"Gerçekten" haber verir 29 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

CHP’ye bir değil, iki mescid lâzım



Görmezden gelinse de gerçekler bir şekilde gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Bakınız, son günlerde yeni bir ‘mescid’ tartışması başladı. Geçmişte bazı okullarda gayrıresmî olarak mescid açılması ya da boş bir odanın, bir ‘merdiven altı’nın namaz kılınan yer olarak düzenlenmesi tenkid konusu yapılmış, “İrtica geldi, laiklik gitti” anlamında manşetler atılmış.

O gün de bu tür davranışların doğru olmadığını, öğrencilerin namaz kılmasıyla laikliğin gidip, ‘irtica’nın gelmeyeceğini ifade etmeye çalışmıştık. Hatta ve hatta, her imkân ve fırsat olduğunda her okula, her alış veriş merkezine ve ihtiyaç duyulan her yere bir değil, iki mescid açılması gerektiğini ifade etmiştik. Aynı doğruları yine tekrarlamak istiyoruz: İhtiyaç olan her yerde, sadece ‘bey’lerin değil, ‘hanım’ların da rahatça namaz kılabilmesi için iki adet mescid açılması lâzım!

‘Mescid’lerin yeniden gündeme gelmesi, CHP’nin son günlerdeki ‘çarşaf’ açılımıyla başladı. CHP Genel Merkezinde bir basın toplantısı düzenleyen Genel Başkan Baykal’a, “Yeni açılımda partiye katılanlar genelde namaz kılan insanlar, onlar partiye geldiklerinde mescit sorunu yaşayacaklar mı?” diye sorulmuş. Bu soruya karşılık Baykal, “Sorunuzu çok iyi anlıyorum. Bu tür sorularla açılıma katkı sağlıyorsunuz. Kimse mağdur ve mazlûm olmayacaktır” demiş. (Star, 27 Kasım 2008)

Açıkça ifade edilmemiş olsa da bu beyanı, “Elbette, CHP Genel Merkezinde de ihtiyaç hasıl olduğuna göre mescid açılacak” şeklinde anlamak mümkün. Aslında Türkiye’de siyaset yapan bir partinin genel merkezinde mescid olmaması garip. Keşke bütün partilerin sadece genel merkezlerinde değil, il ve ihtiyaç halinde ilçe merkezlerinde de mescid açılsın ve açılmalıdır. Çünkü ‘Müslüman’ın olduğu her yerde ‘ibadethane’ye de ihtiyaç duyulur.

CHP, böyle bir açılımı ne niyetle yapmış olursa olsun, memleket için faydalıdır. Belki lüzumsuz gerginlikler sona erer ve namaz kılanlardan sırf bu sebeple korkmanın anlamsız olduğu da görülür. CHP, böyle yapmakla kendisini iktidara taşıyacak oy potansiyeline ulaşamaz, ama belki ‘demokratlar’ın da bu konulardaki hassasiyetini arttırmalarına sebep olur. Çünkü yapılan olumsuz propagandalar neticesinde şahsî hayatında ‘mütedeyyin’ olmak—bir ara—muhafazakâr partiler arasında da nahoş karşılanmaya başlamıştı. Bu vesile ile onlar da tabanlarının kim olduğunun farkına varır, cemiyetteki değişimi görür ve mütedeyyin insanların haklarını daha bir cesaretle ve samimiyetle savunmaya çalışırlar.

Netice olarak, CHP’nin Genel Merkez binasında bir mescid açma kararının—gerçekleşmesi halinde— hayırlı olacağını söyleyebiliriz. Ama ilâve etmek durumundayız: “Akıllı bina” olarak yapılan CHP Genel Merkez binasına ‘bir’ değil, ‘iki’ adet mescid açılması gerek. “Hele bir mescid açılsın. Hanımların namaz kılması için araya paravan ya da ‘perde’ çekilir” diyorsanız, ona da itiraz etmeyiz.

Aslında bütün bu tartışmalar, ‘suların tersine akamayacağını’ ve sözde değil, “özde Türkiye” gerçeğini gösteriyor.

29.11.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Güneş soğuk, sen sıcaksın



nnem yazın sıcaktan bunalan komşulara, “Şükredin, boşuna şikâyet etmeyin; üç ay sonra nasıl olsa para verip ısınacağız, kıymetini bilin, bugünleri çok arayacağız,” derdi. Sözü gerçekleşti, güneş aynı güneş ama ısıtmıyor artık, sadece aydınlatıyor.

Birbirinden güzel hikmetli sözleri ve öyküleriyle, kalbimizi fetheden, bilgi ve görgü ufkumuzu zenginleştiren Sadi-i Şirazî der ki: “Güzeli dedem de sever, mühim olan eğri büğrü deveyi sevmek.” Doğru ve güzel söze ne denir, maşallah, bârekallah.

Gönüller, güzeli hemencecik sevmekte. Bu sevgiyi yaratana hemen meyletmekte. Sevginin de zaten özünde bu İlâhî sır yok mu?

Rabbim, Rahman olan Rabb-i Rahîmim, kıl kadar şaşırtmasın. Aşkın taşkın hallerinden muhafaza eylesin. Sevgimizi gerçeğe yönlendirsin, sevilmeyi hak edenleri hakkıyla sevmekte kullandırsın. Gönül hoşluğu, zihin açıklığı ve kalp uyanıklığı nasip eylesin. İçimizi viraneye, harabeye döndürmesin. Ruhumuza dirlik ve düzenlik, kalbimize ebedî bir esenlik bahşeylesin. Âmin.

