|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Hasan Âli Yücel: Tek engel Risale-i Nur |
|
CHP’nin yirmi yedi yıllık tek parti diktasının en çok iz bırakan isimlerinden, 1938 yılında getirildiği Millî Eğitim Bakanlığında resmî ideoloji paralelinde bugün dahi hâlâ konuşulan icraatlara imza atmış olan Hasan Âli Yücel acaba Risale-i Nur için ne düşünüyordu?
İşte Yücel’in bu konudaki beyanları:
“Bediüzzaman’ın yaydığı dinî fikirler, eski hocalar, softalar gibi ürkütücü, korkutucu, Cehenneme batırıp çıkarıcı değildir. ‘
“Kàle-kìle’lerle (Dedi ki-denildi ki: muhtevası nakil ve rivayetlerin tekrarından ibaret klasik din kitaplarında en çok kullanılan kalıplardan biri) dini yayıcı eski kitaplara muhalif olarak, aklın ve mantığın kandırılabileceği, güya Kur’ân’dan ilham ve feyiz alıp ispat ve izahat metodunu takip ederek, millet ve gençliğimizi aldatarak onları dinle zehirleyen risalelerdir.
“Bundan dolayı bizim için tek tehlike ve engel, bakkal defterlerine Arap harfleriyle yazılarak yayınlanan o karanlıklı kitaplardır.
“O İslâmcı şahsın kitaplarının okul ve halk muhitinde yayılması, biz aydınların aydın fikirleri vatanımıza yerleştirme çabasında en büyük bir engel teşkil etmektedir.
“Bu zorunlu durumun ortadan kaldırılmasından başka bir hal çaresi yoktur kanısındayım.
“Hükümetin, gizli olarak faaliyet halinde bulunan bu din yayıcılığının muhakkak surette durdurulması yolunda aktif icraatlara âcilen girişmesi gerekir intibaındayım...”
Tek parti devrinin gözde isimlerinden, Kemalist-komünist sentezini kendi şahsında gerçekleştiren Zekeriya Sertel de şöyle diyormuş:
“Bediüzzaman Said Nursî sağ kaldıkça ve eserlerinin intişarına zecrî tedbirlerle set çekilmedikçe, bizim ideolojimizin bu memlekette halk tarafından kabullenilip gelişmesine imkân ve ihtimal yoktur kanısındayız.”
Bu iki şahsın aktardığımız beyanları, Zübeyir Gündüzalp’in 1969 senesinde zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’e hitaben yazdığı mektupta yer alıyor. (Bkz. Necmeddin Şahiner, Nura Adanan Bir Ömür: Zübeyir Abi, s. 162)
Gündüzalp’in bu sözleri aktarma sebebi şu:
“Din düşmanları, din, dindarlar, Bediüzzaman’ın Nur Risaleleri ve talebeleri hakkında yalan ve iftiralar üreterek bunları ihtiva eden uydurma belgeler hazırlayıp hükümeti yönlendirmeye; din, dindarlar, Nur Risaleleri ve talebeleri aleyhinde kanun ve icraat yapmaya zorlayabilir ve böylece milleti hükümet aleyhine geçirmeye çalışabilirler. Buna karşı çok dikkatli olunmalı.”
İktidar tekelini elinde tuttukları ve bu iktidarı amansız bir diktatörlük şeklinde tatbik ettikleri devirlerde CHP kadroları dindarlara ve Nur talebelerine yönelik amansız baskı politikalarını bizzat ve doğrudan uygulamaya koyuyorlardı.
1950'de muhalefete düştükten sonra ise bu işi Demokrat hükümete de yaptırmak için her türlü hile ve desiseye başvuruyor; Emirdağ mektuplarından birinde ifade edildiği gibi “Hükümet Demokratlara geçtiyse de saltanat hâlâ bizde” diyerek, bürokrasideki güç ve etkinliklerinin devam ettiği mesajını bu şekilde veriyor; böylece hem dindarlara yönelik baskıların devam etmesini, hem de bu yolla milletin yeni hükümetten de soğuyup ümit kesmesini sağlamaya çalışıyorlardı.
Ve asıl hedefin Bediüzzaman, Risale-i Nur ve talebeleri olması işin özünü teşkil ediyordu.
Çünkü Risale-i Nur’un yayılması, onların tamamen aksi yöndeki fikir ve ideolojilerini halka ve bilhassa yeni nesillere benimsetmelerini engelleyen en büyük manevî seddi oluşturuyordu.
Bu muhkem seddin inşasına mani olmak için devletin bütün gücünü ve imkânlarını seferber ettiler. Bediüzzaman’ı yıldırmak, etrafında inançlı ve şuurlu bir cemaatin teşekkülüne meydan vermemek, milleti onlardan uzak tutmak ve Risale-i Nur’un yayılıp okunmasını engellemek için her türlü hukuk dışı yola başvurdular.
Ama başaramadılar; zafer, inananların oldu.
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
Abdulaziz Suud el -Babtain |
|
Bir önceki yazımızda Kuveyt’in Arap kültür mirasını yaşatma yönünde gösterdiği çabalar ve yapmış olduğu hizmetlerden bahsetmiştik. Bu yazımızda ise, dünyada bir ilk olan “Babtain Arap Şiiri Merkez Kütüphanesi” ve onun kurucusu örnek insan Abdülaziz Suud el-Babtain’i tanıtacağız.
Araplar, kendi çabalarıyla bir yerlere gelene “Isamî,’ mirasa konarak bir yerlere gelene de “İzamî” derler. Bu vecihle, Abdülaziz Suud Babtain tam mânâsıyla ‘Isamî’dir. Kendisi Kuveyt’in en önde gelen iş adamlarından sayılmaktadır. Abdülaziz Bey, gençlik yıllarından beri şiir yazmıştır. Yazmış olduğu bu şiirleri, “Müsafir fi’l Ğifar-Çöldeki Yolcu” ve “Bewhu’l Badiyah-Çölün Esrarı” adlı iki divanda toplamıştır.
Arap dilinin muhafaza edilmesine gönülden inandığı için bu uğurda bir müessese, “Müessesetü’l Babtain İbd’a eş-Şi’ri-el-Babtain Güzel Şiir Sanatı Müessesesi”ni kurmuştur. Bu müessese aracılığıyla gerek Kuveyt’te, gerekse dış ülkelerde Arap dili ve edebiyatı üzerine çeşitli kurslar verdirmiş ve büyük ödüllü yarışmalar düzenletmiştir.
Sahasında ferid olan bir büyük projeyi üstlenen müessese, 20. yüzyıldan itibaren başlayıp cahiliye devri şairleri ve divanlarını kapsayacak olan bir Şiir Ansiklopedisi hazırlamaktadır. Bu projenin ilk ürünü, yaşamakta olan olan şairleri ve divanlarını tanıtan 5 ciltlik bir ansiklopedidir. İkinci ürün ise 25 ciltlik Şiir Ansiklopedisi olup, bir ay önce Kuveyt Üniversitesinde yabancı basın ve heyetlerin katılımıyla düzenlenen büyük bir törenle okuyucuya sunulmuştur. 11 yıl süren yoğun çalışma neticesinde ortaya çıkan ansiklopedi, 19. ve 20. yüzyılda yaşamış olan 8 bin şairi ve divanlarından seçmeleri içermektedir. Müessese, 18. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar bir dönemde yaşamış olan şairleri ve divanlarını kapsayan ikinci bir ansiklopedi için çalışmalarına başlamış durumdadır.
Abdülaziz Beyin kurmuş olduğu ikinci önemli müessese ise, ”Müessesetü’l Babtain Hivar el-Hadaraat-Babtain Medeniyetler Arası Diyalog Müessesesi”dir.
Bu müessese, medeniyetler arası diyalog konusunda Avrupa’da konferanslar tertiplemektedir. İspanya’nın Kurtuba Üniversitesiyle anlaşması sonucunda, Arapça'nın Endülüs bölgesindeki ilk öğretim okullarında ikinci yabancı dil olarak okutulmasına başlanması, adı geçen müessesenin çok önemli bir başarısıdır. Aynı müessese, Endülüs bölgesinde turizm rehberliği yapan İspanyollara Arap-İslâm tarihî kursları vermektedir. Abdülaziz Bey ayrıca, Paris’te bir Tercüme Merkezi, İskenderiye’de Yazma Eserler Tahkik Merkezi, Kudüs’te bir kütüphane, çeşitli ülkelerde Kuveyt ismini taşıyan 14 okul açmıştır. Bundan başka, 1500 başarılı talebeye burs (eğitim, yeme-içme, ikamet), ve her yıl Kur’ân ilimleri dalında Orta Asya Cumhuriyetlerine yönelik “Buharî’nin Torunları Büyük Ödülü” isimli 100 bin dolarlık bir ödül vermektedir.
