle ve babamla, veya bir sevdiğimle...
Ondan kaçış yok...
Ve o bir sonsa, bu son şimdi olmalı... Özkök’ü teselli eden cümle, benim hayatımı devam ettirmeme, mantıklı ve kendimle barışık bir hayat sürmeme yetmiyor anlayacağınız.
Mertçe de gelmiyor bana... Çünkü gelmesi kesin bir gerçekten kaçıyorum. Ölümün yüzüne merdâne bakamıyorum...
Özkök, Allah’a inandığını söylüyor; ama Ahiret fikrine pek yanaşmıyor gibi... Pek düşünmek istemiyor ölüm sonrasını... En azından, kendini teselli ettiğini söylediği cümleden böyle anlaşılıyor. Bilmiyorum bu hayatı nasıl sürdürüyor?
Tolstoy tercüman oluyor yine duygularıma; ölümü bir son gibi düşündüğümde “Hayatım, birisinin bana yaptığı aptalca ve sinir bozucu bir şaka” demekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Bediüzzaman’ın, ahiret olmazsa “şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne (hikmetli icraatlar) ve ef’âl-i kerîmâne (ikram fiilleri) ve ihsanât-ı rahîmânenin (şefkatli ihsanlar) sahibini—hâşâ, sümme hâşâ—sefih bir oyuncu, gaddar bir zâlim olduğunu kabul etmek lâzım gelir” demesinde olduğu gibi.
Öyle ya, birisi seni yaratıp bu dünyaya göndersin, ama desin: “Bak çeşit çeşit zevk ve lezzetler var bu dünyada, hepsini senin için yarattım, tadabilirsin, ama çok değil az bir süre sonra seni (bilmediğin bir vakitte, hem de âniden) çekip alacağım o lezzetlerin içinden, yani her şey bitecek, yok olacaksın.”
Aman Allah’ım, ne kadar azap verici bir düşüncedir bu, ne işkenceli bir hâldir...
Evet, ya Allah inancıyla birlikte Âhiret de olmalı, ya da hiçbir şey olmamalı...
Hayatın anlamı, ölümün yeni bir hayatın kapısı olmasında saklı...
Bediüzzaman ne kadar da güzel söylemiş:
“Mâdem dünya var... Elbette, dünyanın vücudu gibi kat'î olarak âhiret de var.”
.....
Peki bu bir aldanış mı? Kendini aldatmak mı? Ya da Özkök’ün deyimiyle ‘dinin bize anlattığı öteki hikâyeler’ mi?
Hayır, bu hayatı anlamlı kılan tek şey... En mantıklı gelen hâli... Ve ben buna inanıyorum.. Hem de bütün zerrâtımla. Hamdolsun Allahıma. Verdiği iman nimetine...
Bu inancımı sürdürdükçe de rahatlıyorum. Ölümden korkmayan, kendimle ve ölümle barışık bir hayat...
İnsanlığımı hissettiğim, tattığım bir hayat tarzı...
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Çok mu kirlendik? |
|
Kamuoyu, hemen her gün yeni bir operasyon haberiyle sarsılıyor. Gün geçmiyor ki ünlü bir kişi yolsuzluk ya da benzeri suç isnadıyla gözaltına alınmasın. Acaba bu operasyonlar, kirlenmenin büyüklüğünü görmemize sebep olabilecek mi?
Konya merkezli olarak gerçekleştirilen son operasyon, bir rektörün ve onlarca akademisyenin gözaltına alınmasına sebep oldu. İddia ve isnadların doğruluk derecesini ve soruşturmanın neticesini şimdiden bilemeyiz, ama dile getirilen iddialar “şuyuu/duyulması, vukuundan/gerçekleşmesinden daha kötü” dedirten iddialar var.
Tabiî ki yaşanan bu hadiseler, yıllardan beri devam eden bir fırtınanın, bir tahribin neticesi. Bir gün ya da bir yılda bu hallere düşmediğimize göre, hadisenin sebeplerini iyi tahlil etmek gerekir. Toplumun örnek alması gereken kişi ya da kurumların, devamlı sûrette yolsuzluk ve usulsüzlükle hatırlanması hayra alâmet değil. Tecrübeli kişiler böyle durumları değerlendirirken, “tuz kokmuş” derlerdi. Günümüzde tam da bu hâli yaşıyoruz.