Dünyayı seviyoruz, Rabbimizi bize bildiren ve sevdiren güzel eserleriyle dolu olduğu için. Gayemizi, görevimizi burada bildik, burada öğrendik onun için. Önderimiz, Sevgili Peygamberimiz (asm) sayesinde… Onu da (asm) çok seviyoruz, getirdiği prensipler, uyguladığı örneklerle eskimeyen bir eğitim rehberimiz ve öğretmenimiz olduğu için; bir devre, bir döneme değil, her asra, her insana kucak açtığı için… Nasıl sevilmez ki? Bir küçük iyiliğe sebep olana, bir yol gösterene teşekkür ediyoruz. Bir değil, bin değil, sayısız iyiliği, güzelliği bizim için Rabbimizden isteyen, el açıp duâ eden, geceler boyu namazlarla, niyazlarla dileyen bu Sevgili Resûl nasıl sevilmez ki?

Çağları aşıp da Onun (asm) ders halkasına misafir olmak, Onun (asm) ümmetinden birisi, Onun (asm) öğrencisi olmak ne büyük bir şeref, ne büyük bir nimet. Ondan önce gelmiş yüzyirmidörtbin peygamber, onca öğretmen arasından Onun (asm) sınıfına düşmek, dersini, sohbetini, sözlerini dinlemek ne büyük bir lütuf. Alnımız secdeden kalkmasa, dilimiz şükürden geri durmasa, yine de ödeyemeyiz borcumuzu.

Rabbim, bilme nedir bilmeden, görme nedir görmeden, seçme, isteme, dileme nedir, hiçbir şeyi bilmeden bizleri Ona (asm) ümmet eylemiş. Ders halkasına katmış, öğrenci etmiş, mü’min olmak payesini bahşeylemiş, hamdenlillah. Ne büyük bir ikram, ne büyük bir şeref. Sonsuza kadar Rabbimize hamdolsun. Sonsuza kadar Sevgili Peygamberimize salâtü selâm olsun.

Gönlü kâinat kadar geniş olanın kucağına doğru kim koşmaz ki? Kelebekler nasıl ışığa doğru atılırsa, insanlık da Ona (asm) doğru bir akışta, bir atılışta; o nura doğru heyecanla koşuşta. Neden? O canlı bir güneş… O sıcak, sımsıcak çağırıyor, lisân-ı hâliyle ve kaliyle. Necip Fazıl şiirinin bir yerinde buna işaret ediyor sanki:

“Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz,

Güneşe göç var da kalan biz miyiz?”

Güneşin bile ısıtmadığı mevsim var ama, Onun (asm) yok. O her mevsim sıcak. Her dem yakın da ondan. Yakınlığı duâsıyla kabul buldu Yaradandan… Seven ve arayan gönüllere uzak kalmadı hiçbir zaman. O öyle bir güneşti, bulutların perdeleyemediği, gölgeleyemediği bir güneşti.

Ey canlı güneş! Isıt bizi, aydınlat içimizi. Muhtacız sana ve yakınlığına. Sevgili Peygamberimiz (asm), biricik güneşimiz. Seven insandı. Yaratılmış olan her şeyi severdi. Hele de çocukları, “cennet çiçekleri” dediği çocukları çok severdi. Bize Rabbimizin bu en büyük emanetlerini.

Sevgiyi Rabbinden öğrenmişti. Ondandı bu incelik, bu zarafet, bu güzellik. Onda (asm) ne varsa Allah’tandı. Yüce Yaratanımızdandı. Rabbimiz Onu (asm) severek eğitmişti.

Bütün insanlığa rehber, kılavuz olsun diye göndermişti. Üşüyenleri ısıtmak için, karanlıkta kalanları aydınlatmak için canlı bir güneşti, bir nurdu o (asm).

Sen güneşten daha sıcaksın. Daha sıcaksın ama yakmıyorsun yâ Resûlallah. Yüzlerce kitap, binlerce yazı şimdi seni anlatıyor. Diller kalemler bir noktada birleşiyor. Sevgin gibi şefkatin de eşsiz.

Eğitimin temeli sevmekti ve sen kim bilir kaç defa “Vallahi seviyorum” diye o mübarek kelimeleri söyledin, söylüyordun çocuklara karşı. Kim bilir kaç defa?

Rabbim sevince, sen de sevdin. Biz de senin sayende sevindik. Kararan gecelere bir güneş oldun; doğdun diye.

Sen güneşten de sıcaksın.

Gece yok, bazen gündüz bile kaç kez kaybolup gizleniyor bir bulutun arkasına o nazlı gök nazdarı, nazenin güneş… Ama sen kalbi olana, sevene, duyana ayan beyansın.

Sevgi güneşimiz, şefkat ve merhamet güneşimiz! Bu dünya neler gördü, neler duydu. Nice eğitim metotları uygulandı. Ama hiçbirinin etkisi seninki kadar ruhta kalıcı olmadı. Ne yaktın, ne üşüttün. Ey canlı güneşimiz! Işığınla ısıttın hep içimizi, sevgin ışık oldu yüreğimize. Yalnızlık günlerimizde elimizden tuttun. Okul oldun okuttun. Tek tek dağı, deveyi, ayı, güneşi, sevmeyi, ölmeyi, dünyaya gelmeyi, arıyı, peteği, karıncayı, sayamam ki, daha niceyi ders verdin okuttun. Öğrettin, bellettin. İnce bir duyarlılıkla kalbimize işledin, nakış nakış imanı, sevgili Yaratanımızın adını.

