İnsanlar tarih boyunca birçok sebepten ötürü savaşmış. Savaşların sebebi bazen toprak, bazen egemenlik bazen de din olmuş. Truva (Troya) Savaşında olduğu gibi de bazen savaşın sebebi bir kadın, yani Helen bile olabilmiştir.
Savaş için sebepler bu kadar çok iken, barışmak ise her zaman en zor şey olagelmiştir. Barış için iki taraftan birinin çok ağır kayıplar vermesi, çaresiz kalması ve en nihayetinde de büyük tavizleri kabullenmesi şarttır. Dünya siyaseti hep bu acımasız ve yazılı olmayan kurallar üzerinde cereyan ederken de bu durumdan en çok etkilenenler daima çocuklar olmuştur.
Savaşları hazırlayan etkenlerden bir tanesi de diyalog eksikliğidir şüphesiz. Bugün, tarihten bu yana hep “Barış adası” olarak nitelendirdiğimiz yanı başımızdaki ‘Kıbrıs adası’nda taraflar diyaloğa girmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz günlerde de 10. defa buluştuklarına şahit olduk. Ancak gelin görün ki şimdi de Güney tarafının Akdeniz’de petrol aradığı ve bu işi yapan Norveç bandıralı bir geminin Türk tarafınca rahatsız edildiği iddialarıyla iki tarafın söz düellosuna girdiğini görüyoruz. Şüphesiz bu tartışmalar da gelip geçecektir.
Günümüzde eski zamanların aksine bir diplomasi çağı yaşamaktayız. Artık ülkeler kılıçlarla, top ve tüfeklerle değil, uluslar arası arenalarda diplomatik girişimlerle bir şeyler kazanıp, kaybediyorlar. Tıpkı genç cumhuriyetimizin masa başında birçok stratejik toprak parçasını kaybettiği günlerdeki gibi…
Kıbrıs meselesi tabiî ki böyle kolayca çözümlenebilecek bir mesele değildir. Çünkü olay iki tarafın değil çok tarafların meselesi haline gelmiştir. Güney Kıbrıs lideri Hristofyas da bundan şikâyet ediyor. Diyor ki: ‘’Hakemliğe karşıyız. İki lider görüşmelere devam etmeli ve sorumluluklarımızı üstlenmeliyiz. Neden, üçüncü şahıslar bize, kendi sorunumuzu nasıl çözümleyeceğimizi söylesinler?” (AA, 26 Kasım 2008)
Evet neden Kıbrıs üzerinde bu kadar çok el var? Konunun iki muhatabı yani Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs yönetimleri kendi aralarında bu meseleyi halledecek olgunluğa erişmiş olduklarını ortaya koyamazlar mı?
Şüphesiz bu iş de o kadar kolay değil. Zira Kıbrıs’ın üzerinde birçok ülkenin tarihsel, stratejik ve politik çıkarları söz konusu… Bunu daha iyi anlayabilmek için doğrudan tarihsel ve siyasî geçmişe bakmak gerekiyor.
Zayıf Osmanlı yönetimi Rus Harbi sırasında ağır kayıplar vermemek düşüncesiyle İngiliz yardımını kabul edip, Kıbrıs adasını Britanya İmparatorluğuna 92 bin altın karşılığında kiraya vermek basiretsizliğine düşünce, Kıbrıs sorununun temeli atılmış oldu (1877-1878). Daha sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verince (1914) tabiî olarak İngilizler düşmanımız konumuna geldi ve adaya el koyduğunu açıkladı. 1923’te imzaladığımız Lozan Antlaşması ile de masa başında resmen Kıbrıs’ın İngilizlere ilhakını kabul ettik. Hatta 1925’te adaya ‘konsolos’ bile atayacak kadar ilhakı kabullenmiş bir haldeydik. Sonrasında Yunanlıların Enosis isyanı, Türklerin Enosis’e karşı çıkışı, ortak cumhuriyet denemesi (1960), Akritas planı ve sonrasında bir çok Türk’ün öldürülmesi (1963), Yunanistan’ın adaya 15 bin asker çıkarması (1967), 20 Temmuz 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı ve Ağustos’taki ikinci barış harekâtı ile Türkiye’nin de fiilen adada yer almasıyla sorun düğümlendikçe düğümlendi ve çözümsüz bir hâle geldi.
Evet bugün Kıbrıs’ta dörtlü bir yapılanma söz konusu, kuzeyde dünyanın hiçbir ülkesi tarafından tanınmayan ‘de facto’ bir Türk yönetimi, güneyde adanın bütününe sahip olmak isteyen ve Türk tarafını yok sayan bir Güney Kıbrıs yönetimi, ikisinin ortasında ‘Yeşil Hat’ denilen bölgeyi koruyan BM ve de adada neden hâlâ var olduklarına bir türlü anlam verilemeyen, çok tartışılan İngilizlerin üsleri bulunuyor. Bu çok başlılık aslında adadaki sorunları çözümsüzlüğe sürükleyen temel faktör…
Şimdi kalkıp her millet “benim adadaki tarihsel haklarım ve egemenliğim” diye söze başlayarak hak iddia edebilir. Ancak bunların hiçbiri çözümü kolaylaştırmaz, bilâkis zorlaştırır. Tarihin objektif bir şekilde incelenmesi ve bunun neticesinde ortaya çıkan durumun taraflarca kabul edilmesi ütopyadan öteye geçmeyecek bir iyimserlik değil midir? Hangi taraf adadaki haklarından vazgeçebilir?
Bu saatten sonra ‘adalıların, adanın kaderine yön vermesi’ yani ‘self-determination’ ne kadar mümkün? Hele ki; hem Türk tarafı için, hem de Yunan tarafı için geçerli olan demografik hileler sonrasında…
Her şeye rağmen çözümün tek yolu müzakere ve diyalogdur. Başka hiçbir şey çözümü getiremez.
Son olarak bir Rum gazetecinin bir iki ay kadar önce bir toplantıda dile getirdiği ve o günden bu yana zihnimin bir köşesinde yer edinmiş bir ‘galatı meşhure’yi paylaşmak istiyorum. Bizler Kıbrıs’ın güney yakasında yaşayan insanlara Anadolu alışkanlığı ile “Rumlar” deriz.
Halbuki Anadolu’da yaşayan Rumlar’ın bu tabirden rahatsız olduğu ve “oradaki olumsuzlukların ceremesini, Anadolu’nun sadık bir milleti olan Rumlar olarak biz çekmek ve yüklenmek istemiyoruz” mealinde serzenişlerini hemen hiç kimse dile getirmemiştir bugüne kadar. Evet uluslar arası literatürde de Kıbrıs adasının güneyinde yaşayanlara “Greek Cypriot” yani “Yunan Kıbrıslılar”, kuzeyindekilere ise “Turkish Cypriot” yani “Türk Kıbrıslılar” denilmektedir. Dolayısıyla biz de Kıbrıs’ta yaşayanlara “Rumlar” demek yerine “Yunan Kıbrıslılar” dersek tarihsel gerçekliğe daha yakınlaşmış oluruz. ‘Peki ya Rumlar kimdir?’ diye soracak olursanız, o zaman Helenleşme yıllarına ve Anadolu’nun bir ırklar mozaiği olduğu gerçeğine girip sayfalarca yazı yazmak gerekecektir.
Neticede ister Rum olsun, ister Yunan, Kıbrıs adasında Türklerin varlığı kadar gerçek ve daha yaygın bir “güneyli” varlığı aşikârdır. Bu iki tarafın da diyaloğa girmesi kadar tabiî başka bir şey bulunmamaktadır. Zira Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir barış için bu şarttır.
Ayrıca bu iki milletin birbirini yok sayması da imkânsızdır. Aynen bunun gibi, Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu’da Ermeni ve Rumlarla ilişkimiz konusunda tarihî bir tesbitte bulunmuş ve demiş ki: “Size bunu katiyyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 164-165)
Bu tesbitin ardında da düşmanlıktan bir fayda gelmeyeceğini belirten Üstad, Hz. Âdem zamanından beri bizimle birlikte bulunan ve şimdi dahi yanıbaşımızda yaşayan bu unsurun -ve diğer unsurlara da tatbik edilebilir tabiî ki- hepten yok olmayacağına göre, birlikte yaşamanın ve dostça birlikte var olmanın yollarının aranması gerektiğini tavsiye etmektedir.
29.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|