Yakın tarihte yaşandığı halde bugünkü nesillerce mahiyeti bilinmeyen önemli bazı gelişmeleri ilim, akıl, vicdan nazarında yeniden muhakeme edilmesi dileğiyle burada sıralamaya devam ediyoruz.
6) Soyadı fecâati
1934'te Meclis'te kabul edilen ve aynı yıl içinde yürürlüğe konulan "Soyadı Kànunu", bir yenilikten çok bir fecâat halini aldı. Geçmişten gelen ve kökü yaşanmış gerçeklere dayanan bilumum lâkap, ünvan ve mahlaslara bir kalemde çizgi çekilerek, imtiyazlı azınlık dışında herkese masabaşı ve ezbere dayalı olarak hazırlanan yeni soyadları dayatıldı.
Dayatılan soyadlarının bir kısmı son derece itici ve argotik tâbirler; büyük yekûn tutan diğer bir kısmı da aşağılayıcı mahiyette kullanılan hayvan ve bitki isimleri teşkil ediyor. Vatandaşları rencide etmemek için, burada soyadı örnekleri zikretmiyoruz. Ancak, bir "tarih celpnâmesi" kabilinden şunları sormak durumundayız: İktidarın emriyle teşkil olunan "Soyadı Komisyonu" mârifetiyle, kendi mecrâsında giden bin yıllık geleneği bir günde yıkmaktaki kasıt, gaye neydi? Niçin vatandaşın rızasını almadan, üstelik rastgele ünvanlar takarak onları mağdur ettiniz? Soyadını düzeltmek, yahut değiştirmek için mahkemeye başvurmak zorunda kalan yüz binlerce vatandaşı hangi insanî hak ve selâhiyetle sıkıntıya soktunuz?
Benzeri sorular, değiştirilen binlerce köy, kasaba ve şehir isimleri için de geçerli.
7) "Atatürk" soyadı kimin teklifi?
Mustafa Kemal ile ilgili en ufak bir bilgi kırıntısını dahi büyüteç altına alarak halka duyuranlar, en iddialı bir noktada görünen "Atatürk" soyadının kim tarafından icad ve teklif edildiğini niçin es geçiyorlar? Onun "Mustafa" ismine "Kemal"in nasıl eklendiğini ve çocukluğunda kargaları nasıl kovaladığına varıncaya kadar, hayatındaki en ince detayları dahi nazara verenler, acaba Türk Dil Kurumu Başkanı Agop Martayan'ın keşfi olan "Atatürk" soyadının hikâyesi konusunda neden "üç maymun" taklidi yapma gereğini duymaktalar? İsmet Paşaya "İnönü" ve Ermeni asıllı Agop Efendiye "Dilaçar" soyadını kimin verdiğini açıklamaktan çekinmeyenler, "Atatürk" soyadının ilk çıkış noktasını niçin karanlıkta bırakma gereğini hissediyorlar? Böyle yapmakla neyi gizliyorlar? Yoksa, işlerine gelmeyen bazı meselelerin açığa çıkmasından mı korkuyorlar?
8) Mason Locası kapatıldı da ne oldu?
Dünyada olduğu gibi Türkiye'de etkili bir teşkilât olan Mason Locaları, 1935'te kapatıldı. Kapatılma gerekçesini ise, kendisi de mason cemiyetinden olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya açıkladı. Bakan, masonların isteklerinin hükümet programında yer alması hasebiyle, ayrı bir teşkilât olarak faaliyette bulunmalarına ihtiyaç kalmadığını beyan etti. 14 Ekim 1935 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan konuyla ilgili habere göre, kapatılan Mason Localarına ait bütün mal ve emlâkın hükümete ve Halkevleri'ne intikal ettiği ifade edildi.
Burada sorulacak soru şudur: Mason Locasının kapatılmasıyla, masonik faaliyetlere de son verilmiş oldu mu? Yoksa, onların bütün istek ve arzuları bizzat hükümet kadroları tarafından deruhte edilmeye mi çalışıldı? Teşkilât resmî olarak kapatılırken, yönetim kadrosunda bulunan şahıslar, o tarihten sonra acaba tecziye mi, yoksa taltif mi edildi?
9) Tekelci, despotik politikalar
1924'ten sonra muhalif isimleri bertaraf eden Halk Partisi üst düzey idarecileri, tam çeyrek asır müddetle aynı baskıcı alışkanlıklarına devam ettiler. 1925'te ve 1930'da kurulan iki muhalefet partisine bir tek seçim yüzü dahi göstermeden boğdular. 1946'da ise, BM'yi kurmak isteyen demokratik ülkelerin talepleri karşısında çok partili hayata mecbur kaldılar; ancak, aynı yılın 21 Temmuz'unda yapılan seçimlere de "açık oy, gizli sayım" lekesini sürdüler.
Rejimin adı Cumhuriyet olmasına rağmen, dört yılda bir yapılan hiçbir seçim devresinde cumhura, yani halka müracaat edilmedi. Halka gidip "Kimi istersiniz?" denilmedi? Böylelikle halkın iradesi hiçe sayıldı. Sade vatandaş, insan yerine dahi konulamayacak tarzda çok ağır bir baskı ve dayatmaya mâruz bırakıldı.
1950'den sonraki demokratik seçimlere duyulan tahammülsüzlük sebebiyle, bu kez cunta faaliyetleri boy gösterdi. Her on yılda bir darbe, yahut muhtıra yoluna sapıldı.
İşte hürriyet, cumhuriyet ve demokrasinin ruhuyla, özüyle zerrece bağdaşmayan bütün bu despotik müdahalelerin hesabını bir şekilde görmek gerekiyor. Hepsini teker teker ele alarak, bunları tarih mahkemesinde görüşmek icap ediyor. Şahısları değilse bile, hiç olmazsa o müdahaleleri bu millete revâ gören menhus zihniyeti yargılamak lâzım. Tâ ki, "kim ne yaptıysa, yanına/yandaşlarına kâr kaldı" denilmesin.
Evet, yakın tarihimizde buna benzer görülecek daha çok dâvâ var. Zaman ve imkân elverdiği ölçüde, onları da tadat etmek arzusundayız.
29.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|