Her asır sıra sıra ders alıyor senden. Sen olmasaydın biz olmayacaktık, bugün belki yaşıyor da olmayacaktık. Bu kâinat da olmayacaktı belki de. Ne ki güzel, ne ki harika, yaratılışın, gönderilişin sayesinde bildik öğrendik. Tarık bin Ziyad olamadık, gemileri yakamadık. Ardımız sıra gelen gölgeleri daha kovamadık, lâyıkıyla el açıp daha yalvaramadık Mevlâ’dan, ama bir ümit var, sönmedi. Hâlâ semamızda parlıyor o ışık, o iman nuru. Biraz ölgün ve solgun da olsa. Aynanın soğukluğunu, güneşin bir küçük yansıması, tecellisi alır bir gün. Ulaşır ışığın ey canlı güneş.

Kimi mahrum bırakmışsın ki ışığından. En siyah aynalar bile pırıl pırıl parlar olmuş sayende. Ayna aynaysa eğer, direnemez güneşe, direnemez sana. Ey canlı güneşimiz! Hayat güneşimiz! Ne kadar da muhtacız sesine, sedana…

Senden bir söz duyalım da yürek hoplamasın. Odamıza bir nur dolmasın, içimiz aydınlanmasın mümkün mü? Senden bir söz işitelim de hayatımız değişmesin. Göz pınarlarımız çağlamasın ne mümkün?

Öğretmenler Günü kutlanırken de hemen aklımıza düştün. Kim kime ne öğretebilirdi ki, Rabbim şu dünyayı senin hürmetine yaratmasaydı. Karanlıkları dağıtıp kaldırmasaydı. Ey canlı güneşimiz! Eşyanın hakikatini seninle, Kur’ân’ıyla bize yollamasaydı; yolumuzu aydınlatmasaydı kim bilebilirdi? Bak hakkın gizleniyor üzerimizde diye titreyen yürekler, çekinen hassas kalpler var. Senin cennet çiçeklerine, emanetine sahip çıkacak öğretmenler var. Alınları ak, kalpleri pak. Pırıl pırıl rehberler var. Işığını senden alan ideal insanlar var. Ne değişirse değişsin, senin kalplere vurduğun cilâ, asırlardır pırıl pırıl parlıyor. İlâhî bir boya, Rahmanî bir nur bu.

Ey canlı güneşimiz! Kesildi sesler, tutuldu nefesler, bazen ardı ardına geliyor karanlık geceler. Bitiriyor, kemiriyor içimizi. Yine doğ, yine aydınlat dünyamızı…

Sensiz olmuyor, sensiz yaşanmıyor...

Güneşsiz bir hayat, ölü bir hayat. Can suyumuzsun, kana kana içir bizi. Çık da görelim o mübarek yüzünü, semamızı şenlendir. Güneş bile hazırolda, selâm durmaya hazır. Güneşler güneşi sevgili. Sensiz hayat elem. Ey canımız, ey yârımız! Sensiz her şey elem bize ey yârımız, yârânımız, ve dahi yarınımız. Özledik, bitsin bu hasret ne olur? Doğ bir kere daha ömrümüze ne olur ısıt, ışığında yıkanalım son bir kere daha.

Doğ benim ömrüme, doğ da güneş gibi aşkımı, tazele gel… Sevgimi, inancımı tazele gel, ey canlı güneşimiz.

Her dem doğmaya var mıyız dostlar?

Bu dem, son dem olabilir. Bir fırsat daha elde varken, yüzümüzü ona (asm) doğru tutmaya var mısınız dostlar. Yüzümüzü Hakka döndürmeye, güneşe yürümeye var mısınız?

Karanlık gecenin içinde nice nurlar, nice güneşler var. Gözlerin görmediği güneşler var. Sen öyle bir güneşsin ki, ısıtan ama yakmayan. Gündüz gelip, gece giden güneşlerden değilsin.

En son gelen ama hiç gitmeyensin.

Ey hiç batmayan güneşimiz! Güneş bile sönük kalır senin ışığının yanında. Ayın nuru, güneşin ışığı da senden. Ey nur, ışık üstü nur. Yakmayan güneş. Güneş bile mum kalır ışığının yanında… Güneş soğuk, sen sıcaksın.

Daha ne kadar saklanacaksın. Işığınla yak, aydınlat… Kıt’aları, kalpleri, öğretmenleri, öğrencileri. Cennet çiçeklerin, emanetlerin de seni bekliyor. Özledik yâ Resûlallah, hasret bitsin. Bekliyoruz yıllardır. Biz seni böyle özlüyor, böyle bekliyoruz, yıllardır, asırlardır. Gel artık ey Nebi, ey sevgili Resul. Gözlerimiz yollarda, bekliyoruz, gözü yaşlı, diller salâvatlı. Esselâtü vesselâmu aleyke yâ Resûlallah… Görenler gördü o mübarek yüzünü, duyanlar duydu sesini. Bizim de hakkımız, lütfet, biz de görelim, biz de duyalım…

Son söz:

Rahmetle andığım bağrı yanık insan, bir Allah ve Resulûllah aşığı olan Dr. Haluk Nurbaki’den dinlediğim bir Asr-ı Saadet hatırasıyla bitirelim yazımızı. Hem ona, hem bütün dostlara binler rahmet duâsıyla.

Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), Kur’ân nurunu insanlığa hediye ettiği ilk yıllarda, müşrikler tarafından tahammül edilmez hakaretlere mâruz bırakılıyor, hor görülüyor ve hatta Taif’te olduğu gibi insafsızca taşlanıyordu.