Türkiye’yi idare edenler, ciddî bir tercihle karşı karşıya. Ya hadisenin temeline inip, kalıcı çareleri arayacaklar; ya da porblemlerin üstünü örtüp, çözümü ertelemeyi tercih edecekler. Oysa problemleri inkâr edip, öteleyerek bir yere varılamadığının görülmüş olması gerek. İnkâr ya da çözümü erteleyerek problemler problem olmaktan çıksaydı şimdiye kadar hiçbir problemimizin kalmamış olması gerekirdi. Tam aksine, dertler birikiyor ve içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Kafa yorulması gereken soru şudur: “Toplumu derinden sarsan bu ahlâk bunalımından nasıl çıkabiliriz?”
Çare babından pek çok konu dile getirilebilir ve nitekim getirenler de oluyor. Ama kalpleri ıslâh etmeyi hedef almayan hemen hiçbir teklif bu krizden çıkmamıza çare olamaz.
Bütün dünya çevre kirliliği ve küresel ısınma gibi problemlerle boğuşuyor. Elbette bu konularda verilecek mücadele çok önemlidir. Fakat asıl kirlenme ve ‘ısınma’ insanların ruh dünyasında yaşanıyor. Ruh dünyasını temizlemeden, iç bünyede meydana gelen ‘ısınma’yı bertaraf etmeden maddî anlamdaki kirlenmeyi de, yolsuzluk ve usulsüzlük gibi dertleri de bertaraf edemeyiz.
Rüşvet, yolsuzluk ve usulsuzlük gibi toplumu içten içe kemiren ‘belâ’lara karşı bu ortak çarede fikir birliğine ulaşılabilse, emin olun ‘sarsıcı operasyon dalgaları’yla karşı karşıya kalmazdık. Bir gazete, sözkonusu operasyonları duyururken “Rektör okyanusta boğuldu” demiş. (Yeni Şafak, 18 Kasım 2008) Malûm, “Okyanus” emniyet kuvvetlerinin operasyona verdiği isim... Keşke; ‘rektör’ gibi, en başta yarının büyükleri olan genç öğrencilere örnek olması gereken kişiler ‘okyanus’larda boğulmasa. Boğulmak ne kelime, keşke hiçbir zaman ayakları dahi ‘kirli’ sulara değmese...
Maalesef; inançları bir yana bırakan sistem, cemiyeti kirletti. Bu kirlikten uzak durabilmek için duâ edelim...
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Türkiye’nin unutulan bir zenginliği |
|
Türkiye’nin sahip olduğu insan kaynakları sadece denizcilikte değil hemen hemen bütün iş kollarında ülkemize büyük bir avantaj sağlamaktadır. Ben sadece kendi sektörüm ile ilgili olarak yani denizcilik ile ilgili bazı fırsatlardan ve problemlerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle denizcilik sektörünün son yıllardaki durumuna bakarak bir değerlendirme yapalım.
Denizcilik dünyanın en ağır mesleklerinden biridir. Bir araştırma kuruluşu madencilik sektöründen sonra en ağır iş kolunun denizcilik olduğunu öne sürmüştür.
Gerçekten de karşı karşıya kalmış oldukları tehlikeler ve ölümcül yaralanmalar bakımından en zor mesleklerin başında denizcilik gelmektedir. Denizciliği ata mesleği olarak kabul eden ülkeler başta Avrupalılar insan kaynaklarının yani nüfus yoğunluğunun azalması sebebiyle denizcilik yerine daha kolay mesleklere ve belirli standartlara yönelmişlerdir.
Bunun yanı sıra taşımacılıkta ve özellikle de gemilerde birtakım değişiklikler, gelişmeler olmuştur. Bunlar, taşımada verimliliği arttırmış fakat denizciliğin özünü tamamen değiştirmemekle birlikte işletmeler ve ekonomilerin pazar kavgasındaki en önemli aracı olmuştur.
Bu anlayış gemilerde hemen hemen her şeyi değiştirmiştir. Taşıma kapasitesi büyümüş; gemilerde ve limanlarda insan gücü tasarrufu öncelik kazanmıştır. Bu arada “çok amaçlı” insan arayışları hızlanmış; diline, dinine ve uyruğuna ve hatta çalıştığı gemiye bakılmaksızın denizciler “standart” olmaya itilmiştir.
Rasyonel gemi çalıştırma “rasyonel insangücü” düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Gemiler rasyonel taşıma uğruna daha az sayıda ama çok amaçlı gemiadamıyla donatılır olmuşlardır. Geçmişin 40–50 kişiyle donatılan ticarî gemileri günümüzde bu sayının yarısından daha az sayıda denizciyle seferlerini çevirmektedir.