Tabiî olarak, yukarıda saydığımız bu önemli hizmetlerin aksamadan yürümesi büyük bütçe gerektirmektedir. Abdülaziz Bey bunu da düşünmüş. 15 yıl sonra vakıf olarak devlete devredilecek olan kütüphanenin ve bahsi geçen müesseselerin masraflarını karşılamak için yaklaşık 50 katlı bir gökdelen inşaa ettirmektedir.
Bir çok Arap ve yabancı üniversite, bünyesindeki Arap dili ve edebiyatı fakültelerinde Babtain Kürsüsü açmış, malını kültürel hizmetlere sarf eden Abdülaziz Bey’i fahrî doktoralarla ödüllendirmişlerdir.
Araplar Endülüs’te sekiz yüzyıla yakın hüküm sürdükten sonra çıkmak zorunda kaldılar. Şimdi el-Babtain kültür müesseselerinin çalışmalarıyla Endülüs’e geri dönüp gönülleri fethediyorlar.
Bizler de yüzyıllardır Arap kardeşlerimizle iç içe yaşadık. Kültürel bakımdan karşılıklı olarak etkilenmelerimiz oldu. Türk üniversitelerinin de yukarıda adı geçen müesseselerle irtibat kurmalarını ve Arapça ve medeniyetler arası diyalog konusunda işbirliği yapmalarını temenni ediyoruz. Babtain müesseselerinin katkılarıyla üniversitelerimizde yapılacak olan çalışmalar her iki millete de çok hayır getirecektir İnşaallah.
El-Babtain Şiir Kütüphanesi
El-Babtain Arap Şiiri Merkez Kütüphanesi devlet sarayının tam karşısındaki denize bakan 12 dönümlük bir arsa üzerine inşaa edilmiş. Üç katlı olan bina, önden ve arkadan bakıldığında okunmak için açılmış olan bir kitap görünümündedir. Kütüphanecilik ve bilgi teknolojisi üzerine 70 ülkede hizmet veren ‘SirsiDynix’ adlı Amerikan şirketi, 2006 yılı en güzel görünümlü kütüphane ödülünü Babtain Kütüphanesine vermiş. İlginç mimarisi ve de muhteva ettiği değerli kitaplar sebebiyle Kuveyt’in medar-ı iftiharı olan kütüphane, ülkeyi ziyaret eden resmî heyetler için düzenlenen protokol gezilerinde başı çekmektedir.
El-Babtain Kütüphanesi, 1200 tane yazma eser, 90 bin kitap ve çokça süreli yayın ile Abdülaziz Bey’in kardeşi Abdülkerim Suud el-Babtain’e ait olan 200 yazma eser, 100 bin kitap ve yayın tarihi 1830’lara kadar uzanan dergilerden oluşan koleksiyonu barındırmaktadır. Abdülkerim Bey’in kırk yıldır topladığı koleksiyonunda bulunan bazı kitaplar, Avrupa'da (16. yüzyıl) basılan ilk Arapça kitaplar nadir eserlerdir.
Bundan başka, Babtain kütüphanesi sanal âlemde “Arapça bilgi bankası” hizmeti de sunmaktadır. “Ask Zad” adlı bilgisayar programıyla 1998’den bu yana yayınlanmış olan tam 2500 süreli yayında yayınlanan makaleleri bir kaç saniye içinde okuyucuya ulaştırmaktadır.
Kütüphanede sık sık konferanslar, şiir geceleri ve çeşitli kültürel faaliyetler düzenlenmekte olup, bu faaliyetler online olarak internet üzerinden izlenebilmektedir. Kütüphane hakkında daha fazla bilgi almak isteyenler Arapça ve İngilizce olarak hazırlanmış olan web sayfasına bakabilirler. Umarım faydalı olur.
www.babtainlibrary.com
www.babtainprize.org
Yazışma için: [email protected]
30.11.2008
E-Posta:
|
|
Faruk ÇAKIR |
En fecisi ‘güven’ kaybetmek |
|
Ekonomik krizle ilgili tartışmalar, ‘Var mı yok mu?’ safhasını çoktan geride bıraktı. Gelecek endişesi sebebiyle ihtiyaçların temini ertelenmeye başladı ve üretici firmalar sıkıntıyı hissetti. Maalesef, ilk iş olarak da şirket harcamalarında tasarruf etmek yerine ‘çalışanların işine son verme’ tercih ediliyor. Devamında işsizlik artıyor ve bir kısır döngü sürüp gidiyor.
“Herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür” (Mektubat, s. 523) prensibi gereği, her hadisede olduğu gibi ekonomik ve sosyal krizlerde de bir hikmet ve manevî yön olduğunu görmek lâzım.
Cuma günü akşamı gazetemizin Güneşli’deki ‘seminer salonu’nda İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş Beyin “Kriz yönetimi” konusundaki seminerini dinlerken bu konudaki kanaatler bir defa daha tasdik edilmiş oldu. İTO Başkanı Yalçıntaş, geniş bir vukufiyetle ö-zetlediği kriz ve neticelerini “meşveret ve şûrâ” ile yani “konuşarak, tartışarak, akıl birliği ile çare arayarak” aşabileceğimizi ifade etti.
Bu bakış açısı, her hadisede bir “manevî cihet olduğu”nu kabul etmekle mümkün. Aksi halde, sadece maddî ‘çare’lerle krizleri aşmak da mümkün değil. Çünkü Yalçıntaş’ın da önemle işaret ettiği gibi dünyanın kriz sebebiyle kaybettiği ‘para’yı bulması mümkün, ama kaybedilen ‘güven’in geri kazanılabilmesi ‘para’ kazanmak kadar kolay ve kısa sürede olabilecek bir şey değil.
Daha fazla kazanma hırsının yaşanan krize sebep olduğunu ifade eden İTO Başkanı Yalçıntaş, kriz sebebiyle kapitalizmin temellerinin de tartışmaya açıldığını ifade etti. “Kapitalizmin temelleri tartışılmaya başlandığına göre, İslâm dünyasının sunabileceği bir alternatif var mı?” sorusu da haliyle gündeme geldi. Yalçıntaş, bu soruyu cevaplandırırken ‘yara’larımıza da temas etti. İslâm dünyasının geçmişte ilim, san'at ve teknolojide en ileri olduğunu, ama bunu sadece maddî güç ya da askerî güç ile değil; bunlara âlim ve fazıl insan kaynağı desteği ile de sağlandığını hatırlattı. “En temel problemlerimizden biri de budur” diyen Yalçıntaş, “Bizim önce ‘ümmet sathını’ mektep yapmamız ve aramızdaki işleri ‘meşveret’ ile halletmemiz gerektiğini” de ifade etti.
Kriz gibi devasa problemleri çözecek ‘sihirli değnek yok’ diyen Yalçıntaş, “Türkiye olarak kendi problemlerimizi kendimiz çözmek durumundayız. Ekonomik paket açıklanacak, kriz bitecek beklentisi doğru değil. Bir yandan ekonomik paketler açıklanacak, öte yandan da kriz devam edecek. Her şeye hazırlıklı olmak lâzım” da dedi.
Yalçıntaş’ın önemle üzerinde durduğu bir konu da “israf” oldu. İsraf denince de akla sadece ‘çöpe atılan ekmek’ler gelmemeli. Türkiye’de asıl müsrif, sahip olduğumuz kaynakları israf eden maalesef devlet... Yapılan her ihalede, atılan her adımda israfa yer veriliyor. 10 liraya yapılması mümkün olan işi 50 liraya ‘ihale’ etmek, israfın kaynağı... Tembellik edip ‘daha az üretmek’ de başka bir israf kaynağı...
Yalçıntaş’ın da ifade ettiği üzere, israfı önler ve işlerimizi “meşveret ile/ konuşarak” çözmeyi denersek krizleri de aşabiliriz. Aksi halde bir kriz gider, başka bir kriz kapımızı çalar...