O sıralarda yirmi iki yaşında olan Hz. Zeyd, Onu (asm) muhafaza eden melâike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından Onun (asm) etrafında oluşturulan koruyucu etten duvarın en önünde yer alıyordu.

Hz. Zeyd, güneşin ortalığı âdeta kavurduğu bir günde, Peygamberimizin (asm) alnında parıldayan ter damlacıklarını gördü. Her bir damla, Zeyd’in kalbine bir hançer gibi saplanmıştı. Dayanamadı, başını öfkeyle yukarı kaldırarak güneşe çevirdi ve hiç kımıldamadan ona bakmaya başladı.

Efendimiz, bir şeyler olduğunu hissetmişti. Hemen Zeyd’e döndü ve kolunu tutarak:

“Zeyd,” dedi. “Ne yapıyorsun? Güneşi söndüreceksin...”

Zeyd, bakışlarını yere çevirdi. Peygamberden yansıyan bir nur, güneşi ona muhatap etti.

Güneş:

“Yâ Zeyd,” diyordu. “Ben Efendimizi incitmek ister miyim hiç? Sadece Ona daha yakın olmayı arzu etmiştim.”

İman ve sevgi sırrındaki bu akıl almaz hikmet, Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün âlemlere yansıdı ve onu sevenlerin gönlüne ulaştı.

Zeyd’den bütün gençlere bir mesajdı bu.

“Onu benim gibi sevmelisiniz” diyordu.

...

Not: Değerli kardeşlerimizin Öğretmenler Gününü yürekten kutluyor, bu kudsî görevlerinde başarılar diliyoruz. Cennet çiçeklerimiz sizlere emanet...

Sevgili Afancanlarımıza da en kalbi duâ ve sevgilerimle...

29.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hesap verme…



Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hükümetinin icraatlarını anlatırken, övündüğü meselelerin başında eğitim ve sağlıkta yaptıkları icraatlar gelir. İşte bu alanlardan birinin başında olan Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bazı gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri ile sağlık muhabirlerine katıldığı toplantıda son altı yılın hesabını verdi.

“Sağlık dönüşüm programı”nı toplantıda altı yılda yaptığı icraatların büyük bir bölümünde “yaptıklarını” anlatırken, bazı “eksikleri”ni de dile getirdi. Zaman zaman yapılan ancak sonradan hatalı olduğu ortaya çıkınca “geri adım” atılan uygulamaları da açık yüreklilikle anlattı. Mecburî hizmet konusunda yanıldıklarını söylerken, “Önce mecburi hizmeti kaldırdık. Sonra geri getirdik. Öngörümüzde yanıldık. Hekim eksikliğinin bu boyutta olduğunu bilmiyorduk” dedi. Öngörüsünde yanıldığını vurguladı. Genelde siyasetçiler hatalarını anlatmaktan kaçınırlar. Akdağ’ın bu açıklaması dikkat çekiciydi.

Son birkaç aydır bakanlar kurulunda değişiklik yapılacağı konuşuluyor. Çünkü, bakanların bu kadar süre görevde kalması pek sık rastlanan bir durum değil. Gazetelerde değişecek bakanlar, yerine geleceklerle ilgili isimler havada uçuyor. Ancak, mahallî seçimlere gidilirken Erdoğan bu değişikliği yapar mı ayrı bir mesele…

Sağlık Bakanlığı’ndan bir gün öncesinden “Bakan son altı yılın değerlendirmesini yapacak” şeklindeki dâveti üzerine aklımıza ilk gelen de bu değişiklik oldu. “Acaba kabine değişikliği mi oluyor?” diye aklımıza geldi. Zaten basın toplantısına başlamadan önce ilk sorulan sorulardan birisi de bu oldu.“Niçin 6 yıl?” diye sorusuna, “Özel bir anlamı yok. Beşinci yılda da elbette olabilirdi. Bu toplantıyı hesap vermek adına yapıyorum” karşılığını verdi. Zaman zaman “hesap verme” işinin herkes tarafından yapılması gerektiğini vurguladı.

* * *

Bakan Akdağ’ın 6 yılın hesabını verdiği konulardan bahsetmeden önce öncelikle şunu söylemek lâzım. Akdağ’ın açıklamalarında önemli gördüğüm bir yaklaşımı vardı. O da geçmişi kötülemek yerine geçmişte yapılanlara nelerin ilâve edildiğini söylemesi oldu. Bu yüzden de altı yılda yaptıklarını “reform” olarak değerlendirmekten kaçınırken, “geçmişin mirası” üzerine politika ürettiklerini söyledi.

Sağlık politikalarını uygularken “insana hizmeti” ön planda tuttuklarını anlatarak, bir gerçeğin altını çizdi. Devlet hastanelerinde görev yapan doktorların muayenehanelerinin kaldırılmasından sonra bazı lobilerin kendisini hedef aldığını açıkladı. Ortada bir rantın olduğunu, bunun kaybedilmesi durumunda lobilerin çıkabileceğini, bundan sonra da çıkacağını söyledi.

Devlet hastanelerinde bunu yaparken üniversite hastanelerinde bunun yapılamadığını, YÖK’le bu konuda çalışma yaptıklarını, anlaşma olduğunda da hemen Meclis’te kanun değişikliğine gidileceği bilgisini verirken, öğlene kadar hastanede muayene yapılırken, saat 14.00’ten sonra hastaların muayenehanelere gönderilmesinin yanlışlığından şikâyetlerini birkaç defa tekrarladı.

