Bazıları çıkıp otuz beş yıl (1915–1950) müddetle "sâfi imân hizmeti için" siyasetle ilgilenmeyen, gazeteleri okumayan ve radyo dinlemeyen Said Nursî hakkında "M. Kemal başta olmak üzere devrin siyasilerini tanıyamadı, şayet tanısaydı onlarla uzlaşır, uyum içinde olurdu" şeklinde iddialarda bulunuyor.
Bu da, tıpkı diğer benzerleri gibi tam deli saçması bir iddiadan ibarettir.
Zira, yazdıklarıyla bu zamanın yaralarına merhem süren Üstad Bediüzzaman'ın asıl rehberi, refiki, üstadı Kur'ân'dır. Yaş ve kuru her ne varsa, içinde bulunan Kur'ân–ı Mû'cizü'l–Beyân...
O zât, Kur'ân'ın feyziyle ve Resûl–i Ekrem'in (asm) tâlimiyle, gizli–açık yaşanan bütün gelişmelerden aslında haberdardır. Ancak o, uzun süre yalanın dili ve yalancıların propaganda vasıtası haline getirilen radyo ve gazetelere bakmamış, onlara kulak asmamıştır. Haksız mı?
Acaba, tek parti dönemi gazetelerinin din ve dindarlar hakkında doğru bilgiler yazdığını, güvenilir haberler aktardığını kim çıkıp iddia edebilir? "Doğruları yazdılar, yalana tevessül etmediler" diyen kimse, en başka kendini kandırıyor olmaz mı?
Şeflik devrinin gazeteleri arşivlerde duruyor. Bakınca görüyoruz ki, hükümetten habersiz ciddi bir tek haber, yorum neşretmeyen bu gazetelerin çoğu, siyasîlere yaranmak için birbiriyle adeta yarışmışlardır. Böylelikle, bilhassa dindarlar hakkında yalan ve iftiraların lisanı olmuşlardır.
Eee? O halde Said Nursî neden itibar etsin ki o yalancı propaganda varakpârelerine?.. Bu noktada "Said Nursî yanıldı" diyen kimse, acaba katmerli bir yanılgının içinde olmaz mı?
Evet, 1950'den evvelki dikta dönemi, ne yazık ki kasdî yanıltmanın, aldatmanın ve şaşırtmanın had safhada olduğu benzersiz bir dönemdir. Ve, tarihteki bu emsâlsiz dönemin hem aktörlerini, hem de özelliklerini en iyi bilen, tanıyan ve tarif edenlerin başında da Bediüzzaman Said Nursî geliyor.
İşte ispatı... Said Nursî, 1944'te yargılanmakta olduğu Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin hakimlerine hitap ederken aynen şunları söylüyor:
"Efendiler! Reis Bey!
"...Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdad–ı mutlaka 'cumhuriyet' nâmı vermekle, irtidad–ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet–i mutlaka 'medeniyet' ismi vermekle, cebr–i keyfî–i küfrîye 'kànun' ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet–i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar." (Şualar, s. 256)
Bunlar, yakın tarihin tasdikinde olan hakikatli sözlerdir.
Peki, bu dönemin yalancı ve yaranmacı gazeteleri ne yapıyor dersiniz? İşte size hayli çarpıcı gelecek 1935 yılına ait karşılaştırmalı bir misâl.
1935 yılı baharında Said Nursî ve talebeleri Isparta'da gözaltına alınarak sorgulanmaya başlanır. Sorgulananlar arasında emekli binbaşı Asım Bey de var. Diğerleri gibi ona da "aralarında ikili haberleşme, mektuplaşma" olup olmadığı sorulacak.
Hadisenin gerisini Tarihçe'nin "Eskişehir Hayatı" bölümünden, Üstadın kendi ifadelerinden takip edelim: "Binbaşı merhum Âsım Bey isticvap edildi. Eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik nâmuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, `Yâ Rab, canımı al!` diyerek, on dakikada teslim–i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kànunun hata diyemeyeceği bir muavenet–i hayriyeye ve tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet Risâle–i Nur`dan tam ders alan, bir su içer gibi kolayca, terhis tezkeresi telâkkî ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim Âsım Bey gibi `Yâ Rab! Canımı da al` diyecektim." (Tarihçe–i Hayat, 196)
Şimdi, aynı hadiseyi manşetten duyuran devrin en gözde gazetelerinden biri olan TAN'ın 9 Mayıs 1935 tarihli sayısına bakarak bir karşılaştırma yapalım.
Tıpkı CHP'nin yayın organı Ankara'daki Ulus ve İstanbul'daki Cumhuriyet'le paralel şekilde haber yapan TAN gazetesi, Binbaşı Âsım Beyin sorgulama esnasındaki şehadet haberini (kupürde de görüldüğü gibi) aynen şu sözlerle manşete taşıdı: "Bir mürteci ifade verirken öldü."
Evet, onların hiç utanmadan "mürteci" damgasını vurdukları ve "Binbaşı mütekaidi suçlu" diyerek mahkemeden önce peşinen suçladıkları kişi, yalan söylememek ve bir başkasına zarar vermemek için şehâdet şerbetini içmeyi en büyük şeref addetmiş gazi ve kahraman bir Türk subayıdır.
İşte, bu çarpıcı misâl, özellikle 1925–50 yılları arasındaki gazete ve radyo haberlerinin doğruluk derecesi için mühim bir ölçü teşkil ediyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, asıl o dönemin idarecileri Said Nursî ve talebelerini tanıyamamış, Nur Risâlelerini anlayamamış, yahut anlamak istememiş...
Yani, ortada bir anlama ve anlaşılma problemi varsa şayet, bunun kusurunu, hatasını Said Nursî'de değil, onun muarızlarında aranmalı.
Hülâsa: Meseleyi çarpıtmanın âlemi yok. Üstad Bediüzzaman'ın biyografisine vâkıf olan ve Risâle–i Nur'u dikkatli bir nazarla okuyan herkes biliyor ki, Üstad, yaşadığı devrin siyasî lider kadrosunda bulunanların hem hüviyetini, hem de mahiyetlerini gayet iyi biliyor ve tanıyordu.
Bu bâriz hakikati kasten ve bilerek çarpıtmanın vebâli ise, burada kelimelerle târif edilemeyecek derecede ağırdır.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|