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Siyasette nispet ya da misilleme |
|
Mahallî seçimlere dört ay kalması siyaset kulislerini hayli hareketlendirdi. Ankara, belediye başkan aday adaylarından geçilmiyor. Genel başkan veya parti yetkililerine ulaşmaya çalışanından genel başkanlara görünmek için lacivert elbiseleri çekenlere kadar pek çok isim Ankara’nın yolunu tutuyorlar.
Tabiî bu durum parti grup toplantılarına da yansıyor. Grup toplantıları adaylar ve onu destekleyenler tarafından dolduruluyor. Meclis kulislerinde adım atacak yer olmuyor, grup toplantılarının yapıldığı yerlerde basın mensuplarının oturduğu sıraları vatandaşlar dolduruyor. Bakanlar ve milletvekilleri dahi oturacak yer bulamıyor. Parti grup toplantıları “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile adeta seçim meydanlarını hatırlatıyor.
* * *
AKP ve CHP grup toplantılarında “rozet” takma yarışı yaşanıyor. Bu haftaki Meclis grubunda rozet takma yarışında AKP fark attı. CHP’de eski partililer yuvalarına dönerken, AKP’de CHP, DSP başta olmak üzere DP ve ANAP’tan belediye başkanlarına rozet takıldı. (Tam seçim arefesinde parti değiştirmenin ne kadar etik olduğu tartışılır.) Ancak, bu katılımlarda hem rozet takılan, hem de rozet takanların ortak menfaatleri olduğu muhakkak. Rozet takanlar, ilinde güçlü olan belediye başkanını saflarına katarken, rozet takılan da—güçlü gördüğü partiye geçerek—tekrar belediye başkanı seçilmeyi plânlıyor. Belki son anda parti değiştiren belediye başkanları aday dahi gösterilmeyebileceğini göze alarak…
Burada bahsetmek istediğim bir husus var. AKP’de rozet takma sırasında herkesin dikkatini bir şey çekti. Malûm, rozet takma işini ilk başlatan CHP olmuştu. Haftalardır İstanbul’da Baykal’ın çarşaflı hanımlara taktığı rozet konuşuluyor. Samimî olmadığını düşünen kadar, bunun CHP için yeni bir açılım olduğunu söyleyenler de var.
AKP grubundaki rozet takmada yaşanan görüntü pek çok kişinin aklına “AKP CHP’ye misilleme mi yapıyor?” sorusunu getirdi. Baykal’ın çarşaflı hanımlara taktığı rozetin yankıları sürerken, Erdoğan’ın partisine katılan başı açık hanımlara rozet takması hele de bu hanımların CHP’li olması bu düşünceyi pekiştirdi. Üç CHP’li üyeye rozet taktıktan sonra ellerinden tutup havaya kaldırıp salonu selâmlaması da bir saat sonra grubunda konuşan Baykal’a mesaj niteliğindeydi. Tabiî Baykal da boş durur mu? Rozet takmada rekorlar kıran Baykal, AKP’li bir belediye başkanına rozet takarak, karşı atağını gösterdi. Karşılıklı rozet yarışı ile birbirlerine nisbet ve misilleme yaparak yarışlarına devam ediyorlar.
Görülen o ki, bu rozet takma yarışı en azından mahallî seçimlerde aday belirlemeye kadar sürecek. Bakalım rozet takma yarışında daha hangi “şaşırtıcı resimler”e rastlayacağız.
* * *
BU DA YEMEK NİSPETİ
Burada nispet demişken başka bir olayı daha aktaralım. Mahallî seçimlerle ilgili olmayan bu olayda Meclis Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Hanıma yaptığı nispet ya da nazire oldu. Toptan geçtiğimiz hafta içinde kadın milletvekili eşlerine Mecliste bir yemek verdi. Peki, bu yemeği ilginç yapan neydi? Bunu da Toptan’ın sözleriyle anlatalım. “Sayın Başbakan’ın eşi Emine Hanım, seçimden sonra bayan vekil ve erkek vekil eşlerine tanışma yemeği düzenledi. O dönem bazı bayan vekil arkadaşlarımızın da eşleri de yemeğe gitmişler ve kapıdan geri çevrilmişler. Bunun üzerine ben de böyle bir yemek tertiplemek aklıma geldi. Ancak kısmet bugünmüş…”
Yemeğe MHP, DTP ve DSP’den katılım olmazken, CHP’yi sadece İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın eşi Mustafa Yetkin Arıtman temsil etmiş. AKP’den 14 milletvekili eşi yemeğe katılırken 9’u katılamadı. Yemekte ağırlıklı olarak küresel kriz konuşulmuş.
Bu yemeğin başka ilginç yanı da şu oldu. Toptan’ın eşi Saime Toptan’ın yaklaşık iki hafta önce erkek milletvekillerinin eşlerine düzenlediği yüzer kişilik gruplara verdiği çay partisinin ardından, bu kez, Köksal Toptan kadın milletvekillerinin eşleri yemekte ağırlandı. Yemeğe, Mecliste bulunan 50 kadın milletvekilinden evli olan 35’inin eşi dâvet edildi. Bu dâvet edilenlerin arasında öyle birisi vardı ki, Toptan’ı sonradan dâvet için “özür” dilemek zorunda bıraktı.
Peki, Toptan’ı özür dilemeye götüren dâvet neydi? DTP Grup Başkanvekili Fatma Kurtulan’ın terör örgütünün dağ kadrosundaki eşi Salman Kurtulan’a da dâvetiye gönderilmiş. Bu durumu sonradan öğrenen Toptan “Kamuoyumuzdan özür diliyorum, bunu yapmamamız lâzımdı, ama benim üç gün Ürdün’de olmam, arkadaşlarımızın dikkatsizliği böyle bir sonuç doğurdu” diyerek özür diledi.
Siyasetteki bu nispet ve misillemeler devam eder mi bilemeyiz, nazire yapalım derken bu tür “hatalı” işler de olabiliyor elbette…
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
ADIM ADIM ÂSİTÂNE |
|
ezmek…
Gönülden kopan bir iştiyaktı bu.
Bulutlar o sessiz hissi duymuş olmalı ki, gözüme ve gönlüme dolmak için gül renkli bir buket hâlinde gelip önümde durdular. Fakat ben ancak almak için uzandığımda fark ettim batan güneşin türbe camında aksettiğini.
Türbe o anda büyüyüp gelişmiş ve devâsâ birer gül hâlini alıvermişti sanki. Eğilip merakla içine baktığımda renk meşheri, çiçek tozu ve bal özü yerine iri sandukalar görünce irkildim.
Lâkin hayranlıkla seyretmekten de kendimi alamadım. Zîra güneşin batış anındaki güzelliği ve guruba karşı yapılan türbenin tenasübü, birbirini ancak bu kadar güzel tamamlayabilirdi.
Makberini her akşam güneşin gül renkli, nur âhenkli tebessümü ile aydınlatan mezar sahibinin kim olduğunu merak edip dikkatle bakınca, zamanın tozu ile karamsarlaşan mermerlerde soluk tebeşirle yazılmış da olsa bir işaret, bir çizgi aradım.
Heyhat!.. Hiçbir iz yoktu.
Eski zamanların ilkel sayılan insanları bile duygularını mağaraların granit taşlarına kazırken, mahallî idarecilerin şehrin en merkezi yerlerindeki bu eşsiz eserlere gösterdikleri ihmalkârlık karşısında müsamahalı bakmayı gerektirecek mâkûl bir mazeret bulamadım.
Kırgın hislerimi, harekete geçen merakın kızgın kırbacı dağlayınca biraz daha eğildim ve çocukluk yıllarında dedemin tarlalarda toprağa çizerek öğrettiği eski harflerin yardımı ile kitabeyi okuyarak muammayı çözdüm.
Türbe yirmi sekizinci Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim’e aitti.
Osmanlı’nın bu mûsikîşinas ve yenilikçi padişahını o anki duygularıma daha yakın bulduğumdan olsa gerek, haklılığımı ispat edebilme ümidiyle veya sığınma ihtiyacı ile taşlara biraz fazla sokulmuş olmalıyım ki yepyeni elbisemin toz-toprak içinde kaldığını görünce şaşırdım.
Toz toprak içindeki bu perişan hâlimle gezmeyi de, eve dönmeyi de gururuma yediremedim. O ruh hâli içinde ne yapacağımı düşünürken, kulağıma saba yelinin gül yaprakları arasından geçerken çıkardığı hışırtıyı andıran bir sada aksetti:
“Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!”
