Geçtiğimiz hafta sonu Ankara'daydık. Demokrat Partinin 9. Olağan Kongresini takip etmek için gitmiştik Başkent'e.
Cumartesi günü sabahın saat 00.07'sinde kongrenin yapılacağı büyük spor salonun olduğu yere gittiğimizde, önce hayret, ardından hayranlık uyandıran bir kalabalıkla karşılaştık. Anadolu ve Trakya'nın hemen her yerinden gelen partililer vardı orada.
Yüzlerindeki heyecanı, gözlerindeki ümit pırıltılarını, daha o saatte görmek mümkündü. Hemen hepsinin tavrında, duruşunda yeni bir dirilişin, yeni bir şahlanışın ümidi, heyecanı, coşkusu vardı.
İki–üç saat sonra açılan kongre salonuna, emin olun bu coşkulu kalabalık sığmadı. Salon hıncahınç dolduğu halde, en az o kadarlık bir kalabalık da dışarıda, bahçede, trafiğe kapatılan caddede bulunuyordu.
Sabahın köründe orayı mesken tutan seyyar satıcılar, hiç mübâlağasız o gün için bayram ettiler.
DP Genel Başkanı Süleyman Soylu'nun kongre konuşmasını önce bahçede, sonra da zar–zor girebildiğimiz salondan takip ettik. Zindeydi, cesurdu, kendinden emindi, vicahi konuşuyordu. Zaman zaman salonu alkışlarla çınlatacak can alıcı cümleler sarf ederek soluklanıyordu.
Mazisi tertemiz, lekesiz ve şaibesiz Başkan Soylu'ya salondan tam destek vardı. Gerçi, diğer adaylar da saygıyla dinlendi, ancak onlara itibar edilmedi. Soylu, ezici bir çoğunlukla yeniden genel başkan seçildi.
Bu arada, salonu ağır ağır ancak baştan başa dolaşarak partililerin nabzını tutmaya çalıştık. Âşina olan–olmayan eski ve yeni simalarla görüştük. Düşüncelerini, kanaatlerini, beklentilerini almaya, öğrenmeye çalıştık. Ekseriyetle vefalı, azimli, sebatkâr partililerdi bunlar.
Genç ve dinamik kadrolar dikkat çekiciydi. Ancak, eski–yeni sembol isimler de oradaydı: İsmet Sezgin, Hasan Ekinci, Mehmet Dülger, Refaeddin Şahin, Rıza Akçalı, Nevval Sevindi, M. Nuri Yılmaz...
Bir fırsatını bulup, GİK'te en yüksek oyu alanlardan Çevre eski Bakanı Rıza Akçalı, Basın Konseyi eski Sekreteri Doç. Vedat Demir ve Süleyman Demirel'in meşhûr koruması Şükrü Beyle de görüşüp sohbet ettik. Aynen tabandakiler gibi, onlarda da büyük bir ümit, heyecan ve ileriye yönelik ciddî beklentiler vardı. Yaklaşan mahallî seçimlerde büyük bir sıçrama yapacaklarına inanıyorlardı.
* * *
Ankara'da iki gün boyunca gördüğüm bu manzara, tam da "Ahrar–Demokrat" misyonuna yakışır bir manzaraydı. Gördüğümüz partililerin ekseriyetini dindar ve hürriyetçi demokratlar teşkil ediyordu.
Üstad Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarlar olduğunu beyan ediyor.
Meselâ, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda aynen şu ifadeleri sarf ediyor: "...Eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad–ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet–i şer’iyeye vesile olacaklar." (Age, s. 267)
Aynı eserin bir başka mektubunda ise, DP'nin kongresinden bahsederken, ne gariptir ki "Ankara’da dindar Ahrarların kongresi" ifadesini kullanıyor. (Age, s. 426)
İşte, şimdiki Demokratları gören bizde de, aynen öyle bir düşünce ve kanaat oluştu.
1910'da telif edilen Münâzarât isimli eserde, hürriyetin cemâlini tam görmek için telâffuz edilen "yüz sene"lik müddet doldu, dolacak gibi görünüyor.
Taliimiz varsa, inşaallah, hürriyet ve meşrûtiyetin hakiki cemâlini yakın bir gelecekte görmüş oluruz.