Gemi çalıştırmada verimlilik arayışı gemiyi limanda az, denizde (seyirde) çok tutma yönünde olmuştur. Bu durum ise gemiadamlarının “meslek ömrü”nü kısaltmıştır. Bir araştırma kuruluşuna göre 50’li yılların “sefer içinde limanda kalmaya ağırlık veren” anlayışında gemiadamının meslek ömrü 20 yılın üzerindeyken, günümüzde bu süre 10 yılın altına inmiştir. Bir anlamda bu, geminin teknik ömrü içinde (genelde 20 yıl) 2–3 kat fazla insangücü ihtiyacı demektir.
Günümüzün “teknolojik” denizcisi “denize dayanıklı” kişi olmaktan artık çıkmıştır. Ticaret denizciliğinin büyükleri, kendi insanlarının ortaya çıkardığı boşluğu kısmen “gemiadamı ithalatıyla” gidermeye çalışmış; kimi zaman da insangücü sayısına ve kalitesine bir zamanlar önem vermeyen serbest bayrak konseptini yeşertme uğraşı vermiştir.
Dünya genelinde 52.000 eğitimli gemiadamı (kaptan, başmühendis/ makinist, güverte zabiti, vardiya mühendisi/ makinisti) açığı vardır. Dünya deniz ticaret filosunun 90.000 dolayında gemiden oluştuğu düşünülürse neredeyse filonun % 80’inde eğitimli gemiadamı eksiği bulunduğu anlaşılacaktır.
Verimli taşıma anlayışı rasyonel gemiyi, rasyonel gemi de “rasyonel” denizciyi meydana getirmektedir. Özellikle “rasyonel gemiadamı” talebi çoğalmıştır. Arayışlar, uyruğu, dili, dini, gemisinin bayrağı ne olursa olsun, gemiadamını globalleştirmiştir.
Batılı denizci ekonomiler, eriyen, ama ithal yoluyla dengelenmeye çalışılan gemiadamı potansiyelini “global gemiadamı” modeli oluşturarak koruma azmindedir. Bunun için de bir uluslar arası konvansiyon oluşturulmuş ve STCW 78/95 kısa adıyla bilinen bu Konvansiyon dünya denizlerinde uygulama alanı bulmuştur. Amaç denizlerden çekilen Batılı gemiadamlarının yerine Batının aradığı standartta (yahut o standarda yakın) gemiadamı yetiştirilmesini hedeflemektedir. Sözleşmenin “perde arkası” yani amacı budur.
Dünyada eğitimli gemiadamı açığı vardır. Batılı ekonomilerde gemiadamı potansiyeli erimektedir. Denizcinin “mesleğe hizmet” ömrü normal hizmet ömrünün neredeyse üçte birine düşmüştür. Karaya kaçışın hızlanması anlamına gelen bu durum; denizde çalışmayla karada çalışma arasında kişisel gelir yönünden pek fark kalmayışı, dolayısı ile de denizin cazip olmaktan çıkması, verimli taşıma anlayışının gemileri “limancı” olmaktan çok “pervane döndürmeye” itmesi gibi nedenlere açıklanabilir.
Bazı ekonomiler gemiadamı ihtiyacını ithal yoluyla sağlamaktadır. Zaten gemiadamı standartlarının yüksek tutulmasında da bu sebep ön sırayı almaktadır. Batılı ekonomilere gemiadamı sağlayan ekonomiler vardır. Bu ekonomiler bu amaca uygun düzeni de oluşturmuşlardır. Filipinler, Malezya, Çin, Hindistan, eskinin Yugoslavya’sı, bugünün Ukrayna’sı gibi.
Bu ekonomilerden özellikle Filipinler ve şimdilerde Çin bu boşluğu iyi saptayarak insangücü ihraç eden ülkelerin başını çekmektedirler. Önemli döviz geliri de sağlamaktadırlar. Hatta bunlardan Filipinler dünya deniz ticaret filosunun her beş gemisinden birini donatır duruma gelmiştir.
Türkiye’de ise insangücü fazlalığı vardır. Bu potansiyelin değerlendirilmesi ve yönlendirilmesi konusunda kurumlarımız yeterince organize olamamaktadır. Ancak, bu organizasyonun devlet müdahalesiyle değil, yönlendirmesiyle ve bilinçli olarak yapılması gereklidir.