Şu anda üniversite hastanelerinde uygulanan sistemin yanlışlığından bahsederken, öğretim üyelerinin 09-12 saatleri arasında çalıştığını, 12’den sonra muayenehanelerine gittiğini, bunun da eğitimi baltaladığını ve gerileten bir sistem olduğunu ve kısa zamanda düzeltilmesinin gerekliliği üzerinde durdu. Bunları anlatırken, uygulamada kanunsuz bir durum olmadığını, bununla öğretim üyelerinin suçlanamayacağını, sistemin böyle olduğunu söylemeyi de ihmal etmedi. Bakan bunun adını da “Taşma sendromu” olarak değerlendirdi.

Bakan “Sağlıkta dönüşüm programı” çerçevesinde doğumda anne ve bebek ölümlerinin azaldığından, artık kızamık vak'alarına rastlanmadığından, hastanelerin birleştirilmesinden aile hekimliğine kadar pek çok konuda bilgiler verdi. İlâçlarda uygulanmaya başlayan yeni sistemle kamuda yıllık 1 milyar YTL tasarruf sağlandığını, gelişmiş ülkelere göre sağlığa ayrılan payın az olmasına rağmen, az parayla çok hizmet yapmaya çalıştıklarını söyledi. Sağlık harcamalarında OECD ülkeleri arasında Türkiye’nin sonuncu olduğunu anlattı. Doktor ve hemşire ihtiyacının fazla olduğunu bildirdi.

* * *

Şu anda Türkiye’de 35-40 yıldır sendika genel başkanlığı yapanlar var. 1983 yılından beri milletvekilliği yapanlar var. Partisini değiştirse de her zaman bakanlık yapanlar var. Seçim akşamı başarısız olduğunu söyleyip akşamdan istifa edip, sabahtan istifasını geri alan siyasetçilere çok rastladık.

Siyasetçiler hesap vermeyi alışkanlık haline getirmeli. Hem de bu hesabını her yıl vermeli. Hesabını hatasıyla, yanlışıyla, başarısızlığı veya başarısı ile şeffaf bir şekilde ortaya koyabilmeli. Başarısız olanlar da gitmesini bilmeli. Tabiî bu hesabının görüleceği yerde sandıktır ve millet hesabını burada kesecektir.

29.11.2008

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Kıbrıs meselesi, kimin meselesi?



İnsanlar tarih boyunca birçok sebepten ötürü savaşmış. Savaşların sebebi bazen toprak, bazen egemenlik bazen de din olmuş. Truva (Troya) Savaşında olduğu gibi de bazen savaşın sebebi bir kadın, yani Helen bile olabilmiştir.

Savaş için sebepler bu kadar çok iken, barışmak ise her zaman en zor şey olagelmiştir. Barış için iki taraftan birinin çok ağır kayıplar vermesi, çaresiz kalması ve en nihayetinde de büyük tavizleri kabullenmesi şarttır. Dünya siyaseti hep bu acımasız ve yazılı olmayan kurallar üzerinde cereyan ederken de bu durumdan en çok etkilenenler daima çocuklar olmuştur.

Savaşları hazırlayan etkenlerden bir tanesi de diyalog eksikliğidir şüphesiz. Bugün, tarihten bu yana hep “Barış adası” olarak nitelendirdiğimiz yanı başımızdaki ‘Kıbrıs adası’nda taraflar diyaloğa girmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz günlerde de 10. defa buluştuklarına şahit olduk. Ancak gelin görün ki şimdi de Güney tarafının Akdeniz’de petrol aradığı ve bu işi yapan Norveç bandıralı bir geminin Türk tarafınca rahatsız edildiği iddialarıyla iki tarafın söz düellosuna girdiğini görüyoruz. Şüphesiz bu tartışmalar da gelip geçecektir.

Günümüzde eski zamanların aksine bir diplomasi çağı yaşamaktayız. Artık ülkeler kılıçlarla, top ve tüfeklerle değil, uluslar arası arenalarda diplomatik girişimlerle bir şeyler kazanıp, kaybediyorlar. Tıpkı genç cumhuriyetimizin masa başında birçok stratejik toprak parçasını kaybettiği günlerdeki gibi…

Kıbrıs meselesi tabiî ki böyle kolayca çözümlenebilecek bir mesele değildir. Çünkü olay iki tarafın değil çok tarafların meselesi haline gelmiştir. Güney Kıbrıs lideri Hristofyas da bundan şikâyet ediyor. Diyor ki: ‘’Hakemliğe karşıyız. İki lider görüşmelere devam etmeli ve sorumluluklarımızı üstlenmeliyiz. Neden, üçüncü şahıslar bize, kendi sorunumuzu nasıl çözümleyeceğimizi söylesinler?” (AA, 26 Kasım 2008)

Evet neden Kıbrıs üzerinde bu kadar çok el var? Konunun iki muhatabı yani Güney Kıbrıs ile Kuzey Kıbrıs yönetimleri kendi aralarında bu meseleyi halledecek olgunluğa erişmiş olduklarını ortaya koyamazlar mı?

Şüphesiz bu iş de o kadar kolay değil. Zira Kıbrıs’ın üzerinde birçok ülkenin tarihsel, stratejik ve politik çıkarları söz konusu… Bunu daha iyi anlayabilmek için doğrudan tarihsel ve siyasî geçmişe bakmak gerekiyor.