Milliyetçilik sopası
Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün tartışıma konusu olan "millî devlet" anlayışı, yakın tarih sayfalarının da bir güzel tozunu attırdı.
Pekçok kişi büyük bir merak ve dikkatle kitlesel yıkımlara sebebiyet veren 1915'teki "Ermeni tehciri"ni, 1916'daki "Kürt mühacereti"ni, 1924'teki "Türk–Rum mübadelesi"ni, 1925'teki "Şeyh Said kıyamı"nı, 1937'deki kanlı "Dersim hadisesi"ni, 1942'deki katmerli "Varlık vergisi"ni, 1955'deki "6/7 Eylül olayları"nı ve hatta 1964'teki kırk bin kişilik büyük "Rum göçü"nü araştırmaya, yazmaya ve okuyup öğrenmeye koyuldu. Köşe yazılarında, röportaj sayfalarında, tv'deki tartışma programlarında, şu günlerin ağırlıklı gündem maddesini bu tür konular teşkil ediyor.
İyi de oluyor. Zira, bir yandan yakın tarihimizi daha bir yakından öğrenme imkânını bulmuş oluyoruz; bir yandan da, şimdiye kadar resmî dayatmalarla âdeta tabulaştırılmış olan ve bir kısmı tamamiyle tersyüz edilen bazı meseleleri özgürce sorgulama ve bunların içyüzünü aydınlatma şansını yakalamış oluyoruz.
Şimdilik hiç detaya girmeden (istenilen her konuda girebiliriz de), en önemli noktanın altını çizerek ifade edebiliriz ki: Son yüz yıllık tarih sürecinde yaşanmış olan bütün bu kanlı hadiseler, resmî beyanlara göre ekseriyetle "milliyetçilik ekseninde" gelişmiş olup, bu nedenle de "Türk'ün millî menfaati" esas alınarak, bunlar en sert tedbirlerle etkisiz kılınmaya çalışılmıştır.
İşte, bu mânâdaki tez ve iddialar, tamamiyle yanlıştır ve temelinden çürüktür. Hatta, gerçek durum bunun tam tersinedir diyebiliriz. Şöyle ki: Türklük ve Türk milliyetçiliği perdesi altında, diğer unsurların tamamı Müslüman Türk'e düşman edilmek istenmiştir.
Evet, devlet adına bu kanlı işleri görenlerin çoğu, (1909) "Selanik/Hareket Ordusu" mensubu, taraftarı veya sempatizanı Yahudi, dönme, Sabetaist veyahut İngiliz destekli Frenk mukallidi şahsiyetler olmasına rağmen, sözde ve zahirde ise Türk görünmüşler ve Türklük adına hareket ettiklerini bu vatan ahalisine yutturmaya çalışmışlardır.
Emin olun, "millet–i sâdıka" olan yerli Ermenileri Türklere ve Müslümanlara düşman haline getirenler bunlardır... Emin olun, bu kaziye Rumlar ve Araplar için de aynen geçerlidir.
Kezâ, tarih şahittir ki, Kürtleri tahrik eden, onları da Türklere düşman etmeye çalışan ve bu iki İslâm unsurunu birbirine kırdırarak şu cennet vatanı cehenneme çevirmeye azm û cezm û kast eden odağın merkezinde yine bunlar yer alıyor.
Yine aynı odağın zaman zaman kullanmaya çalıştığı bir başka fitne malzemesi ise, "Alevî–Sünnî çatışması"dır.
Hâsılı, şimdilik detayına girmeye gerek görmediğimiz Rum vatandaşlarını hedef alan 1955 yılındaki provokatif "6/7 Eylül Olayları"nın arka plânında da, yine aynı zihniyetin ihanet tuzağı ve çirkin sûratı yer alıyor.
Bu sebeple, sayın Bakan dahil hiç kimse "milliyetçilik sopası"yla övünmesin, o sopayla yapılanları savunmaya kalkışmasın.
Zira, o sopanın kabzası Müslüman Türk'ün değil, hariçte ecnebinin, dahilde ise dönmelerin, frenkmeşrep münafıkların ve sahtekâr hamiyetfurûşların elinde.
Ama, bunca zaman işlenen onca zulmün faturası, ne yazık ki her defasında ve gayet insafsızcasına necip Türk milletine çıkarılmak isteniyor.
Dileriz, bu kasdî çarpıtmalar artık son bulsun.
18.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|