Türkiye, dünya denizcilik piyasasında yaşanan bu gelişme ve değişmeleri sadece izlemiş ama değerlendirememiştir. Denize insangücü ihraç eden ülkeler kendilerine ticarî, ticarî olduğu kadar da diplomatik katkı sağlarken Türkiye nedense bunu yeteri kadar başaramamıştır. Kişisel çabalarla yabancı gemilerde iş bulabilmiş denizcilerimize devletimizin neredeyse hiçbir katkısı olmamıştır. Ayrıca Türk gemiadamlarının diğer uyruklardaki gemiadamlarına denkliği ile ilgili olarak yeterince çalışmalar yapılmamıştır. Kısaca gemiadamına devletçe gereken önem verilmemiştir. Denizcilik sektörünün önemli bir gücü olan gemiadamlarının Denizcilik Müsteşarlığı bünyesinde özgün bir Genel Müdürlüğü dahi yoktur.
Türkiye, Batılı ekonomilerin eriyen gemiadamı portföyüne yönelerek işsizlik problemine kısmi bir çözüm bulabilecektir.
Büroların ve yaygın öğretim kurumlarının /(kurslar, gemiadamı eğitimine yönelmiş dershaneler gibi) STCW Sözleşmesinin aradığı eğitim-öğretimi yerine getirmek ve bu konuda sorumluluk üstlenmek şartıyla yabancı gemilere gemiadamı gönderebilmeleri için ilgili mevzuata değişiklikler, esneklikler getirilmelidir.
Devlet, ikili anlaşmalar yoluyla yabancı gemilerde çalışacak gemiadamlarının sosyal, kültürel ve ekonomik haklarını güvence altına almalıdır. Bu bağlamda dünya denizcilik örgütleri ile ilişkiler geliştirilmeli, Türk gemiadamlarının da yabancı gemilerde dünya standartları ile çalışmaları için girişimler başlatılmalıdır.
Ayrıca Türk gemiadamlarının yabancı gemilerde çalışmaları ve böylesi çalışma ortamına uyumunu sağlayacak dil, yabancı gemide yaşam, işbaşı eğitimi, mesleki eğitim ve benzeri konularda görsel ve yazılı eğitim programları geliştirilmelidir. Bu konuda armatörlerin bencil yaklaşımından özellikle uzak durulmalıdır. Armatörler öncelikle kendi ihtiyaçlarının karşılanması ve yüksek ücret ödememek için devletin bu ve benzer çalışmalar içine girmesine engel olmaktadırlar. Bu maksatla kendi örgütleri vasıtası ile devlete akıl vererek denizcilerin bütün dünyada sahip olduğu hakları kısıtlamaya çalışan bu anlayış derhal terk edilmelidir. Zira kaliteli denizcilere sahip olunduğu takdirde bundan en fazla istifade edecek olan yine armatörlerimiz olacaktır.
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Nur'un kahramanı |
|
“Ben, bütün ömrümde, bu derece, bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamıştım.”
Bu ifadeleri, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ehli kalp, gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, müdakkik, Risâle-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve güzelliklerini cesaretle herkese ilân eden, Denizli şâhidi ve şehidi Hasan Feyzi için kullanıyor.
Melâmi Tarikatının şeyhi Hacı Hasan Feyzi Efendi, asrın vekili, müceddidi dünyaya geldiği gün halifesine ahirzamanın görevlisi büyük müceddidi müjdeliyor. Ona tâbi olmasını öğütlüyor. Fakat bu müjdeye halifesinin yine aynı isimli halifesi Hasan Feyzi nâil oluyordu. O, şehirlerine gelen Bediüzzaman’ın müjdelenen bu son müceddid olduğunu anladığında müridlerini topluyor, onlara “Zamanın müceddidi buraya geldi. Ben ona tabi oluyorum. İsterseniz kendinize bir şeyh bulun. Arkamdan gelmek isteyenler Bediüzzaman’a tabi olsunlar” dediğinde istisnasız hepsi peşine takılıyordu. Son müceddid, dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imana tahşidat yapıyordu. İman insanı insan eder, üstelik onu sultan ederdi! İnsan ancak kötülükten imanla, imanın kuvveti derecesinde uzaklaşabilirdi! Hasan Feyzi ve müritleri de artık hem kendi, hem de başkalarının imanlarının kurtulması için kolları sıvamışlardı.