Padişahlar yaptıkları ile gururlandıkları için mi bu tahattur ifadeleri asırlarca huzurlarında tekrarlanıp durmuştu bilmiyorum ama o sesi duyunca şu yılışık renkli elbise ile Şişli’den çıktığımda, gururumun rahmetten mahrum Britanya sisi gibi bütün benliğimi kapladığını hissettim.
Gurur, her insanda bulunan bir büyücü buğudur. İnsan o hissi kullanmak için üfürdükçe heves kabarır, ene şişer. Fakat onlar kabarıp büyüdükçe insan küçülür.
Ecdatla zamâne insanı arasındaki en bariz fark işte bu. Onlar eserleri ve icraatları ile büyümüşler, bunlar gururlarıyla. Bunları düşününce, bir gerçeği daha gördüm.
Demek gurur gubârdan, yani toz zerrelerinden daha küçükmüş.
***
Yolum bir hayli uzundu.
Fakat ben yorulmaya başlamıştım.
Bu hissî yılgınlığı da nazara alarak külliyenin karşısında bulunan Ragıp Paşa Kütüphânesi’ne uzaktan şöyle bir bakarak geçip gitmeyi düşündüm. Paşanın kabrini, kütüphanenin eşiğinin önüne kazdırdığını, üzerine de mütevazi bir mezar yaptırdığını hatırlayınca, yorgunluğa, dalgınlığa, yılgınlığa aldırmadan oraya doğru gittim.
O zamana kadar gördüğüm bütün hazireler genellikle mabetlerin yanındaydı. Bu ise kütüphânenin bahçesinde. Paşa, kitabın hayatî ehemmiyetine dikkat çeken böyle bir ibret levhası inşâ ettirdiği için kabrinde de kitaplarla haşir neşir yaşıyor olmalıydı.
Kabir ve kitabın iç içe oluşu imrendirici bir tecelli idi.
Oradan yüz elli adım kadar aşağıda yer alan ve kadın zevkinin zarafetini ve ruh inceliğini taşa aksettiren en güzel eserlerden biri olan Valide Camii ile Pertevniyal Lisesi arasında kalan kabristandaki mezar taşları da gölgelerinde yatan insanların gönül incelikleriyle işlenmiş gibiydi.
Şehrin en çukur yerinde, çekiçle şekillendirilmiş koca bir dağ gibi yükselen ve çukurluğu hiç hissettirmeyen Pertevniyal Valide Sultan Camii’ni görünce biraz ferahladım.
“Nasıl olsa bu şaheser ihtiyarın gönlünü de fetheder” diye düşünürken, gördüğüm o ihtiyar, kabre selâm veriyormuş gibi şöyle bir baktı ve güzelliğini ancak kendisinin hissedebildiği bir ruh olgunluğu ile gülümseyerek yürüdü.
Ben de onu taklit ederek gülüp geçecektim ama o sırada cami bahçesinin kuytu bir köşesinde, mezar taşı sadeliği içinde sessizce camiyi süzen yaşlı kadın dikkatimi çekti.
O anda bana çok uzun gibi gelen bir anlık tereddüdün ardından, yorgun duygularını dinlendiren mütedeyyin ve mütebessim Anadolu kadınının yanına yaklaştım.
“Bu eseri sizin gözünüzle temâşâ etmeyi ne kadar çok isterdim.”
Gülümsedi.
Duygularımı dolduran hakikat çekirdeklerini bir anda çimlendiren nemli ve müşfik bir bakışla beni uzunca bir süre süzdü ise de hiç konuşmadı. Bu çok sesli sükût, binlerce hitaptan daha mânâlıydı.
Ben bu hicab ânında yüzümün aldığı rengi düşünürken, kadın aradan çekilmiş olmalı ki, bakışlarımı zoraki kaldırdığımda Valide Camii’nin sıcak ve müzeyyen simâsı ile karşı karşıya kaldım.
İstanbul’daki eski eserlerin neresinde hangi âsi otun bittiğini, hangi kovuğunda hangi cinsten kaç kuşun yuva yaptığını, bunların kaç yavru büyüteceklerini, onların da hangi eserin neresine yuva yapacaklarını bile tahmin edebileceğimi zannederken, şehrin orta yerindeki bu huma kuşu yuvasına şimdiye kadar pek dikkat etmediğimi anlayınca şaşırdım.
Cami, mimarîye şekil veren ince duygunun, hassas imanın ve rikkatli heyecanların eseriydi. Hele o köşelerde yükselen ve yükseldikçe incelip lâtifleşen kuleler, yüksek kubbe duvarını ve engin sayvantları gözleyen harika desenli cephe aynaları, sütunları, saçakları, kemerleri ve daha bir yığın mimarî manzumesiyle, âdeta temelden kubbeye kadar iğneyle işlenmiş oya gibi süslenen ve insanda gökten sarkan bir avize hissini uyandıran ve bu hassaslığı, zarafeti, güzelliği dışa aksetmiş kadın ruhunu temsil eden eser, Valide ismini duygularıma ebedî bir ihtimamla nakşetti.
Bunu hissedince gönlümdeki mahcubiyet deryası daha da derinleşti. Anadolu’nun kim bilir hangi köşesinden kalkıp gelen ve kalbi bir ilhamla, önce gönlündeki güzelliği temsil eden bu eseri bulup duygularını dinlendirmek için kendisinden geçen; fakat rüyaya benzer temâşâsının en müsterih ânında, benim gibi bir münasebetsiz meraklı tarafından uyandırılan, mehtap ışığı kadar temiz kalpli bu Osmanlı kadını, o yabânî müdahalenin mağduriyeti ile evine dönüp muhtemelen ömrünün kalan kısmını inzivada geçireceğinden, belki dünyada bir daha karşılaşmayız.
Lâkin, bilmem ki beni mahşerde affeder mi?
O saliha kadın, mahşerde de ‘ana’ sıfatını taşıyacağı için belki ben onun şefkatle kabaran müsamahasına sığınabilirim, ama günümüz insanı, yıkıp yok ettiği onca eser ve kırdığı nice kalp karşısında kendisini kime nasıl affettirecek acaba?
Bütün ihmâl ve ihanetlere rağmen, hâlâ zevksiz beton yığınları arasında, cüzdanda saklanan ecdat yadigârı solgun bir resim gibi sıkışıp kalan ve çok az nazar tarafından fark edilen; kendisini, sinesinde yatan ve onu emanet edecek bir tecessüs sahibi bulamadığı için terk etmeyen ruhun hamiyeti ile koruyabilen, değeri bilindiği halde geçer akçe olmadığı zannı ile itibar edilmeyip, saygılı ama zevksiz bir elin sürdüğü koyu yeşil boya ile varlığını hissettiren; Hamal Baba, Uryânî Dede, Seymenler, Kamer Hatun gibi bir velî, şehid veya makbul insan mezarına gidip mum yerine ruhunu yakarak o eserleri aydınlatmaya çalışırsa belki kendisini affettirebilir.
Yakılıp yıkılan veya kaderine terk edilen bütün türbelere, camilere, hazirelere, çeşmelere, mekteplere, medreselere ve benzeri eserlere onlar adına da af dileme hevesiyle yola devam ettim.
Biraz ilerde, Vatan ve Millet caddelerinin ayrılma noktasında yer alan Murat Paşa Camii’nin ve onun yüz adım kadar ötesinde inşa edilen Yusuf Paşa Camii hazirelerinin sakinleri de diğerleri gibi büyük ağaçların gölgesinde ve çiçekler arasında mesrûr uykularını uyuyorlardı. Onları Garba doğru gittikçe Pirî Mehmed Paşa, Molla Güranî, Mustafa Çavuş, Abbasağa, Şehremini, Beyazıtağa, Kara Ahmed Paşa camileri ve mescitlerindeki hazireler takip ediyordu.
Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Şumnu, Sofya, Filibe, Kırcaali, Kanije, Budin, Üsküp, Kosova, Kalkandelen, Ohri, Tiran, Saraybosna, Mostar, Belgrad daha niceleri, yedi iklim dört köşeye dal-budak salan bu koca çınarın hayattar meyveleriydi.
Osmanlı mimarîsinin şahs-ı mânevîsi, eline tohum torbasını alıp gittiği güzergâha avuç avuç tohum saçmış, tane tane çekirdek ekmiş, tek tek fidan dikmişçesine; camisiyle, haziresiyle ve sair müştemilatıyla bu külliyeler hep birbirine benziyor.
Şu şehre bakın. Bir cadde üzerinde onlarca padişah, yüzlerce şehzade, binlerce üdeba, ümera, paşa, eşraf, esnaf, havass ve âvam mezarı; işleyen idraklere, gören gözlere, düşünen akıllara ‘ölüm hiçlik değil’ hakikatini hatırlatıyor. İnancın ve idealin, yüzüğe kaş yapılmış taş gibi bir şehrin mimarisine bu kadar ustaca işlenişini, dünyanın başka bir yerinde, şehrinde ve medeniyetinde bulmak pek mümkün değildir.
İşte şair Nedim’in deyişiyle ‘Acem ülkesine değişilmeyen taşların’ dilindeki tekellüm bu. İstanbul’un, ‘Lezzetleri acılaştıran ölümü zikretmesinde’ bile apayrı bir zevk ve lezzet var:
Hizmet lezzeti…
Bizim insanımıza has asil bir haslet olan bu lezzet, yeni kurulan onlarca İstanbul semtinde yapılan yüzlerce cami ve mescit sayesinde artarak devam ediyor. Lâkin devam etmeyen bir şey var:
Hazireler!..
Halbuki, her an pek çok fuzulî işlerle, malayâni meşguliyetlerle zararlı alışkanlıklarla ve müstehcen neşriyatla aklı karıştırılan, fikri bozulan, idraki iğfal edilen zamane insanı; ölüm hakikatini hatırlamaya her zamankinden daha çok muhtaç.
Bu itibarla İstanbul’un, hayatla ölümü mezcedip insanı kabre âşinâ hâle getirerek ahirete hazırlayan hazireli camilerle, mütekâmil külliyelerle, çınarla, selviyle, gülle, bülbülle, lâleyle, martıyla müzeyyen şehir mimarisi memleketin her yerinde yaşatılmalıdır.
Bu sayede belki bir gün insanlığa da mâlolur.
(Adım Adım İstanbul’dan)
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dosdoğru yolda devam etmek |
|
Günde en az kırk defa kılınan beş vakit namazda Fatiha’da okunan sırat-ı müstakîm, yani “Dosdoğru yolda daim eyle!” duâsı mü’minin ekmekten, havadan, sudan, kısacası her şeyden daha çok muhtaç olduğu bir hakikattir. Dosdoğru yolun belli başlı akıl, öfke ve şehvet duygularının aşırılıklardan uzak orta hâli olan hikmet, şecaat ve iffetten ibaret bir yol olduğunu biliyoruz.
Bu duâyı en az kırk defa yaptığımıza göre demek her an, her saniye zikzaklar çizebilecek durumdadır insan. Sürekli ifrat ve tefritlere düşebilecek tehlikelerle başbaşadır. Bunun için de her an Allah’tan yardım dilemeye muhtaçtır. Resûlullah’ın (asm) şu duâsı da buna ne kadar muhtaç olduğumuzun açık bir delili değil midir?
Birgün Ümm-ü Seleme Validemize sormuşlar: “Ey Mü’minlerin annesi! Resûlullah (asm) nasıl duâ ederdi?” O da çoğunlukla duâsının, “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl” duâsı olduğunu söyler.
Ümm-ü Seleme Validemiz hemen, “Ey Allah’ın Resûlü, niye çoğunlukla bu duâyı yapıyorsunuz?” diye sorar. Allah Resûlü de (asm), “Ey Ümm-ü Seleme! Kalpler Allah’ın iki parmağı (kudret ve tasarrufu) altındadır. Dilediğini (lâyık hale) geldiğinde doğru yolda tutar. Dilediğini de (müstehak hâle) geldiğinde saptırır.”1
“Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir” meâlindeki âyetleri de böyle anlamak gerekir. Kul ruhen, kalben, aklen, fikren, bedenen sapar, sapmayı göze alır, Allah da onu saptırır. İsteyen kuldur, imtihan sırrı gereği o sapıtmayı yaratan da Allah’tır. Kul niyetini, kalbini temiz tutar, iyiliğe, doğru yola yönelir, o temiz ve samimî niyeti sebebiyle Allah da onu doğru yola iletir. Kötülüğü de, iyiliği de isteyen kuldur, yaratan ise Allah’tır.
“İmanlarınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile yenileyiniz” hadis-i şerifini de yukarıdaki hadis-i şerif çerçevesinde düşünmemiz gerekir. Mektubat’ta2 dikkat çekildiği gibi insanın her an hem şahsı, hem âlemi sürekli yenilenmekte, âdetâ her gün, her saat yeni bir insan olup çıkmakta, yeni bir âlemle yüzyüze gelmektedir. İşte iman onun bu yeni dünyasını, âlemini açan bir anahtar olmakta dört bir yandaki karanlıkları aydınlatmaktadır.
Hem insanda nefis, heva, vehim ve şeytan hükmettikleri için çoğu zaman bunlar farkında olmadan imanını zedelemekte, gaflete atmakta, yaptıkları hile, verdikleri şüphe ve vesveselerle iman nurunu söndürmeye çalışmaktadırlar.
İşte getirilen herbir Kelime-i Tevhid insanın hem iç, hem de dış dünyasını aydınlatmaktadır.
Evet, sürekli değişken bir kalbe sahip olan insan imanını yenilerken âdeta günlük hayatını, âlemini şarj etmekte, sürekli aydınlanmasını sağlamaktadır.
Demek insan her an, her saniye gafletini dağıtacak, imanını yenileyecek, güçlendirecek Kelime-i Tevhide, iman ve Kur’ân hakikatlerine son derece muhtaç.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavât: 90.
2- Mektûbât, s. 319.
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mânâ ile bütünleşen kelimeler |
|
Nihat Bey: “Yirmi Dokuzuncu Sözün Birinci Esasında, ‘Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta mânâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden, zîhayat, zîşuur kesretle halk eder’ (s. 468) diye devam eden cümlede mânâlardan ve kelimelerden yaratma ne mânâya geliyor? Biraz açar mısınız?”
1- Yirmi Dokuzuncu Sözün Birinci Esasında Bediüzzaman Hazretleri, görünen ve bilinen varlıkların çok farklı maddelerden halk edildiğini nazara vererek, farklı türler üzerinde görevli bulunan melaikelerin, ruhanilerin ve cinlerin de farklı tür ve cinslerden yaratıldığını ispat ediyor. Gözden uzak tutulmamalıdır ki, yeryüzünde muhtelif canlılar çok farklı türlerde, çok farklı niteliklerle yaratılıyor, en âdî maddelerden hayat yaratılıyor, en yoğun maddelerden ruh sahibi varlık halk ediliyor. Meselâ topraktan, sudan, hatta bozuk ve çürük maddelerden öyle canlılar yaratılıyor ki, bunların kimisi suda, kimisi toprakta, kimisi havada yaşıyor, kimisi sürünüyor, kimisi yürüyor, kimisi uçuyor, kimisi bulunduğu yerde yuvarlanıyor. Yeryüzü canlılarında çeşit ve tür öylesine çoktur ki, bu bize ruhânî ve nurânî varlıkların da çeşitliliği konusunda zengin fikir veriyor. Çünkü Kâinatın Tek Yaratıcısı sonsuz kudret sahibidir.
