Yorgunluğum akşam rüzgârının peşine takılmış usulca yürüyordu. Eve dönüyordum, bütün yaşanmışlıkları geride bırakarak. Bir araba göründü bizim sokağın başında. Kornasını çalmıyordu yokuşu inerken. Öylece yavaş yavaş, süzülerek geliyordu hayattan simsiyahtı rengi, pencereleri de öyle… İçinde hiç kimse yok gibi, sessizce ilerliyordu. Ama üzerindeki süslerin rengi bembeyazdı. Ne de güzel görünüyordu. Kocaman bir çiçek vardı önünde oda beyazdı. İsmini bilmiyorum; çiçekti işte. Adını söylesem ne değişir ki, çiçek çiçektir değil mi?
Durdu köşede, pembe boyalı evin önünde. Neriman Teyzenin “yeni çifte verdim” dediği evinin önünde. Pencerelerden birkaç çift göz göründü. Kimisi imrenerek, kimisi ahlar çekerek izliyordu bu siyah ama beyaz arabayı. Bende hayatın kapısında durmuş bu siyah ama beyaz arabaya bakıyordum. Aklımdan hiçbir şey geçmiyordu. Öylece durmuş bakıyordum işte.
Biraz bekledi araba kapıda, “neden” diye sormadım. Elbet vardı bir sebebi de ben merak etme-dim. Bekliyordum, penceredeki gözlerde, arabada bekliyordu. Ve siyah ama beyaz arabanın kapısından beyazlar içinde bir kız çıktı. Bahtı beyaz, gönlü beyaz, kendi beyaz. Çıkarken eteklerini topladı, değmesin yere kirlenmesin diye, ne de güzel tutu-yordu kınalı elleriyle tüllerini. Gözleri yerde, hiç bakmadan etrafına sadece eteğiyle ilgileniyordu. Belli ki bu beyaz elbise, çevresinde göreceği her şeyden çok daha kıymetliydi. Yüzündeki tülden gözlerini göremedim. Oysa ne kadar çok görmek iste-dim, yüzüne beyaz düşmüş bu kızın gözlerini.
Ardından bir adam çıktı simsiyah. Elbiseleri siyah, yüzü siyah. Gönlü ne renkti bilmiyorum, çünkü görünmüyordu. Ellerine baktım anlayamadım ne tuttuğunu. Nasırlaşmış mıydı çalışmaktan. Yoksa hiç değişmemiş hep aynı mı kalmıştı tembellikten… Gözlerini gördüm bir ara, boş bir mahzenin ürperten soğukluğunu taşı-yordu. Ruhumun üşüdüğünü fark ettim. Yüzümü çevirdim tekrar beyaz elbiseli kıza. O hâlâ elbisesinin derdinde, birkaç gün sonra alıp onu en gizli anlarını sakladığı sandığına koyacak, kıyamayarak. Kim bilir sandığına koyarken beyazlarını, ne çok şey saklayacak arasına. Ve her kalktığında sandığın kapağı, binbir çeşit anıyla anacaktı bu günü. Çocukları ara sıra çıkarıp deneyecek, kendilerini hep beyaz kızın yerine koyup aynadan bakacaklardı bu saf, tertemiz yüzlerine.
Siyah adam, kızın koluna girdi, yardım etmek istedi. Kız yüzündeki beyaz tülü araladı. Ama suskun, ama masum, ama tertemiz. Kız mahcuptu, yüzüne beyaz değmişti ondandı bu hali.. Yanakları al al olmuş, utanmıştı. Dünyadaki en güzel renk, beyaz kızın yanaklarını süslüyordu şimdi. Siyah adamın yüzüne baktı beyaz elbiseli kız, gözleriyle onu ne kadar çok sevdiğini söyledi. Oda öğrenmişti aşkın dile dökülemediğini. Adam kızın bakışlarını görmedi, ceplerini karıştırmaktan. Kız sustu, gözlerindeki ışıltıyı kaybetmeden, yitirmeden masumluğunu. Kapının gıcırtısı bu masum bekleyişi bozdu. Adam kenarda durup beyaz elbiseli kıza müsaade etti. Kız gözlerini kırptı adama. Adam yine görmedi kızın bakışlarındaki sıcaklığı… Orada yanan aşk kandilini görüp, aydınlatamadı içindeki karanlıkları.
Önce bir çift umut girdi içeriye kapı açılınca. Bir tutam mutluluk, kocaman sevinç girdi… Ve pencere-lerden taşarak hayaller girdi koşa koşa. Sevgi kızın gözlerine sığınmıştı. İçeriye çekine çekine girdi.
Kapıda kalan hüzün ve umutsuzluktu; öylece bekliyorlardı. Önce hangisi girdi içeriye bilmiyorum. Ya da içerdekilerden hangisi tükendi, hangisi taştı pencerelerden göremedim ama, bugün pembe boyalı evin kapısından, beyaz elbiseli bir kızla, siyah elbiseli bir adam girdi. .
Sonra pembe boyalı evin önünden; önce günler, sonra haftalar, sonra seneler geçti. Birde küçük kız çocukları. Elinde poşeti olan, saçlarına ak düşmüş bir adamda geliyor her akşam. Her sabah bir çift göz görünüyor beyaz tül perdenin ardından, gözlerinde şimdilerde ne var bilmiyorum.
Beyaz elbiseli kızın yüzüne, beyaz tüller değiyor ben gördüğüm zaman…
28.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|