Zayıf Osmanlı yönetimi Rus Harbi sırasında ağır kayıplar vermemek düşüncesiyle İngiliz yardımını kabul edip, Kıbrıs adasını Britanya İmparatorluğuna 92 bin altın karşılığında kiraya vermek basiretsizliğine düşünce, Kıbrıs sorununun temeli atılmış oldu (1877-1878). Daha sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verince (1914) tabiî olarak İngilizler düşmanımız konumuna geldi ve adaya el koyduğunu açıkladı. 1923’te imzaladığımız Lozan Antlaşması ile de masa başında resmen Kıbrıs’ın İngilizlere ilhakını kabul ettik. Hatta 1925’te adaya ‘konsolos’ bile atayacak kadar ilhakı kabullenmiş bir haldeydik. Sonrasında Yunanlıların Enosis isyanı, Türklerin Enosis’e karşı çıkışı, ortak cumhuriyet denemesi (1960), Akritas planı ve sonrasında bir çok Türk’ün öldürülmesi (1963), Yunanistan’ın adaya 15 bin asker çıkarması (1967), 20 Temmuz 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı ve Ağustos’taki ikinci barış harekâtı ile Türkiye’nin de fiilen adada yer almasıyla sorun düğümlendikçe düğümlendi ve çözümsüz bir hâle geldi.

Evet bugün Kıbrıs’ta dörtlü bir yapılanma söz konusu, kuzeyde dünyanın hiçbir ülkesi tarafından tanınmayan ‘de facto’ bir Türk yönetimi, güneyde adanın bütününe sahip olmak isteyen ve Türk tarafını yok sayan bir Güney Kıbrıs yönetimi, ikisinin ortasında ‘Yeşil Hat’ denilen bölgeyi koruyan BM ve de adada neden hâlâ var olduklarına bir türlü anlam verilemeyen, çok tartışılan İngilizlerin üsleri bulunuyor. Bu çok başlılık aslında adadaki sorunları çözümsüzlüğe sürükleyen temel faktör…

Şimdi kalkıp her millet “benim adadaki tarihsel haklarım ve egemenliğim” diye söze başlayarak hak iddia edebilir. Ancak bunların hiçbiri çözümü kolaylaştırmaz, bilâkis zorlaştırır. Tarihin objektif bir şekilde incelenmesi ve bunun neticesinde ortaya çıkan durumun taraflarca kabul edilmesi ütopyadan öteye geçmeyecek bir iyimserlik değil midir? Hangi taraf adadaki haklarından vazgeçebilir?

Bu saatten sonra ‘adalıların, adanın kaderine yön vermesi’ yani ‘self-determination’ ne kadar mümkün? Hele ki; hem Türk tarafı için, hem de Yunan tarafı için geçerli olan demografik hileler sonrasında…

Her şeye rağmen çözümün tek yolu müzakere ve diyalogdur. Başka hiçbir şey çözümü getiremez.

Son olarak bir Rum gazetecinin bir iki ay kadar önce bir toplantıda dile getirdiği ve o günden bu yana zihnimin bir köşesinde yer edinmiş bir ‘galatı meşhure’yi paylaşmak istiyorum. Bizler Kıbrıs’ın güney yakasında yaşayan insanlara Anadolu alışkanlığı ile “Rumlar” deriz.

Halbuki Anadolu’da yaşayan Rumlar’ın bu tabirden rahatsız olduğu ve “oradaki olumsuzlukların ceremesini, Anadolu’nun sadık bir milleti olan Rumlar olarak biz çekmek ve yüklenmek istemiyoruz” mealinde serzenişlerini hemen hiç kimse dile getirmemiştir bugüne kadar. Evet uluslar arası literatürde de Kıbrıs adasının güneyinde yaşayanlara “Greek Cypriot” yani “Yunan Kıbrıslılar”, kuzeyindekilere ise “Turkish Cypriot” yani “Türk Kıbrıslılar” denilmektedir. Dolayısıyla biz de Kıbrıs’ta yaşayanlara “Rumlar” demek yerine “Yunan Kıbrıslılar” dersek tarihsel gerçekliğe daha yakınlaşmış oluruz. ‘Peki ya Rumlar kimdir?’ diye soracak olursanız, o zaman Helenleşme yıllarına ve Anadolu’nun bir ırklar mozaiği olduğu gerçeğine girip sayfalarca yazı yazmak gerekecektir.

Neticede ister Rum olsun, ister Yunan, Kıbrıs adasında Türklerin varlığı kadar gerçek ve daha yaygın bir “güneyli” varlığı aşikârdır. Bu iki tarafın da diyaloğa girmesi kadar tabiî başka bir şey bulunmamaktadır. Zira Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir barış için bu şarttır.

Ayrıca bu iki milletin birbirini yok sayması da imkânsızdır. Aynen bunun gibi, Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu’da Ermeni ve Rumlarla ilişkimiz konusunda tarihî bir tesbitte bulunmuş ve demiş ki: “Size bunu katiyyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 164-165)

Bu tesbitin ardında da düşmanlıktan bir fayda gelmeyeceğini belirten Üstad, Hz. Âdem zamanından beri bizimle birlikte bulunan ve şimdi dahi yanıbaşımızda yaşayan bu unsurun -ve diğer unsurlara da tatbik edilebilir tabiî ki- hepten yok olmayacağına göre, birlikte yaşamanın ve dostça birlikte var olmanın yollarının aranması gerektiğini tavsiye etmektedir.

