|
|
Deniz Baykal’ın “negatif” iktidarı
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın siyasi hayatını Hasan Cemal şöyle özetlemiş: “1960’ların sonundan beri aktif politika yapıyor. Kırk yıllık siyasetçi. Ama hep muhalefette oynuyor. Onun dışında neredeyse herkes başbakan oldu. Hatta rahmetli Ecevit tur bile bindirdi Baykal’a. Programında hala ‘sosyal demokrat’ yazan, bu zamana kadar daha hala Sosyalist Enternasyonal üyesi kalabilmiş, hala ‘solcu’ iddiaları olan, fi tarihinde oyların yüzde 42’sini alabilmiş, adı CHP olan bir partinin 16 yıldır lideri olacaksın. Ama hiç seçim kazanamayacaksın. Olacak iş mi?” (Milliyet, 27 Kasım)
Genel olarak CHP’nin, özel olarak da Baykal’ın durumu insanları şaşırtıyor. Sürekli seçim kaybeden bir siyasetçi nasıl partinin başında kalır? Böyle bir parti varlığını nasıl sürdürür?
Bu sorunun cevabı 1960 darbesiyle birlikte kurulan rejimde yatıyor: Kısaca “vesayet rejimi” dediğimiz sistemin mantığını şöyle özetleyebiliriz:
1) Demokratik ortamda “Kemalist” (devletçi/ ulusalcı/laikçi) bir parti seçimi kazanamaz. Çünkü halk böyle bir partiye iltifat etmez.
2) O halde öyle bir rejim kuralım ki iktidara gelen parti “bizim istemediğimiz şeyleri” yapamasın.
Yani sistemin püf noktası “neyin yapılacağı” değil, “neyin yapılmayacağı” üzerinden rejimi belirlemektir.
Bu durum CHP’ye ve onun başındaki kişiye büyük bir güç verir.
Nasıl işlediğini işte hep birlikte görüyoruz: Yüksek oy almış olmak dahi bir işe yaramıyor.
“Askeriye”, “yüksek Yargı”, “medyanın ve sermayenin bir bölümü”, “Alevilerin çoğunluğu” ile işbirliği yapan CHP, “gerek görüldüğünde” sistemi kilitleyiveriyor. Demek ki kaç sandalyesi olursa olsun, Meclis’e girebilmiş bir CHP büyük güçtür.
Evet bu haliyle hiçbir zaman hükümete gelemeyecektir ama onun dediğinden dışarı çıkmak da kolay değildir.
Eğer hükümet “pozitif iktidar” ise CHP “negatif iktidar”dır. Yani yaparak değil, yaptırmayarak gücünü gösterir.
Birkaç benzetme yaparsak:
* CHP “anti-futbol” oynayan takımlara benzer. Kendisi gol atmaz ama gol de attırmaz. (Buna karşılık bol bol tekme atar.)
Evet şampiyon olmaya çalışmaz ama şampiyon olacak takımı belirler.
* CHP parası sayesinde oğlu üzerinde tahakküm kuran yaşlı babalar gibidir. Delikanlıya verecek bir fikri yoktur belki ama onun yapacaklarını engelleme gücüne sahiptir.
İlahi Hasan Cemal! Böyle bir partinin genel başkanı olmak “fena” bir şey mi? (Bence “fena halde” fena ama konumuz o değil.)
Hazine’den gelen parayı kullanıyorsun. İş Bankası üzerinde söz sahibisin. Askeriye ve yüksek yargı nezdinde itibar sahibisin. Altında makam arabası var. Havaalanı ve benzeri yerlerde VIP statüsünde muamele görüyorsun; vb. vb. vb.
Pozitif iktidarlar yani oy alarak hükümet olmuş partiler gelip geçiyor ama sen yerinde kalıyorsun.
Ayrıca saçma ve adaletsiz bir “Siyasi Partiler Kanunu” sayesinde kimse parti içi iktidarını sarsamıyor.
Halka karşı hiçbir ciddi sorumluluk taşımadan, sadece yüksek bürokrasinin eğilimlerini kollayarak, seçim zamanları “yolsuzluklar” ve “irticadan” dem vurarak sürdürülen bir siyasi hayat!
Şahane bir durum değil mi?
Emre Aköz / Sabah, 28 Kasım 2008
|
29.11.2008
|
|
BAŞBAKAN’A GERÇEKLERİ ANLATACAK BİRİ YOK MU?
Son derece hızlı değişen bir ekonomi gündeminin içindeyiz. Dünyada pişen, Türkiye’ye de düşüyor. Gerek IMF, gerekse OECD, 2009 dünya büyüme tahminlerini, neredeyse ayda bir revize edip, her seferinde biraz daha aşağı çekiyorlar.
Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, geçenlerde anlatıyordu: Uluslararası bir konferansta konuşma yapması için ilkbaharda bir davet almış. O günlerde kendisinden dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı enflasyonist baskılar üzerine bir konuşma yapması istenmiş. Davet edildiği oturumun konu başlığı “Enflasyon tehlikesi kalıcı olarak geri mi döndü?” imiş.
Sonbaharda konferans günü yaklaştığında Yılmaz’ı aramışlar ve “Sizden bir ricamız olacak; konuşmacı olduğunuz oturumun başlığını ‘Deflasyon riskine karşı ne yapmalıyız’ şeklinde değiştirebilir misiniz?” demişler.
Durum budur. Her şey baş döndürücü hızla değişiyor. Daha birkaç ay öncesine kadar politika yapıcılarının gündemini ekonomilerin ayrışması, yüksek enerji fiyatları, yüksek hammadde fiyatları, gıda enflasyonu gibi konular işgal ediyordu. Bugün ise deflasyonu, resesyonu, kredi daralmasını, likidite krizini konuşuyoruz.
Türk-İş’in alarm sinyali
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Türk-İş’in önceki gün açıklanan araştırması, 4 kişilik aile için açlık sınırının 3 YTL azalarak 741 YTL’den 738 YTL’ye, yoksulluk sınırının ise 2416 YTL’den 2404 YTL’ye gerilediğini gösteriyor. Açlık sınırı deyince 4 kişilik ailenin asgari gıda gideri, yoksulluk sınırı deyince gıdaya ek olarak barınma, giyinme ihtiyaçları anlaşılıyor.
Demek ki en yoksul, boğazından kesmeye başlamış; belki kuru ekmeği bile daha idareli yiyor. Uzmanlar, Türk-İş’in bu verilerini, deflasyon tehdidinin ilk sinyalleri olarak değerlendiriyorlar.
Deflasyonu bilmiyoruz
Türkiye’de her yaştan insanımız enflasyonu bilir, ancak deflasyon konusunda hayli acemiyiz. Enflasyon dönemlerinde tüketici davranışlarına, “Yarın fiyatı yükselir, bugünden alayım” psikolojisi hâkim olur. Hiç aşina olmadığımız deflasyon dönemlerinde ise süreç tersine işler. Tüketici “Bu malın fiyatı nasıl olsa iner, en iyisi ben bugünden almayayım” der. Hal böyle olunca da talepteki gerileme, kartopu etkisiyle hızlanır.
Ekonomi süratle daralırken vatandaş, kendisinin de işsiz kalabileceği endişesiyle borçlarını tasfiye etmeye başlar; dolayısıyla harcamalarını kısar. Talep yetersizliği, fiyatların daha da düşmesi sonucunu doğurur.
Rakamlar, son 3 aylık dönemde İşsizlik Sigorta Fonu’na başvuranların sayısının, geçen yılın aynı dönemine göre % 55 arttığını gösteriyor.
Başbakan Erdoğan ise krizin vahametini herhalde hiç anlamamış olacak ki en Kasımpaşalı üslubuyla her gün birilerine çatıyor. Bankalara atıp tutuyor. Devamlı hükümetten bir şeyler koparmaya çalışan birileri var sanki... Oysa herkes can derdinde! Ortada kaynak yok, ama hâlâ 2009 için % 4 büyümeden bahsedebiliyor. Gerçekçi tahminler şu an için % 2; umarız daha da geriye düşmez.
Önce “Hiç pakete gerek yok, her şey yolunda” dedi. Ekonomi durma noktasına gelince, mecburen bir paket hazırlandı, ama o paket de bir türlü ortaya çıkamıyor.
Yok mu Başbakan’a gerçekleri anlatabilecek bir Allah’ın kulu?
Meral Tamer
Milliyet, 28 Kasım 2008
|
29.11.2008
|
|
Bombay’a saldıran kim, arkasındaki güçler kim?
Hindistan’ın Wall Street’i, finans başkenti sayılan Bombay, önceki gece yarısından bu yana dehşet verici saldırılarla boğuşuyor. Daha şimdiden “Hindistan’ın 11 Eylül’ü” olarak adlandırılan, daha önce adı duyulmamış ve kendilerine “Dekkan Mücahitleri” adı verilen silahlı kişilerin aynı anda kentin en hassas bölgelerine koordineli ve son derece planlı biçimde yaptığı saldırılar, özellikle ABD’ye “ekonomik krizi” unutturup “terörle mücadele”yi hatırlattı! Yüzü aşkın insanın öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı, çok sayıda “yabancı”nın rehin alındığı saldırılar, özellikle batılıların bulunduğu lüks otelleri, restoranları, alışveriş yerlerini, karakolları, Ortodoks Yahudiler’in merkezini, tren istasyonlarını kısaca kentin hayat damarlarını ve dünyaya açılan kapılarını hedef aldı.
Önce birkaç hatırlatma yapalım:
Mart 1993’te, yine Bombay’da seri bombalar patladı, Bombay borsası vuruldu, 257 kişi öldü. 2003’te Bombay’da bir başka saldırı gerçekleşti, 52 kişi öldü. 2006’da bir trene yapılan saldırıda 186 kişi öldü. Sadece 2005’ten bu yana bombalı ve silahlı saldırılarda 700’den fazla insan öldü.
Bütün bu saldırılardan Hindistan’daki Müslüman gruplar üzerinden Pakistan istihbarat teşkilatı ISI sorumlu tutuldu. İki ülke arasında ciddi gerginlikler yaşandı.
Bütün bu saldırılardan sonra Hindularla Müslümanlar arasında çok şiddetli çatışmalar yaşandı. Yüzlerce Müslüman hayatını kaybetti. Keşmir’deki katliamların yanı sıra Gucarat dahil bir çok bölgede camilere saldırılar oldu, yerleşim yerleri ateşe verildi, ürpertici olaylar yaşandı.
Keşmir’de yaşananlar, Hindistan içindeki Müslüman-Hindu çatışmaları, Pakistan ve Keşmir bağlantılı Müslüman gruplarla Hindistan içindeki çatışmaların doğurduğu grupların eylemleri, Afganistan’daki güçlerle bağlantılı gruplar ve Hint-Pakistan ilişkilerindeki gerilimler benzer saldırılara zemin hazırlıyor.
Şimdi olayın başka boyutlarına ilişkin notlar aktaralım.
# Son saldırı, FBI’ın “saldırı olacak” uyarısından sadece birkaç saat sonra gerçekleşti. ABD, İngiliz ve İsrail vatandaşlarıyla Hindistan’ın ekonomik sektörleri hedef alındı.
# Hindistan kaynakları bu saldırıdan da açıkça Pakistan istihbaratını sorumlu tuttu ve “Pakistan en önemli terör destekçisi ülke” açıklaması yaptı.
# Son saldırı, Pakistan yönetiminin Hindistan’a karşı “nükleer silahı ilk kullanan ülke olmayacağız” açıklamasını yapmasından, Hindistan’ın olumlu tepkisinden, iki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamaya başlamasından sonra yapıldı.
# Son saldırıdan sonra Pakistan-El Kaide bağlantısı, Hindistan’daki gruplar-el Kaide bağlantısı yeniden kuruldu. Dolayısıyla ABD’nin terörle mücadele stratejisi bir kez daha Pakistan-Afganistan-Hindistan bölgesinde yoğunlaştı.
# Bu örgütlerin Pakistan’la bağlantısının kurulması, El Kaide bağlantısının kurulması, ABD’nin Pakistan içlerine yönelik saldırılarını haklı çıkarır oldu. Son aylarda çok sayıda sivilin ölümüne neden olan füze saldırıları Pakistan’da ciddi gerilimlere yol açıyordu. ABD, terörle mücadele bahanesiyle bu ülkede istediği yeri bombalamaya başladı. Hatta geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye gelen ve neredeyse bir hafta kalan Pakistan başbakanı, Ankara’dan ABD saldırılarına karşı yardım istedi. Türkiye de bu konuda destek taahhüt etti.
# ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama, seçim kampanyası sırasında açıkça Pakistan’ı tehdit etmiş, bu ülkeyi füzelerle vurmaktan söz etmişti. Son saldırılar Obama’nın bu niyetini kolaylaştıracak nitelikte. Pakistan açık hedef, olağan şüpheli haline geliyor.
# Obama’nın Başkan Yardımcısı Joseph Biden ne demişti? “Obama altı ay içinde çok ciddi bir uluslar arası krizle yüzleşecek.” Zbigniew Brzezinsky’den tutun da, Madeline Albright ve Colin Powell’a kadar bir çok önemli isim bu düşünceyi paylaşmıştı.
# Bombay’daki İsrail aşırı sağına mensup merkezdekiler de rehin alındı. Hindistan yönetimi, nükleer çalışmalarında İsrail’le ortak projeler yürütüyor. Keşmir’de İsrailli askeri uzmanlar görev alıyor. Mossad ajanları Hindistan pasaportuyla Pakistan içlerinde faaliyetler yapıyor.
# ABD ve Avrupa’yı batırmak üzere olan ekonomik krizden kurtulmak için savaş ekonomisine dönüşü isteyenler bu tür saldırılardan keyif alacaktır. Korsanlar üzerinden Somali bölgesinde bir savaş tezgahlanıyor, Hindistan’daki bu saldırılar üzerinden Pakistan’a, nükleer gücü olan tek Müslüman ülkeye yönelik benzer bir istikrarsızlaştırma süreci neden uygulanmasın. Benazir Butto suikasti ve sonrasında bu ülkenin nasıl bir iç karmaşaya sürüklendiğini dikkatle izliyoruz.
# Rusya, Çin, Hindistan, Batı’nın ekonomik krizine karşı yükselen ülkeler. Dünyanın ekonomik ve siyasi ağırlık merkezi bu bölgelere kayıyor. Hindistan bu merkezlerden biri. En zayıf noktası Müslüman-Hindu gerilimi. Neden olmasın!
# Saldırıların gerekçesi ne olursa olsun, tetiği çekenler kimler olursa olsun, dar anlamda terör analizinin ötesinde gerçekler bugünün dünyasında tahmin ettiğimizden çok daha belirleyici. 11 Eylül’den bu yana neler gördük! Bu yüzden, önümüzü görmek için tetikçileri değil, ötesini anlamayı önceliyoruz. Bu saldırıların arkasında dolaylı da olsa ABD, İngiliz ve İsrail istihbaratının elini hissetmemek mümkün mü? Eğer bu örgütler Pakistan istihbaratıyla bağlantılıysa kesinlikle ABD istihbaratı ve İngiliz istihbaratı ile de bağlantılıdır. Bu böyle not edilmeli. Yakında başlayabilecek Hindu-Müslüman çatışmaları kimlerin amacına hizmet edeceğine iyi bakılmalı?
Ve eğer böyleyse, Bombay’daki saldırıdan bambaşka anlamlar çıkarmamız gerekiyor. “Terörle mücadele” konsepti artık bu karmaşık ilişkileri açıklamaya yetmiyor.
Tarihe karışan Büyük Ortadoğu Projesi’nin en batısındaki Somali-Orta Afrika ile doğusundaki Afganistan-Pakistan-Hindistan bölgesi neden bu kadar ısındı acaba?
İbrahim Karagül
Yeni Şafak, 28 Kasım 2008
|
29.11.2008
|
|
“Çarşaflamak”
Avrupa Parlamentosu heyetleri Türkiye’de fink atmaya başladılar. Tayyip Erdoğan hükümetinin AB yolunda tıknefes kaldığına AB yetkilileri de kani olunca, oradan buraya ziyaretler arttı. Ak Parti yönetiminden ya da hükümetin tepesinden gelen “Bir değişiklik yok. AB yolunda ilerlemeye devam” söylemi Türkiye’deki AB yandaşlarını kesmediği gibi, bizzat AB çevrelerine de inandırıcı gelmiyor. Bunun üzerine, çeşitli düzeylerdeki AB heyetleri Ankara ve İstanbul’un yolunu tutmaya başladılar.
Fransız Yeşillerinden İngiliz İşçi Partili, İngiliz Liberallerinden İtalyan sağına, yani Berlusconi’ye uzanan renkli ve geniş yelpazede yer alan bir Avrupa Parlamentosu heyeti ile önceki günkü toplantılardan birinde biz de bulunduk. Sohbet sırasında, İngiliz Liberal Demokrat ve İşçi Partili parlamenterler, “CHP’nin son başörtüsü-çarşaf açılımı” konusunda ne düşündüğümüzü sordu. Ben, kestirmeden, “düpedüz oportünizm” karşılığını verdim. Niçin öyle düşündüğümü de açıkladım.
Türkiye politikası ve Deniz Baykal adının son birkaç yıllık performansıyla ilgili en kaba bir izlenimi olan herhangi bir kimse için, bu konunun uzun uzadıya tartışılacak bir yanının olmaması gerekir ama söz konusu “açılım”ı önemseyen ve destekleyen hayli yaygın bir çevrenin bulunduğu anlaşılıyor. CHP’lilerin pek hazzetmediği Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk (Hollanda-Yeşil), bu açılımı anlamakta “zorluk çektiğini” söylemekle birlikte olumlu karşıladığını belirten bir açıklama yaptı. Lagendijk, gerçi, “CHP’nin bu konuda ne kadar güçlü ve samimi olduğunun önümüzdeki aylarda görülebileceğini” belirterek, CHP’ye bir tür “benefit of doubt” yaklaşımı ortaya koyduysa da, “Ben başörtüsüne yönelik bu açılımı çok olumlu buluyorum” demekten de geri kalmadı.
(...)
Bu “yeni açılım”ın bir “düpedüz oportünizm” olduğu Baykal’ın atılan adımı savunurken ettiği “Biz insanların giyim kuşamıyla ilgili değiliz; taşıdıkları değerlerle, savundukları ilkelerle ilgiliyiz” sözlerinden belli.
Hal buysa, CHP Genel Başkanı’ndan beklenen belli: CHP’nin altıokunu benimseyen, Atatürk ve Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine yürekten bağlı oldukları partisine coşkulu katılımlarıyla belli olan, giyim kuşamları önemli olmayan bu yeni CHP’lileri ilk seçimde liste başlarından aday göstersin. Bir CHP iktidarında, giyim kuşamları önemli olmayan, taşıdıkları değerler ve savundukları ilkeler nedeniyle Deniz Baykal’ın bağrına bastığı bu insanları milletvekili yani yasa koyucu, hatta bir CHP hükümetinde bakan olarak görmeliyiz.
Giyim kuşamları önemli olmadığına, taşıdıkları değerler ve savundukları ilkeler önemli olduğuna göre, niçin olmasın? CHP Genel Başkanı ve ekibi, bu “yaklaşım”larındaki tutarlılıklarını kanıtlamak için, başörtülü hatta çarşaflı kızların yüksek öğrenim hakkını da savunmalı, bugüne dek izledikleri çizgiden vazgeçmeli, bu konuda yapılan anayasa değişikliğini iptal için Anayasa Mahkemesi’ne gitmiş olmalarından ötürü “özeleştiri” yapmalılar.
Ne yani, CHP’ye üye olan insanlar, niçin üniversite ya da yüksek okullarda okuyamasınlar. Giyim kuşamlarının önemi olmadığına, taşıdıkları değerler ve savundukları ilkeler önemli olduğuna göre, başörtülü ya da çarşaflı Atatürkçü ve hatta CHP üyesi genç kızlar niçin yüksek öğrenim hakkından mahrum kalsınlar.
Çarşaf konusunda ve çarşaflılarla ilgili bir “yeni yaklaşım”ı ortaya koyarken ve savunurken, “çarşaflamamak” gerekli. Şayet “çarşaflarsanız”, bunu “düpedüz oportünizm” diye algılayanlar çıkabilir. Çarşaflamayın. Çarşaflıların milletvekili, bakan; bu kadarından da vazgeçtik, bunların arasında CHP üyesi olanların yüksek öğrenim hakkını savunun yeter...
Cengiz Çandar
Referans, 28 Kasım 2008
|
29.11.2008
|
|
|
|