2- Çürükten, çarıktan, her şeyden sayısız cismânî canlı halk eden sonsuz kudret sahibi Allah, kusursuz kudretiyle ve noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi ruha yakın lâtif ve akıcı maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz. Öyleyse, kabul edilmelidir ki Cenâb-ı Allah’ın nur, karanlık, esir, elektrik, hava, mânâ ve kelime gibi lâtif ve akıcı maddelerden hayat ve şuur sahibi cins cins ruhânî mahlûklar yaratması kudretinin ve hikmetinin gereğidir. Nitekim yaratmıştır da. Yüce İslâm dininde o sayısız ve cins cins yaratılan yaratıkların bir kısmına melâike, bir kısmına ruhânî, bir kısmına da cin denmektedir. Meleklerin de kendi aralarında aynı türden yaratıldığı söylenemez. Güneşte görevli melek, bir ağaçta görevli melekle veya bir damla yağmurda görevli melekle aynı cinsten değildir.1
3- Mânâ, maneviyâttır. Yani maddî olmayan her şey. Yani görünmeyen kuvvetler. Bunlar yaratılmıştır. “Kelime” sözcüğü ile, kelimenin canlandırdığı mânâ anlaşılmalıdır. Yoksa kelimeyi bir küme harfin meydana getirdiği bir sözcükten ibaret saymak yanlıştır. Kelimenin canlandırdığı bir mânâ varsa, bu mânâyı temsil eden bir melek de vardır demektir. Çünkü bu kelime ağızdan çıktıktan sonra, öyle kendi başına durduğu gibi durmuyor, muhatapta tesir meydana getiriyor. Bir söz öldürüyor da, güldürüyor da. Kur’ân’ın ağzımızdan çıkan sözün bizi mes’ûl tutacağını bildirmesi boşuna değildir. Cenâb-ı Allah, “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir”2 buyurarak sözün kuvvetini vurguluyor. Kezâ, “Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın”3 âyeti sözün olumsuz etkisinden sakındırıyor. Keza Peygamber Efendimizin (asm), “Tatlı söz sadakadır” buyurması, sözün maneviyâtta ehemmiyetini kavramamıza yeter. Nitekim şâir de, “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ide bir söz” diye boşuna söylememiştir. Anlaşılıyor ki, sözün perde arkasında sözü temsil eden maneviyât yaratılmıştır. Sözün taş gibi tesir etmesi bundan dolayıdır. Bu maneviyattan da bir cins meleğin yaratıldığı anlaşılıyor.
Hatta Hz. Peygamberimiz (asm), bir mü’min kardeşimizi sevindirme mânâsından bile bir meleğin yaratıldığını bakın nasıl anlatıyor:
“Bir kimse, bir mü’mini sevindirince, Allah verdiği bu sevinç sebebiyle, onun için bir melek yaratır. Kul, kabrine vardığında, o Sevinç Meleği gelir ve ölen kişiye:
‘Beni tanıyor musun?’ der. Ölen kişi:
‘Sen kimsin?’ diye sorar.
Sevinç Meleği:
‘Ben filancaya verdiğin sevinç(ten yaratılan melek)im. Bugün senin yalnızlığında sana dost olacağım ve sorgu meleklerine vereceğin cevapta sana telkinde bulunacağım. Kıyamet günü göreceğin dereceleri sana seyrettireceğim. Senin için Rabbinin yanında şefaatçilik yapacağım. Sana cennetteki yerini göstereceğim’ der.4
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 468, 469
2- Saf Sûresi: 2,3
3- Hucurât Sûresi: 11
4- İbn-i Ebid-Dünya, Sevab
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Şaka mı, lâtife mi? |
|
Asrımız insanı günlük koşuşturmaların gerginliği altında somurtmaya daha yatkın. O yüzden insanı rahatlatıp, gevşetecek, sıkıntısının gereksiz bir yük olduğunu düşündürüp birazcık tebessüm ettirecek her şey çok önemli. Mü’minin tebessüm etmesinin, ettirmesinin onun sadakası olduğuna dair peygamber nasihati böyle bir ortamda ne kadar da fıtrî!
Günümüzde insanları güldürebilmek artık bir sektör haline gelmiş durumda. Ünlü komedyenlerin TV-Radyo programları, komedi muhtevalı sinemalar, tiyatrolar, haftalık aylık mizah dergileri, gazetelerde yayınlanan çeşitli karikatürler… Hepsi gülüp güldürebilmek için.
Şakayı dozunda ve kıvamında, muhatabını üzmeyecek aksine tebessüm ettirip düşünmeye sevk edecek şekilde yapabilmek tam bir san'at işi. O yüzden atalarımız bu san'ata “lâtife” ismini vermişler.
Gel gelelim bazen iş şirazeden çıkıyor, haddini aşıyor. “Böyle de şaka mı olurmuş?” dedirtecek tablolar yaşanabiliyor. Bazen insanlar birbirine kırılıp, küsebiliyor.
Bazen sonu büyük kavgalarla biten şakalar yapılabiliyor.
Bazen dinî değerler “Adamın biri Cennete gitmiş…”, “Oflu Hoca bir gün…” tarzında mizah malzemesi olarak kullanılıp küçük düşürülebiliyor. Bazen şaka yapan muhatabını güldürmek için kırk dereden su getiriyor, hatta yalan söyleyebiliyor…
Güleriz ağlanacak halimize!
Oysa ki hayat çok kısa, vakit az, yapılacak işler fazla. İnsanın kahkahalara boğularak gülüp “iptal-i his” yapmaya değil, düşünmeye tefekküre ihtiyacı var. Söylenen sözlerin, yapılan hareketlerin içi boş, sulu, cıvık, yalan olmamalı.
Zarif nükteler, kıvamında lâtifelerle hoş sohbet olmak, muhatabını düşündürtmek, fikir dünyasına zengin renkler kazandırabilmek imandan kaynaklanan bir güzel hâl olsa gerek. “Küp içindekini sızdırır” misâli manevî zenginliğin fıtrî bir şekilde dışa yansımasıdır bu tablo.
Ya da muhatabı kabalık yapıp üzmemeye dikkat ederek lâtife yapmaya özen göstermek insanı imana adım adım yaklaştırabilecek bir hal olabilir. Küçücük bir söz, ufak bir tebessüm, zamanında yapılan bir tavır, hareketin insanın bazen bütün hayatını etkilediği bir vakıadır.
O yüzden boş konuşmamak, hikmetli hareket etmeye gayret etmek en güzeli…
Nasreddin Hoca
İranlıların tabiriyle Molla Nasreddin, yukarıda anlatmaya çalıştığımız “Lâtife lâtif gerek” sözüne mutabık tarihe mal olmuş bir şahsiyet.
Doğumunun üzerinden 800 yıl geçmesine rağmen Hocamız hayatın derinliklerindeki incelikleri tebessüm ettirerek dile getiren, düşündüren belki de toplumumuzun en çok bilinen, sevilen sosyolog ve filozofu.
Onun dostlarıyla, çocuklarla, gençlerle, devlet erkânıyla, cahillerle, âlimlerle, eşeğiyle, hindisiyle, leyleğiyle, kargasıyla yaşadığı her bir olay bizi tebessüm ettirirken, aynı zamanda tefekkür de ettiriyor! (Gerçi Hocanın bu kadar çok olayı yaşamasını uzmanlar yaşadığı dönem itibarıyla imkânsız görüyorlar. Sözgelimi Hocanın Anadolu’yu bir zamanlar işgal eden Timur’la aynı dönemde yaşaması mümkün değilmiş. Anlaşılan zamanla insanlar yaşanan olayları ona atfetmişler. Beri yanda da bizim toplumumuzda Nasreddin Hoca huyundaki insanların da soyu tükenmiyor ki!)
Sözgelimi onun hanımıyla yaşadıkları, şüphesiz günümüz aile içi iletişim uzmanlarına güzel bir örnek teşkil etmekte.
İşte Hocanın aile içindeki problemleri tereyağından kıl çeker gibi çözmesine dair anlatılan fıkralardan biri:
Bir gün Hoca evine üç kilo et gönderip, “Akşama hazır olsun” diye de eşine haber verir. Hanım eti güzelce pişirip, öğle vakti gelen komşularıyla âfiyetle yer. Akşam Hoca gelip de eti sorduğunda, evin kedisini göstererek “Obur kedi etin hepsini yemiş!” der. İşi anlayan Hoca bozuntuya vermez. Suçluyu tutup, hemen teraziye koyarak dikkatle tartar. “Tarttım üç kilo geldi. Diyelim ki bu et olsun öyleyse nerde kedi? Hadi kedi olsun. Nerde et?” diye sorar.
İşte “Beceriksiz, yalancı!” tarzında tartışmalar zinciriyle başlayıp sonu çok tatsız bitecek olaylara hiç girmeden probleme bilimsel, net ve kısa bir çözüm! Hikmetli mi, hikmetli!
Aile içi şiddet konusunda kafa yoranların Nasreddin Hocadan alacağı çok dersler var. Öyle değil mi?
Evet, günlük hayatın koşuşturması içinde birazcık tebessüm etmek insana iyi gelir. Nasreddin Hoca fıkraları ise yaşanan stresli, içinden çıkılmaz sanılan olayları bir başka açıdan gözlemlemesiyle bu konuda tartışmasız en etkili çözümlerden birisidir. Hocanın 800 yıldır unutulmamasındaki sırlardan bir tanesi de bu olsa gerek. Ne dersiniz?
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Sıradan bir nefer olduğumuzu kabullenmek |
|
Çok okumak ve okuduklarımızla amel etmek, öğrendiklerimizi hayata geçirmek elbette önemli. Risâle kültürüne sahip olmak, oradaki hak ve hakikatlere, prensip ve düsturlara vâkıf olmak ve o yönde yaşamanın gayretinde olmak da güzel bir haslet...
Bildiklerimizi başkalarına aktarmak, haberi olmayanları Nur’lardan haberdar etmek, onlarla dost, arkadaş olmak güzel bir faaliyet, arzulanan bir hizmet... Kudsî dâvâmızı başka insanlara duyurmak, bu yönde tahşidatta bulunmak, neşriyat yapmak, bunun için zahmetlere, meşakkatlara katlanmak takdire şâyân bir hizmet...
Ama asıl önemli olan bütün bunları yaparken, ihlâsı, uhuvveti, kardeşliği muhafaza edebilmek... Mensubu olduğumuz cemaatin diğer fertleriyle beraber yapabilmek... Tesânüdü, birlik beraberliği bozmadan yapabilmek... Kırmadan, dökmeden, incitmeden hizmette bulunmak... İhtilâflara, ayrılıklara kapı aralayacak söz ve davranışlara, hâl ve hareketlere tevessül etmeden îfâ-i hizmette bulunmak.
Asıl hüner budur, asıl maharet böyle olmanın gayretinde olmaktır. Bir kısmını ifade etmeye çalıştığımız bu hususları göz önünde bulundurmadan, bunları dikkate almadan Nurlarla hizmet olabilir mi bilemiyorum?
Hizmette asıl hüner, ihlâs ve uhuvveti muhafaza etmek olmalı. Arzulanan hizmet, birlik ve beraberliği rencide edecek olan her türlü söz ve faaliyetten kaçınmaktır. Bu noktada lâzım olan dikkat ve titizliği göstermekle mükellefiz ve mecburuz. Bu noktada gerekli olan başarıyı gösterdikten sonra gerisi kolay gelir. Arzuladığımız hizmet kendiliğinden olur ve beklediğimiz netice kendiliğinden hâsıl olur. Beklediğimiz sonuç gerçekleşmese dahi, üzerimize terettüp eden vazifeyi yerine getirmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarız. Çünkü muvaffakiyeti, muzafferiyeti verecek olan yüce Allah’tır.
Hizmetlerimizde rıza-i İlâhîyi esas almak, O’nun memnuniyetini, hoşnutluğunu gâye edinmek... Bunun dışında hiç kimsenin beğenisini, övgüsünü beklememek... Kınamalarından, yermelerinden müteessir olmamak... “O razı olduktan sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” vecizesini âhir ömre kadar silinmeyecek bir şekilde aklımızdan çıkarmamak... Zor da olsa, nefis bunları kabullenmeye yanaşmasa da, hizmet erbâbının bundan başka çaresi yok... Bunları öğrenip yaşamanın gayretinde olmaktan başka yolu yok.
Dünya kadar hizmetimiz de olsa, bütün ömür dakikalarımızı bu yola sarf etmiş de olsak, bütün mevcudiyetimizle bu kudsî dâvânın yolcusu da olsak, kendimizi bu güzide camiânın, bu şerefli cemaatin sıradan bir neferi, hatta en gerilerdeki bir hizmetkârı görebilme kemâlâtına erişmek için nefsimizi ve şeytanımızı susturabilmeliyiz. Bu önemli sınavı verebildiğimiz takdirde tuzaklara, yanlışlara, vartalara girmemiş oluruz.
Bu meyanda, rehber olarak kabullendiğimiz, nümune-i imtisâl bildiğimiz Bediüzzaman, böyle hareket ederek, yani hizmet yolunda onca kabiliyetine, onca olağanüstü özelliklerine rağmen, kendi hiçliğini, kendi perişaniyetini ilân ederek ancak “asrın bedîsi” ünvanına kavuşmuştur.
“Ben bir kuru çubuk hükmündeyim”, “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyeti, kuru çubuğunda aranılmaz”, “Ben bir hiçim”, “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum”, “Belki ben de müfsidim”... Bunlar konumuzla ilgili Bediüzzaman’ın aklımda kalan sözleri. Böyle bir mürşid, böyle bir müctehid, böyle bir müceddit, kendisini bu şekilde tavsif ederse ve bunu da açıkça itiraf ederse, bizim gibi “acz-i mutlak, fakr-ı mutlak” içinde olan insanların bu hizmet içindeki mevkii ve yeri neresi olur?
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
İslâm’ın sembolleri ve biz |
|
angi ülkede yaşadığınızı sorsalar, hemen “Müslüman bir ülkede” yaşadığınızı söylersiniz. Belki de “Şüpheniz mi var?” diye ilâve edersiniz.
Gözünüzü bir an hiç bilmediğiniz bir ülkede açtığınızı düşünün. Ne yaparsınız? O ülkenin Müslüman olup olmadığına nasıl karar verirsiniz? O ülkenin Müslüman olduğunu nasıl anlarsınız veya anlatırsınız?
Bunun için önce görünen delillere yönelirsiniz. Her halde önce camileri, minareleri, okunan ezanları, tesettürlü hanımları, mezar taşlarını aramaya başlarsınız. Sonra mevsimine göre Ramazan orucunu, bayram namazlarını, Cuma namazlarını, yağmur namazı ve duâlarını, hüsuf ve küsuf namazlarını, tekbirleri sıralarsınız. Peki, bunlar nedir?
Bunlara kısaca şeair-i İslâmiye veya İslâm’ın sembolleri diyoruz.
Şeair-i İslâmiye sözlükte, İslâmın sembolleri, işaret ve belirtileri demektir. Müslümanlara ait kurallardır. Şeâir-i diniye ve şeair-i İslâm sözleri de aynı anlamda kullanılmaktadır. Allah’ı anmak (Allahu Ekber), hutbe, Ramazan orucu, hamdetmek, ezan okumak, İslâmî kıyafet (başörtüsü) gibi semboller Şeâir-i İslâmiyeye örnek gösterilebilir. Bir bakıma şeair-i İslâmiye, bütün Müslümanları ilgilendiren meseleler ve alâmetlerdir.
Bediüzzaman,“Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir” der. O, şeâirin günümüz diliyle kamu hukuku olarak ifade edilebilen “hukuk-u umumiye nev’înden, cemiyete ait bir ubudiyet” olduğunu da belirtir. Yine Bediüzzaman, “Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur” derken şeâirin sorumluluğunu İslâm toplumuna yaymaktadır.
Said Nursî’nin, Şeâir-i İslâmiyeye verdiği önemi şu örnekte daha iyi görürüz: İstanbul’daki çok önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Türk Milletine pek çok menfaatleri dokunduğunu gören Ankara hükûmeti, Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya dâvet eder. M. Kemal, şifre ile dâvet etmiş ise de, cevâben, “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” diyerek önce reddeder. Üç defa şifre ile ısrarla dâvet edilir. Said Nursî, eski Van Valisi, dostu milletvekili Tahsin Bey vasıtasıyla dâvet edildiği için, en sonunda Ankara’ya gitmeye razı olur. 1922 yılı Kurban Bayramından bir hafta kadar önce trenle Ankara’ya gelir. İstasyonda kalabalık bir halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından coşkuyla karşılanır.
9 Kasım 1922 günü ise, mecliste devlet töreniyle ve alkışlarla karşılanır. Bu samimî ve candan karşılamaya rağmen Bediüzzaman Ankara’da umduğunu bulamaz. Bir süre sonra Ankara’dan ayrılır. Millet Meclisinde dîne karşı gördüğü ilgisizlik ve batılılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî, tarihî övünç kaynağı olan şeâir-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, milletvekillerinin ibadete, özellikle namaza devam etmelerinin lüzûm ve ehemmiyetine dair on maddelik bir beyanname neşreder ve milletvekillerine dağıtır. Bu beyannamede ilk millet meclisinde hem milletvekillerine, hem hükümete, dolayısıyla millete uyulması gereken prensipler sıralanır. Adı geçen beyannameyi Kâzım Karabekir Paşa, M. Kemal’e okur.1
Beyannamenin 2. maddesinde “Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız” diyerek Kurtuluş Savaşındaki başarının sonuçlarına dikkat çeker. İslâm âleminin sevgi ve teveccühünün devam etmesi için “Şeâir-i İslâmiye”ye uyulmasının ne kadar gerekli olacağını belirtir. Çünkü Müslümanlar bu milleti İslâmiyet hasebiyle sevmektedirler.2
Said Nursî, beyannamenin sonunda, yapılacak inkılâpların temel taşlarının sağlam olmasının gerekli olduğunu da ifade eder. Meclisin şeair-i İslâmiyeye uymasının ne kadar önemli olduğuna vurgu yapar. Harice karşı kazanılan iyilik, dâhildeki fenalıkla bozulmamalıdır. Çünkü bizim ebedî düşmanlarımız ve hasımlarımız İslâmın şeairini tahrip etmektedirler. Yine Said Nursî, meclisin zarurî vazifesinin, şeâiri ihya ve muhafaza etmek olduğunu hatırlatır. Aksi davranışları, “şuursuz olarak şuurlu düşmana yardım etmek” olarak değerlendirir. Zira şeâirde ilgisizlik ve tembellik milliyetin zaafını gösterir. Zaaf ise, düşmanı durdurmaz, belki cesaretlendirir.
Bediüzzaman daha sonra yazdığı Risâle-i Nur eserlerinde şeâir-i İslâmiye üzerinde çok durur. Yukarıdaki görüşlerini zaman zaman devlet idarecilerine mektuplar yazmak suretiyle de hatırlatır.
Bediüzzaman, şeâiri, İslâm’ın cilt veya derisine benzetir. Meselâ, nasıl ki bir hayvanın derisi veyahut bir meyvenin kabuğu soyulsa, geçici bir zarafet gösterir. Fakat az bir zamanda o zarif et ve o güzel meyve, o yabanî, paslı, kesif ve ârızî deri altında siyahlanır, kokuşur. Öyle de, şeâir-i İslâmiyedeki İlâhî ve nebevî tabirler, hayatlı ve sevablı bir cilt, bir deri hükmündedir. Onların soyulmasıyla, mânâlarındaki nuraniyet, geçici olarak bir derece çıplak görünür. Fakat ciltten uzaklaşmış bir meyve gibi, o mübarek mânâların ruhları uçar. Karanlıklı kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider. Nur uçar, dumanı kalır.
Günümüzde özel ve kamu hukuklarından bahsedilir. Bediüzzaman da bu tasnifi kabul etmekle birlikte kamu hukukunu “hukukullah” sayar. Şer’î meselelerden bir kısmının şahıslara, bir kısmının da umuma taalluk ettiğini benimser. Herkesi ilgilendiren meseleleri “şeâir-i İslâmiye” olarak ifade eder. Bu şeâirin herkese taallûku cihetiyle, herkes onda ortaktır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en küçüğü (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya bütün İslâm Âlemine taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün İslâm büyüklerinin bağlandığı o nurânî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Bunları yapmaya çalışanların zerre kadar şuurları varsa korksunlar ve titresinler!
Şeâir-i İslâmiyede ubudiyet saklıdır. Said Nursî, şeâir meselelerini iki gruba ayırır:
1. Taabbüdî. Bu tür meseleler aklın muhakemesine bağlı değildir, Allah emr ettiği için yapılır. Uymak zorunluluğu vardır. Allah’a kul olmanın şartıdır. İlleti, emirdir: Beş vakit namaz, zekât ve oruç gibi.
2. Mâkulü’l-mânâ. Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine tercih edici olmuştur. Emr edilmesinde faydalar veya yasaklanmasında zararlar olabilir. Faydalarını elde etmek, zararlarından korunmak için yapılmaz. Çünkü hakikî illet, Allah tarafından emr edilmesi veya yasaklanmasıdır.
Hikmet ve maslahat şeâirin taabbüdî kısmını değiştiremez. Taabbüdîlik yönü tercih edilir; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat ve fayda gelse onu değiştiremez. Öyle de, “Şeâirin faydası yalnız malûm maslahatlardır” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faydası olabilir: Ezan örneğinde olduğu gibi.
Müslümanların dillerinden düşürmedikleri bir söz var ki, onu duyduğunuz zaman o kişiye hemen ısınırsınız. O söz “Bismillahirrahmanirrahim”dir. Çünkü “Bismillâh her hayrın başıdır”.3 Müslümanlar hayırlı işlerine besmele ile başlarlar. İnanan insan hayatının her anında Allah’ı hatırlar ve O’na dayanır. Allah nâmına verir. Allah nâmına alır. Allah nâmına vermeyen gàfil insanlardan almaz.
Said Nursî, Şeâir-i İslâmiye konusunda güzel bir tesbit yapar: “Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle ‘Yaşasın Cehennem’ der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister.”4
Bediüzzaman Said Nursî, şeâir-i İslâmiyenin büyüklerinden kabul ettiği Ramazan-ı Şerifi “şeâirin içinde en parlak ve muhteşemi” olarak ifade eder.5
Risâle-i Nur, bin seneden beri yapılan tahribâtı tamir etmeye çalışıyor. Risâle-i Nurun yaptığı vazife oldukça büyüktür. Asırlardır devam eden tahribatı tamir ediyor. Said Nursî’ye göre Risâle-i Nur’un yaptığı görevler şöyle sıralanmaktadır: “Küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”6
Özetlemek gerekirse, Risâle-i Nur’un vazifesi büyük bir tahribâtı ve İslâmı içine alan büyük bir kaleyi tamir etmek, asırlardır müfsit âletlerle yaralanan kalpleri, kamuoyunu, vicdanları Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tamir etmektir. Bunun sonuçları meydandadır, isteyen görebilir.
Şeâir-i İslâmiyenin parlamasına yardım edenlere tebrikler!
Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şeair-i İslâmiyenin ihyasına çalışmış ve çalışanları tebrik etmiş, muvaffakiyetleri için de duâ etmiştir. Uzun yıllar ülkemizde yasaklanan ezanın aslıyla okunmasını bayram olarak kabul etmiştir. Bu mânâda Demokrat Partiyi ve özellikle Başbakan Adnan Menderes’i tebrik etmiş ve “Bu memlekette şeâir-i İslâmiyenin yeniden parlamasının bir müjdecisi olan ezan-ı Muhammedînin (asm) kemâl-i ferahla on binler minarelerde okunmasını” bu memleketin ve İslâm âleminin önemli bayramlarının başlangıcı olarak görmüştür.7
Bediüzzaman başka bir mektubunda “Demokratların zamanında madem ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi şeâir-i İslâmiye ile Kur’ân’a hizmet ve eskilerin Kur’ân zararına tahribatları tâmire başlanılmış” demekle din derslerini de şeâir içinde zikretmiştir.8
Risâle-i Nur’da “Milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır” denilerek dayanak noktası olarak İslâm birliği gösterilmektedir. Anarşistliği netice veren komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik gibi tahrip edicilere karşı yine İslâm birliğinin dayanabileceği belirtilmektedir. Yine Risâle-i Nur’da, Demokratlara “Bir ezan-ı Muhammedînin (asm) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet” kazandıkları belirtilerek milleti kendilerine ısındırdıkları ve minnettar ettikleri ifade edilmektedir. Aynı mektubun sonunda mevcut hükümetin şeâiri ihya etme gerekçeleri şöyle sıralanmaktadır: “Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir”9
Şeair-i İslâmiye bütün Müslümanları ilgilendiren ortak meselelerdir. Kişiler kendi keyiflerine göre hareket edemezler. Bir gemide yolculuk yapan insanları düşünün. Alt katta yolculuk eden kişi denizi görmek bahanesiyle gemiyi delmeye çalışsa ne yaparsınız? Neme lâzım deyip gözünüzü yumar mısınız? Gemi su almaya başlayınca en az onunla birlikte batacağınızı düşünüp karşı çıkmaz mısınız? Müslümanlar aynı gemide seyahat eden yolculardır.
Şeâirin küçüğü büyüğü olmaz. Bazen küçük gördüğümüz şeâir büyük sonuçlar verebilir. Şeair bir cihette İslâmın zırhıdır, kalesidir. Kalenin savunulmasında gösterilecek zaaf, kalenin elden çıkmasına sebep olabilir.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s.124
2- Aynı eser, s.125
3- Sözler, s. 11
4- Mektubat, s. 386
5- Aynı eser, s.387
6- Şuâlar, s. 163
7- Emirdağ Lâhikası, s. 267
8- Aynı eser, s. 270
9- Aynı eser, s. 271
30.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|