29.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Said Nursî ve üç adam



Bediüzzaman'la M. Kemal’in Ankara’da Birinci Meclisteki görüşmelerine dair kayıtlar, ilgili kaynaklarda mevcut. Said Nursî’nin milletvekillerine dağıttığı meşhur beyanname üzerine aralarında yaşanan, Üstadın “Paşa, Paşa! Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır...” diye başlayan cevabına M. Kemal’in özür dileyerek mukabele etmesiyle sonuçlanan tartışmaya ve ayrıca iki saatlik başbaşa görüşmelerine dair bilgiler de.

Ama sonrası pek bilinmiyor. Daha doğrusu, Bediüzzaman’ın eserlerinin değişik yerlerinde M. Kemal’le ilgili ifadeler yer almasına karşılık, Atatürk’ün Said Nursî’ye dair bir beyanı, bilinen kayıtlarda yok. Peki, bunun anlamı ve izahı ne?

Acaba M. Kemal, millî mücadeleye verdiği desteği görüp takdir ederek ısrarla ve defaatle İstanbul’dan Ankara’ya davet ettiği ve “Bize sizin gibi kahraman bir hoca lâzım” diyerek son derece cazip imkânlar vaadiyle, birlikte çalışma teklifinde bulunduğu, ama red cevabı aldığı Said Nursî ile, sonraki süreçte hiç ilgilenmedi mi?

İcraata baktığımızda şunları görüyoruz:

Bediüzzaman’ın Van’daki uzletgâhından alınarak önce Burdur’a, sonra Barla’ya sürülmesi; 1935’te talebeleriyle beraber Eskişehir hapishanesine konulup yargılanması ve tahliyenin ardından Kastamonu’ya gönderilmesi hep M. Kemal döneminde, o icranın başındayken olmuş.

Gerçi Can Dündar’ın “Mustafa” filminin tetiklediği tartışmalarda, hayatının son yedi yılını yalnız geçirdiğine dair iddialar da seslendirildi.

Ama Bediüzzaman’a yapılan yukarıda özetlediğimiz uygulamalar o hayattayken gerçekleşti.

Ve M. Kemal döneminde başlayan hapis, tecrit, sürgünler, İnönü zamanında da devam etti:

Kastamonu sürgününün kalan kısmı, Denizli hapsi ve mahkemesi, Emirdağ sürgünü, Afyon hapsi ve mahkemesi, onun devrindeki icraatlar.

İsmet Paşanın bu noktada M. Kemal’den farkı, aynı çizgi ve paraleldeki uygulamalarından ayrı olarak, Bediüzzaman’ı çok yakından takip ettiğini, sarih beyanlarıyla da açıkça göstermesi.

Bilhassa 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidardan düşüp muhalefete geçtikten sonra Menderes’i de yıpratmak için Said Nursî ile uğraşmayı kendisine iş edinen İnönü, Bediüzzaman’ın bilhassa hayatının son aylarında çıktığı yurt gezilerini diline dolayarak Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri haline getirmişti.

Said Nursî’nin vefatından iki ay sonra gerçekleşen 27 Mayıs ihtilâlinin ardından başbakan olduğunda MİT’in masasına koyduğu solcular dosyasını geri çevirerek “Bana Nurcuların dosyasını getirin, sizin en önemli işiniz Nurcuları takip etmek” diyen kişi de yine İsmet İnönü idi.

Aynı İnönü, 1965 seçimleri öncesinde Demirel’e karşı “Said Nursî’nin halifesi mi olacak?” kampanyası başlatmaktan da geri durmamıştı.

Yani, Said Nursî’yi etkisiz hale getirmek için aynı icraatları yapmalarına karşılık, M. Kemal Bediüzzaman hakkında konuşmamayı ve ketumiyeti tercih etmişken, ondan bu noktada ayrılan İnönü her fırsatta Bediüzzaman’ı, hizmetini ve talebelerini hedef alan konuşmalar yapmıştı.

M. Kemal-İnönü ikilisinin payandası olarak tarihe geçen Mareşal Fevzi Çakmak’ın Bediüzzaman’la ilgili tavrı ise, ona yapılan sürgün, tecrit, hapis uygulamalarına engel olmamak veya olamamakla beraber, ilk sürgün yeri olan Burdur’la ilgili bir kayıtta ifade edildiği üzere, yerel yöneticilere “Said Nursî’ye ilişmeyin” tavsiyesinde bulunmak ve ömrünün son deminde de kendisini affettirmek istercesine, Ankara’da nur hizmetleri için tahsis edilmek istenen bir mekâna para yardımı yapmak şeklinde tezahür etti.

Ama hem Üstadın istiğna düsturu, hem de o mekânın vücuda getirilme serencamında nur hizmetinin temel parametreleriyle örtüşmeyen unsurların mevcudiyeti, o projeyi akim bıraktı.

Rejimin üç önemli isminin Said Nursî ile ilgisi böyle. Dönemin diğer bazı etkin isimleri yarına.

29.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (2)



Yakın tarihte yaşandığı halde bugünkü nesillerce mahiyeti bilinmeyen önemli bazı gelişmeleri ilim, akıl, vicdan nazarında yeniden muhakeme edilmesi dileğiyle burada sıralamaya devam ediyoruz.

6) Soyadı fecâati

1934'te Meclis'te kabul edilen ve aynı yıl içinde yürürlüğe konulan "Soyadı Kànunu", bir yenilikten çok bir fecâat halini aldı. Geçmişten gelen ve kökü yaşanmış gerçeklere dayanan bilumum lâkap, ünvan ve mahlaslara bir kalemde çizgi çekilerek, imtiyazlı azınlık dışında herkese masabaşı ve ezbere dayalı olarak hazırlanan yeni soyadları dayatıldı.