Hasan Feyzi, Kur’ân’ın bu asra ve gelecek asırlara bakan kuvvetli, hakikî ve tesirli bir tefsiri olan Risâle-i Nur’a bütün gönlüyle teslim olmuştu. Onun hak ve hakikatin lisanı ve Hakkın ilhamıyla yazıldığına inanıyordu. Onun çok feyizli bir kitap ve Kur’ân’ın malı olduğuna kanaat ediyordu. Mahkemelere bir mücrim ve maznun sıfatıyla değil bir muallim, bir mürebbî ve mürşid olarak çıktığını belirtiyordu.
Üstad Hazretleri Risâle-i Nur’a hizmetleri sebebiyle onu ve onun gibi Denizli kahramanlarını övüyor, onların bir iki sene zarfında yirmi sene kadar hizmet ettiklerini belirtiyor, “Biz Risâle-i Nur şakirtleri ebede kadar onların bu hizmetlerini unutmayız ve Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta hükmüne geçtiği gibi, hapishanesini dahi bir medrese-i Nuriye mânâsında biliyoruz”1 diyordu.
Bu Denizli kahramanı Hasan Feyzi, 1946’da zehirlenip Hakkın rahmetine kavuşacaktı. Bediüzzaman Hazretleri bunun bir tesadüf olmadığını belirtiyor,2 onun Üstadına bedel şehid olduğunu şu cümlelerle dile getiriyordu:
“...Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hafız Ali misüllü, bir mektubunda dediği gibi ‘Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!’ dediğini tasdiken Üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi büyük Hafız Ali’nin yanına gitmiş.”3
İşte bu iman ve Kur’ân hizmeti böylesine kahramanlarla bugünlere geldi.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 53-55
2- A.g.e., s. 111
3- Konferans Risâlesi’nden
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Alternatif arayışı |
|
Dört gün evvelki Ankara seyahatimiz esnasında, siyasiler gibi birçok çiftçi, esnaf ve ticaret ehli ile de görüşme, konuşma fırsatını bulduk.
Biz sorduk, onlar da mevcut durumlarını ve bilhassa son iki yıldır çekmekte oldukları sefillik derecesindeki dertlerini, sıkıntılarını anlattılar.
Hemen itiraf edeyim ki, Anadolu esnafının, çiftçi ve köylüsünün bu derece bir sıkıntı ve sefalet içinde bulunduklarını hiç, ama hiç tahmin etmiyorduk.
Belediye ve hükümet çevreleriyle iş gören imtiyazlı kesimi hariç tutacak olursak, toplumun orta ve alt grubunu teşkil eden vatandaş ekseriyetinin vaziyeti, cidden içler acısı bir manzara arz ediyor.
Meselâ, Ege Bölgesi ki, Türkiye'nin gerek tarım ve gerekse sanayide en verimli ve iyi durumdaki bölgesini teşkil ediyor.
Bölgedeki insanların şimdiki durumunu, Manisa eski milletvekili sayın Rıza Akçalı'dan dinledik; onun anlattıklarını ise, aynı bölgeden gelen çileli vatandaşlara da teyid ettirdik ki: Bölgedeki tarım ve ziraat kesimi hakikaten sefil ve perişan bir durumâ sürüklenmek sûretiyle, adeta eli kolu bağlı bir hale getirilmiş.
Satışları üretim maliyetini karşılayamaz, elden çıkardıklarının yerine yenisini koyamaz bir duruma gelmişler. Çaresizlik içinde çırpınıp duruyorlar.
Esnaf ve sanayi kesiminde ise, satış ve üretim adeta durma noktasına gelmiş. Bilhassa Ankara'da gördük ki: Fabrika imalatını durduran durdurana... İşyerini kapatan kapatana...
Haliyle bu durum, işsizler ordusuna yeni bölüklerin, birliklerin, kıt'aların katılmasına yol açıyor.
Ankara'nın vaktiyle en canlı olan Siteler bölgesindeki esnaf ve tüccar, inanın şu an itibariyle kan ağlıyor. Daha birkaç sene öncesine kadar 50–100 milyar liralık hava parasıyla ancak tutulabilen işyerlerinin birçoğu, bugün için bomboş durumda. Çoğunun kapısında "Kiralık işyeri" diye yazıyor da, buralarda gelip iş yapacak kimseyi bulamıyorlar.
Evet, bilhassa iç piyasaya hitap eden imalat, yer yer cidden can çekişiyor. Yatırımcı yatırım yapmaktan, tüccar mal satmaktan ürkmüş, korkmuş bir vaziyette.
Mevcut hükümetin ekonomi politikasına güven kalmadığı için, artık yatırım yapmak, yahut piyasaya açılmak yerine, herkes elinden geldiğince müşteri portföyünü daraltmaya ve önceden sattıklarının parasını tahsil etmeye yönelmiş durumda.
Ne yazık ki, daha sonrası için de kimsenin ne sağlıklı bir öngörüsü var, ne de mevcut hükümete güveni.
Oysa, vatandaş ekseriyeti iktidar partisine kuvvetli bir destek ve çok parlak bir kredi vermişti. Şimdi ise, durum farklı görünüyor. Ancak, ortaya henüz bir alternatifin çıkmamış olması, kafalardaki soru işaretlerinin artmasını netice veriyor.
Ümit ve temenni edelim ki, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından biri olan "iktidar alternatifi" mevkii boş kalmasın ve bu makamın hakkını verecek bir siyasî hareket meydana çıksın da, millet ekseriyetini şu iç karartan handikaplardan bir an evvel kurtarmanın yolunu açsın.
"Allahû ekber"siz cenaze namazı
Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım (bir rivâyete göre 9 Kasım) günü ölen M. Kemal'in cenaze namazı, on gün sonra yine aynı yerde kılındı.
Cenaze, 19 Kasım 1938 günü Ankara'ya götürülmek üzere hazırlanmıştı. İşte tam bu esnada, cenaze namazının kılınıp kılınmaması tartışma konusu oldu.
Cenaze organizasyon heyeti, katafalkın camiye götürülmesine de, Müslümanlar için bir "farz–ı kifâye" olan namazının kılınmasına da karşıydı. Gerekçe ise, M. Kemal'in Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana ibadet için hiç camiye gitmemesi ve namaz kılmaması olarak gösteriliyordu.
Ancak, M. Kemal'in kızkardeşi Makbule Hanımın "Cami dışında olsa bile, yine de cenaze namazının kılınması" yönündeki arzusu ve ısrarlı talebi, gelişmelerin seyrini değiştirdi. Heyet, bu isteğe karşı çıkamadı ve cenaze namazının saray dahilinde kılınmasını kabul etti.
Bu iş için uygun görülen isim ise, "din felsefesi hocası" (müstakbel Diyanet Başkanı) Prof. Şerafettin Yaltkaya oldu. Alelacele ve sabahın çok erken bir saatinde Dolmabahçe Sarayı'na çağrılan Prof. Yaltkaya, cenaze namazını çok farklı bir şekilde edâ etti. Yaltkaya, orijinal kudsî tâbirleri kullanmak yerine, namazı toplam dört dakika süren Türkçe tekbir, duâ ve selâmlar eşliğinde kıldırdı.
Şöyle ki: Namaza dururken "Allahû ekber!" diye tekbir getirmek yerine "Tanrı uludur" diyerek ellerini bağlayan Yaltkaya, sağa ve sola doğru selâm verirken de "Esselâmû aleyküm verahmetullah" demek yerine ‘‘Esenlik üzerinize olsun’’ ifadesini kullandı.
NOT: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: 1) 10 Kasım 1998 tarihli Hürriyet'ten Murat Bardakçı'nın yazısı; 2) Anadolu Ajansı'nın 10 Kasım 2004 tarihli haber bülteni. (www..aa.com.tr)
* * *
Bugün için belki çok garipsenecek olan "Allahû ekber"siz ibadet biçimi, esasında 1932'den tâ 1950 Haziran'ına kadar resmî ve alenî şekilde okunan bütün ezanlarda ve kılınan bütün cenaze namazlarında aynen uygulanagelmiş. Zira, başka türlüsü kànunen zaten yasaklanmış ve suç sayılmıştı.
Tam 18 yıl müddetle uygulanan bu yasağa göre, ezan okunurken de, kamet getirirken de, hiçkimse açıktan veya duyulacak bir ses tonuyla "Allahû ekber" diyemezdi.
Tabiî, cenaze namazı dahil olmak üzere, "Allahû ekber"siz yapılan farz ibadetlerin İslâm dininde nasıl karşılandığı ve ne ölçüde makbul olduğu ayrı bir tartışma konusu.
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Sabır ya hacı! |
|
“Sabır” sözcüğünün geçtiği her yer yerde akla gelen hususların başında hac görevinin olduğu muhakkaktır.
Elbetteki sabır, çok farklı çeşitleriyle arz-ı endâm etmektedir. Meselâ, ibadetlere devam etme gerçeği sabrı gerektirdiği gibi; günaha girmeme konusunda yaşanan mücadele sürecinde de sabır ile başarıya ulaşılır. Başa gelen ve hayatın birer reâlitesi olarak sergilenen belâ, musibet ve felâket durumları için de sabır gösterildiği bilinen bir gerçektir. Hatta sabrın bu çeşidi en çok bilinenidir.
Şairin ifadesiyle:
“Eli boş gidilmez gidilen yere;
Boş geldim ya Rab! Ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken bu ağır yükü;
İki kat belimle çok güç getirdim.”
Evet, kutsal hac görevlerini yerine getirecek kardeşlerimizin kutsal topraklara götürecekleri hediyelerin başında “sabır” gelmektedir. Onlar da elleri boş gitmeyecekler; sabrın her çeşidine bürünerek adeta melekleşeceklerdir.
Gerçekten de bu şanlı görev her çeşit sabır sınavıyla yaşanır ve ifa edilir. Gidenlerin çeşitli-liği göz önünde bulundurulursa bu meselenin mahiyeti daha rahat anlaşılır. Farklı renk, coğrafya ve dillerin yanı sıra, farklı mizac ve anlayıştaki insanlarla da aynı mekânlar paylaşılır. Bu muazzam topluluğun Rableri bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir ve kitapları bir olmakla birlikte; yüce Allah’ın azametine delil olan farklı yanlarının oluşu da bir gerçektir.
Kutsal topraklarda bulunulan süre içerisinde rahat ve huzurlu yaşamanın bir başka formülü de “güzel görmek” prensibidir. Çünkü: “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Sürekli olarak bardağın “dolu” tarafını görmek apayrı bir huzur vesilesidir. Aksi takdirde kişi sadece kendisine zarar verir ve yalnız kendisini huzursuz eder. Dünyasını daralttığı gibi ibadetlerinden de lezzet almaz. Sabırlı olmak “vurdum duymaz olmak” demek değildir. Tam aksine yüksek bir duyarlılık içerisinde karşılaşılan aksilikleri geçici görmektir. Onlara muvakkat gözüyle bakmaktır.
Kuşkusuz, sabrı bu denli vurgularken; baştan sona hep aksilik ve tersliklerle karşılaşılacağı sonucu çıkarılmasın. Bu açıklamalar sadece muhtemel bazı durumları hoş karşılamaya yönelik bir ön tavsiyedir.
Bu yüzden ilk hareket noktasında otobüse binerken, uçağa binmeye çalışırken, inme faaliyetini gerçekleştirirken, hava alanından Mekke veya Medine’ye yönelirken, Mekke-Medine arası intikalleri yaşarken, Arafat’a, Mina’ya, Müzdelife’ye çıkarken, tavaf yaparken, bagajları teslim ederken, ziyaretlerde bulunurken ve diğer bütün faaliyetleri yerine getirirken hep sabır ve teennî ile hareket etmek ve olgun davranmak zorundayız. Unutmayalım ki, aceleciliğimiz işimizin erken bitmesine katkıda bulunmaz. Tam aksine gecikmesine ve problemli hâle gelmesine sebebiyet verir. Yine unutmayalım ki, bizi almaya gelen hiçbir araç he-pimizi almadan hiçbir yere gitmez.
Özellikle tavaf ve sa’y vazifelerini yerine getirirken, izdihama sebebiyet verecek bilinçsiz davranışlardan uzak durulması gerekir. Kırılacak gönüllerin onarımı her zaman mümkün olmayabilir.
Bütün bu sebeplerden dolayı: “Sabır, ya Hacı!”
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ceninin simasındaki mühürler |
|
Serkan Bey: “‘Anne karnındaki çocuğun halini Allah’tan başka kimse bilmez’ âyetinin hikmetini açıklar mısınız? Bilim şimdi çocuğun cinsiyetini biliyor diyorlar.”
İnsanın bilgisi sınırlıdır. Gaybı, yani hazırda bulunmayanı, yani meselâ geleceği Allah’tan başka kimse bilmez. Kur’ân insanın bilemeyeceği bazı hususları şöyle sıralıyor: “Kıyametin vaktine dair bilgi Allah katındadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.”1
Âyette özetle kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını, ana rahmindeki çocuğu kimse bilmediği gibi, hiç kimsenin de yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilmediği belirtiliyor. Bunlara mugayyebât-ı hamse (beş bilinmeyen) denmiştir.
Ana rahmindeki uzuvları teşekkül etmiş çocuğun erkek mi, kız mı olduğunu röntgen şuâıyla görmek ve bilmek bu âyete aykırı düşmez. Çünkü:
1- Röntgen şuâının gördüğü şey artık gayb olmaktan çıkmıştır. Röntgen şuâı, olmayan bir şeyi görüyor değil; var olan bir şeyi görüyor. Nitekim aynı çocuk henüz embriyo hücresi halinde iken röntgen şuâı erkek mi kız mı olduğunu göremiyor! Ancak çocuğun kafası, gözü, kalbi ve sair uzuvları teşekkül ettikten sonra görebiliyor ki, bu gaybı görmek değildir.
2- “Rahimlerde olanı sadece O bilir” âyeti, ana rahmindeki çocuğun sadece erkek mi kız mı olduğu bilgisini kastetmiyor. Âyetin mânâsını daraltmaya hakkımız yoktur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre âyet çocuğun yalnız erkeklik ve dişilik bilgisinin bilinip bilinemeyeceğini ifade etmiyor; âyette çocuğun hususî istidadı, gelecekte kazanacağı yeni değerler, kaydedeceği yeni gelişmeler, yapacağı çalışmalar, alacağı başarılar... ve simasındaki kendisini yalnız Allah’ın yarattığını ve yalnız Allah’ın besleyip olgunlaştırdığını belgeleyen eşsiz mühür kast edilmiştir ki, çocuğu bu şekilde bilmek ancak gaybın gerçek bilgisine sahip olan Cenâb-ı Allah’a mahsustur. Yüz bin röntgen veya insanoğlunun röntgene eş değer yüz bin fikri birleşse, yine o çocuğun bütün diğer insanlara karşı alâmet-i farikası bulunan, o çocuğa özel verilmiş olan hayat programına ait simasındaki maddî-manevî çizgilerin gerçek mânâlarını keşfedemez ve okuyamaz!2
Üstad Saîd Nursî’ye göre, ana rahmindeki çocukların maddî ve manevî simalarında Cenâb-ı Hakk’ın iki cilvesi vardır:
1- Çocuğun simasında Allah’ın birliği mühürleri, Allah’ın birliğini görmeyenlerin de gözlerine sokacak derecede özel imzalar ve Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını bildiren özel işaretler vardır. Çocuk ana uzuvlarda tıpkı diğer insanlar gibidir ki, bu durum, bu çocuğun yalnızca diğer insanları yaratan tarafından yaratıldığının ispatıdır. Yani Allah’ın vahdetini ve birliğini gösterir belgedir. Bu dil ile o çocuk bağırıyor ki: “Bana bu sima ve azayı veren kim ise, bütün ana uzuvlarda bana benzeyen bütün insanların yaratıcısı da O’dur! Ve bütün canlıların yaratıcısı da O’dur!”
İşte ana rahmindeki çocuğun bu dili gaybî değildir; artık gün yüzüne çıktığı için herkesçe malûmdur ve bilinebilir. Görünen âlemden, görünmeyen âleme girmiş bir dal veya bir dil gibidir.
2- Çocuğun hususî istidadı, ferde özel siması, özel kabiliyetleri ve bireysel ayrıcalıkları ise bu çocuğu diğer insanlardan ayıran farklılıklardır ki, bu da, Yaratıcının zengin iradesini, herkesi ayrı ayrı kucaklayan özel rahmetini ve iradesinin tecellisinde hiçbir sınır tanımadığını kulakları çınlatırcasına bağırıp gösteriyor. Fakat bu dil gaybîdir, gaybların gaybından geliyor. Allah’ın ezelî ilminden başka hiç kimse, meydana gelmeden ve ortaya çıkmadan onu göremiyor ve keşfedemiyor. Bu sima, ana rahmindeki cenini görmekle bilinmiyor!
Netice olarak; ceninin hem görünmeyen istidad simasında, hem de görünen simasında, Allah’ın hem birlik delili vardır, hem de iradesinin her şeyi ayrı ayrı kuşattığının işareti vardır.3
Dipnotlar:
1- Lokman Sûresi: 34
2- Lem’alar, s. 115
3- Lem’alar, s. 116
19.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|