Çok okumak ve okuduklarımızla amel etmek, öğrendiklerimizi hayata geçirmek elbette önemli. Risâle kültürüne sahip olmak, oradaki hak ve hakikatlere, prensip ve düsturlara vâkıf olmak ve o yönde yaşamanın gayretinde olmak da güzel bir haslet...
Bildiklerimizi başkalarına aktarmak, haberi olmayanları Nur’lardan haberdar etmek, onlarla dost, arkadaş olmak güzel bir faaliyet, arzulanan bir hizmet... Kudsî dâvâmızı başka insanlara duyurmak, bu yönde tahşidatta bulunmak, neşriyat yapmak, bunun için zahmetlere, meşakkatlara katlanmak takdire şâyân bir hizmet...
Ama asıl önemli olan bütün bunları yaparken, ihlâsı, uhuvveti, kardeşliği muhafaza edebilmek... Mensubu olduğumuz cemaatin diğer fertleriyle beraber yapabilmek... Tesânüdü, birlik beraberliği bozmadan yapabilmek... Kırmadan, dökmeden, incitmeden hizmette bulunmak... İhtilâflara, ayrılıklara kapı aralayacak söz ve davranışlara, hâl ve hareketlere tevessül etmeden îfâ-i hizmette bulunmak.
Asıl hüner budur, asıl maharet böyle olmanın gayretinde olmaktır. Bir kısmını ifade etmeye çalıştığımız bu hususları göz önünde bulundurmadan, bunları dikkate almadan Nurlarla hizmet olabilir mi bilemiyorum?
Hizmette asıl hüner, ihlâs ve uhuvveti muhafaza etmek olmalı. Arzulanan hizmet, birlik ve beraberliği rencide edecek olan her türlü söz ve faaliyetten kaçınmaktır. Bu noktada lâzım olan dikkat ve titizliği göstermekle mükellefiz ve mecburuz. Bu noktada gerekli olan başarıyı gösterdikten sonra gerisi kolay gelir. Arzuladığımız hizmet kendiliğinden olur ve beklediğimiz netice kendiliğinden hâsıl olur. Beklediğimiz sonuç gerçekleşmese dahi, üzerimize terettüp eden vazifeyi yerine getirmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarız. Çünkü muvaffakiyeti, muzafferiyeti verecek olan yüce Allah’tır.
Hizmetlerimizde rıza-i İlâhîyi esas almak, O’nun memnuniyetini, hoşnutluğunu gâye edinmek... Bunun dışında hiç kimsenin beğenisini, övgüsünü beklememek... Kınamalarından, yermelerinden müteessir olmamak... “O razı olduktan sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” vecizesini âhir ömre kadar silinmeyecek bir şekilde aklımızdan çıkarmamak... Zor da olsa, nefis bunları kabullenmeye yanaşmasa da, hizmet erbâbının bundan başka çaresi yok... Bunları öğrenip yaşamanın gayretinde olmaktan başka yolu yok.
Dünya kadar hizmetimiz de olsa, bütün ömür dakikalarımızı bu yola sarf etmiş de olsak, bütün mevcudiyetimizle bu kudsî dâvânın yolcusu da olsak, kendimizi bu güzide camiânın, bu şerefli cemaatin sıradan bir neferi, hatta en gerilerdeki bir hizmetkârı görebilme kemâlâtına erişmek için nefsimizi ve şeytanımızı susturabilmeliyiz. Bu önemli sınavı verebildiğimiz takdirde tuzaklara, yanlışlara, vartalara girmemiş oluruz.
Bu meyanda, rehber olarak kabullendiğimiz, nümune-i imtisâl bildiğimiz Bediüzzaman, böyle hareket ederek, yani hizmet yolunda onca kabiliyetine, onca olağanüstü özelliklerine rağmen, kendi hiçliğini, kendi perişaniyetini ilân ederek ancak “asrın bedîsi” ünvanına kavuşmuştur.
“Ben bir kuru çubuk hükmündeyim”, “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyeti, kuru çubuğunda aranılmaz”, “Ben bir hiçim”, “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum”, “Belki ben de müfsidim”... Bunlar konumuzla ilgili Bediüzzaman’ın aklımda kalan sözleri. Böyle bir mürşid, böyle bir müctehid, böyle bir müceddit, kendisini bu şekilde tavsif ederse ve bunu da açıkça itiraf ederse, bizim gibi “acz-i mutlak, fakr-ı mutlak” içinde olan insanların bu hizmet içindeki mevkii ve yeri neresi olur?
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|