Dayatılan soyadlarının bir kısmı son derece itici ve argotik tâbirler; büyük yekûn tutan diğer bir kısmı da aşağılayıcı mahiyette kullanılan hayvan ve bitki isimleri teşkil ediyor. Vatandaşları rencide etmemek için, burada soyadı örnekleri zikretmiyoruz. Ancak, bir "tarih celpnâmesi" kabilinden şunları sormak durumundayız: İktidarın emriyle teşkil olunan "Soyadı Komisyonu" mârifetiyle, kendi mecrâsında giden bin yıllık geleneği bir günde yıkmaktaki kasıt, gaye neydi? Niçin vatandaşın rızasını almadan, üstelik rastgele ünvanlar takarak onları mağdur ettiniz? Soyadını düzeltmek, yahut değiştirmek için mahkemeye başvurmak zorunda kalan yüz binlerce vatandaşı hangi insanî hak ve selâhiyetle sıkıntıya soktunuz?

Benzeri sorular, değiştirilen binlerce köy, kasaba ve şehir isimleri için de geçerli.

7) "Atatürk" soyadı kimin teklifi?

Mustafa Kemal ile ilgili en ufak bir bilgi kırıntısını dahi büyüteç altına alarak halka duyuranlar, en iddialı bir noktada görünen "Atatürk" soyadının kim tarafından icad ve teklif edildiğini niçin es geçiyorlar? Onun "Mustafa" ismine "Kemal"in nasıl eklendiğini ve çocukluğunda kargaları nasıl kovaladığına varıncaya kadar, hayatındaki en ince detayları dahi nazara verenler, acaba Türk Dil Kurumu Başkanı Agop Martayan'ın keşfi olan "Atatürk" soyadının hikâyesi konusunda neden "üç maymun" taklidi yapma gereğini duymaktalar? İsmet Paşaya "İnönü" ve Ermeni asıllı Agop Efendiye "Dilaçar" soyadını kimin verdiğini açıklamaktan çekinmeyenler, "Atatürk" soyadının ilk çıkış noktasını niçin karanlıkta bırakma gereğini hissediyorlar? Böyle yapmakla neyi gizliyorlar? Yoksa, işlerine gelmeyen bazı meselelerin açığa çıkmasından mı korkuyorlar?

8) Mason Locası kapatıldı da ne oldu?

Dünyada olduğu gibi Türkiye'de etkili bir teşkilât olan Mason Locaları, 1935'te kapatıldı. Kapatılma gerekçesini ise, kendisi de mason cemiyetinden olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya açıkladı. Bakan, masonların isteklerinin hükümet programında yer alması hasebiyle, ayrı bir teşkilât olarak faaliyette bulunmalarına ihtiyaç kalmadığını beyan etti. 14 Ekim 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan konuyla ilgili habere göre, kapatılan Mason Localarına ait bütün mal ve emlâkın hükümete ve Halkevleri'ne intikal ettiği ifade edildi.

Burada sorulacak soru şudur: Mason Locasının kapatılmasıyla, masonik faaliyetlere de son verilmiş oldu mu? Yoksa, onların bütün istek ve arzuları bizzat hükümet kadroları tarafından deruhte edilmeye mi çalışıldı? Teşkilât resmî olarak kapatılırken, yönetim kadrosunda bulunan şahıslar, o tarihten sonra acaba tecziye mi, yoksa taltif mi edildi?

9) Tekelci, despotik politikalar

1924'ten sonra muhalif isimleri bertaraf eden Halk Partisi üst düzey idarecileri, tam çeyrek asır müddetle aynı baskıcı alışkanlıklarına devam ettiler. 1925'te ve 1930'da kurulan iki muhalefet partisine bir tek seçim yüzü dahi göstermeden boğdular. 1946'da ise, BM'yi kurmak isteyen demokratik ülkelerin talepleri karşısında çok partili hayata mecbur kaldılar; ancak, aynı yılın 21 Temmuz'unda yapılan seçimlere de "açık oy, gizli sayım" lekesini sürdüler.

Rejimin adı Cumhuriyet olmasına rağmen, dört yılda bir yapılan hiçbir seçim devresinde cumhura, yani halka müracaat edilmedi. Halka gidip "Kimi istersiniz?" denilmedi? Böylelikle halkın iradesi hiçe sayıldı. Sade vatandaş, insan yerine dahi konulamayacak tarzda çok ağır bir baskı ve dayatmaya mâruz bırakıldı.

1950'den sonraki demokratik seçimlere duyulan tahammülsüzlük sebebiyle, bu kez cunta faaliyetleri boy gösterdi. Her on yılda bir darbe, yahut muhtıra yoluna sapıldı.

İşte hürriyet, cumhuriyet ve demokrasinin ruhuyla, özüyle zerrece bağdaşmayan bütün bu despotik müdahalelerin hesabını bir şekilde görmek gerekiyor. Hepsini teker teker ele alarak, bunları tarih mahkemesinde görüşmek icap ediyor. Şahısları değilse bile, hiç olmazsa o müdahaleleri bu millete revâ gören menhus zihniyeti yargılamak lâzım. Tâ ki, "kim ne yaptıysa, yanına/yandaşlarına kâr kaldı" denilmesin.

Evet, yakın tarihimizde buna benzer görülecek daha çok dâvâ var. Zaman ve imkân elverdiği ölçüde, onları da tadat etmek arzusundayız.

29.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır