"Gerçekten" haber verir 25 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Atatürk’ün dinle alâkası yoktu

Star’dan Fadime Özkan’a konuşan Doç. Dr. Cemil Koçak, “Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey dinin emrettiği herşeyden âzâde olmuş bir toplum” dedi. Koçak, Balıkesir hutbesi, dinî referanslar, Meclisin Cuma günü duayla açılması gibi konuları ise, “Atatürk’ün dine ilgisinden değil, o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar” olarak değerlendirdi.

Birbirinden farklı ve hatta uzak pek çok ideolojik politik pozisyon, kendini meşrulaştırmak için Atatürk’ü referans gösteriyor. Herkesin kendine göre bir Atatürk’ü var yani. Atatürk hangisi? Hepsi mi, hiçbiri mi?

Nasrettin hoca gibi cevaplayayım, herkes haklı. Çünkü hakkı olmasa da, herkesin kendi siyasi pozisyonuna ya da gönlüne göre bir Atatürk portresi çizme imkânı var. Lenin hakkında sınırlı sayıda farklı portre çizebiliriz ama kimse “Lenin komünist gibi görünüyordu ama aslında gönülden kapitalistti” diyemez. Bir ideoloji göreli olarak ne kadar katıysa, farklı portreler çıkarmak o kadar az mümkündür. Fakat Atatürkçülük o kadar eklektik ve pragmatik ki, slogan düzeyinde söyleyebildiği ilkeyi de değiştirebiliyor. 1923’te İzmir İktisat Kongresinde “ekonomik anlamda liberaliz” diyor Atatürk. Herkes liberaliz zannediyor. 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, bir de bakılıyor ki devletçi olunmuş. CHP’nin önde gelenlerinden Ahmet Ağaoğlu “Hayretle karşıladım. Halk Partisi olarak kendimizi liberalin liberali görüyorduk. Nerden çıktı bu şimdi” diyor. O yüzden herkes kendisine 1918’den 1938’e kadar geçen 20 yıl içinden Atatürk’ün yaptığı, söylediği, heveslendiği, amaçladığı, hedeflediği hatta aklından günlünden geçirdiği ne varsa seçip alabiliyor.

Atatürk duruma göre konuşup pozisyon alıyordu, bu ona geniş bir hareket alanı açıyordu. Politik pragmatizm bu ama neden hiç vurgulanmıyor?

Bizde politika ve politikacı tabiri toplum düzeyinde pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam taşıyor. Atatürk’e bu algı içinden bakmak onu da pejoratif alana çekmek olur. Benim iddiam Atatürk’ün politikacı olduğudur ancak ben, Antik Yunan’daki anlamıyla kullanıyorum. Antik Yunan’da politika çok erdemli ve değerlidir. Bence Atatürk, kendisiyle birlikte siyasi mücadeleye katılan grup içindeki en yetenekli ve becerikli politikacıdır. Milli mücadeleden önceki dönem için bunu söyleyemeyiz ama.

Neden söyleyemeyiz?

Böyle bir alan bulamıyor çünkü. Milli mücadeleye kadar bütün gençliği, politik arenaya çıkıp yetenek ve becerisini gösterebilmenin kapısını aramakla geçiyor. Ama 1918’e kadar bütün kapılar suratına kapanıyor. “Büyük hırslarım ideallerim var ama Sofya’da tıkıldık kaldık” mektubundaki gibi bir gençlik bunalımına yol açıyor bu. Diğerleri gibi İttihatçılar içinde yükseleyim diyor, önünü kapatıyorlar. Askerlik yapayım diyor, aynı şey oluyor. Enver’in yaptığı gibi padişahın kızını alabilirsem harbiye nazırı olabilir miyim, diyor, yine olmuyor. Fakat tüm bu talihsizlikler Mustafa Kemal’in hayattaki en büyük talihi olmuş. İttihatçı olaylarına karışsaydı Samsun’a gidemezdi çünkü. Talihi 1918’te açılıyor ve ondan sonraki bütün hayatı; politika nasıl yapılır, nasıl öngörüde bulunulur, alternatif planlar nasıl üretilir, uygulanırın cevaplarını gösteriyor.

Ama ta başından beri kafasında bir hedef vardı, değil mi?

Mücadelenin lideri olma, meselesi vardı. Kendisi olmazsa mücadelenin kazanılması ihtimali yok gibi. Evet hırslı. Kendisi de “İdeallerim ve hırsım var” diyor zaten. Fakat ideal ve hırs tek başına yeterli değil. Gerçekçi biri olarak görüyor ki, müttefik hem de çok farklı kanatlardan müttefik lazım. Müttefikleri arayıp bulmak bir politikadır. Onun için de her gelen müttefike ayrı ayrı konuşuyor.

Bir süre sonra inandırıcılık sorunu doğurmuyor mu bu tutum?

Hayır, çünkü geniş bir hedefler manzumesi sunmuyor kimseye. Herkesin ortak olarak var olabileceği basit bir hedef sunuyor. Hedefini küçültmese ya da genişletse o ittifak hemen dağılacak. 1922’de 23’te olacak şey 1919’da başına gelecek, bunu iyi biliyor. İşte, politikacılık bu! Önemli bir politikacı yönü daha var: Kendi siyasi pozisyonunu mümkün olduğunca güçlendirirken, karşı tarafın pozisyonunu mümkün olduğunca zayıflatıyor. İşgal kuvvetleri arasındaki anlaşmazlığı görüp üzerine gidiyor ve blok halinde hareket etmelerini engelliyor. Amerikalılarla, Fransızlarla, İtalyanlarla, İngilizlerle farklı konuşuyor. Sovyetlerle de farklı konuşuyor. Bunu 1923’ten sonra da bütün politikalarında uyguluyor.

Cumhuriyet tarihimizde laiklik ve demokrasi arasında tercih yapılabilir gibi bir pratik var. Atatürk’ün demokrasiye bakışı neydi?

Diğer Jön Türkler gibi Atatürk de modern Avrupa’ya baktığında demokrasiyi değil uygarlığı görüyordu. Biz bugünkü dünyaya bakarak diyoruz ki çağdaş olmak için mutlaka demokrasi gerekir. Oysa bu 2. dünya savaşından sonra çıkmış bir teori. Öncesinde böyle bir şey yok. Japonlar Amerika’ya savaş açıp tekme tokat atarken modern değil miydi? Modernlerdi, aynı zamanda da otoriter! Atatürk’ün bakışı da şuydu; İngiltere gibi olursa ne ala ama olmazsa da önemli değil. Önemli olan uygarlık çizgisini yakalamak, bunu hangi araçlarla nasıl yakalayacağımız. Otoriterlikle olacaksa da otoriterlikle.

(...)

Bir fantezi tabi ama Atatürk’ün politik pragmatizmine bakıp, Atatürk yaşasaydı şu sorunu şöyle çözerdi gibi bir çıkarımda bulunmak mümkün mü?

Hayır. Spekülasyon olur.

Ama mesela Kürt meselesinde İnönü’nün baskıcı politikasından rahatsız olup Bayar’a Şark Raporu hazırlatılıyor, ılımlı yaklaşmak gerektiğini düşünüyor. Bu onun çözüm için politika değiştirebildiğini de göstermez mi?

Bir kere şunu kabul edelim. Bugünkü sorunlarımızın geriye doğru gittikçe katmerleşiyor. Kaynakları hep o dönemde. Ama şunu da sormalıyız: Atatürk ve İsmet Paşa döneminde bu ülkenin hangi sorunları çözülmüş? “Demir ağlarla ördük yurdu” denir 10. yıl marşında ama demiryolu sorunu çözülmüş mü mesela. Siyasi meseleler zaten donmuş kalmış ama ulaşım sorunu, alt yapı, limanlar, sosyal meseleler, tarım meselesi çözülmüş mü?

Cumhuriyet döneminde çözülen sorun yok mu hiç?

Var, trahom, sıtma, verem, gibi bulaşıcı hastalıklar çözülmüş. Çözen de Sağlık Bakanı Refik Saydam. Bugün nüfusun yüzde 10’nun AİDS olduğunu düşünün, frengi o derece yaygın. Saydam, bu acil hayati sağlık sorunlarını büyük ölçüde çözüyor. Daha sonra Atatürk ölüp İnönü cumhurbaşkanı olduğunda o da Başbakan oluyor ve Mecliste yaptığı ilk konuşmada “Arkadaşlar” diyor, “Bilesiniz, memlekette her şey a’dan z’ye bozuk”.

(...)

Atatürk’ün bir ideolojisi var mıydı, dine bakışı neydi?

Atatürk’ün birleştirici bir figür, harç görüldüğü bir İslam toplumunda söylemek kolay değil ama Atatürk’ün dinle bir ilgisi olduğu kanısında değilim. Atatürk’ün ve Atatürkçü ideolojinin asıl arzuladığı şey dinin emrettiği her şeyden azade olmuş bir toplum. Bu da 19. yüzyılın aydınlanma felsefesi demek. Aydınlanmacılara göre din zımbırtıdır, ilkel insanlara mahsustur. İnsanlık bilim eğitim ve aydınlanma sayesinde bir gün öyle bir hale gelecek ki dine gerek kalmayacak.

Atatürk de böyle mi düşünüyordu?

Aynen böyle düşünüyordu. Atatürk aydınlanmacıydı. İsterdi ki Türkiye’nin büyük kısmı aydınlanma felsefesine inansın, ona göre yaşasın. Onun da dinle ilgisi çok zayıftır.

Ateist miydi?

Bilmiyorum. Ama gençliğinde Ali Fuat Cebesoy bir kitap vermiş Ruh ve Madde diye. O zamanki ateistlerin popüler el kitaplarından. Atatürk de altını çizerek okumuş, etkilenmiş. Hatıratında var, bugün de okudum, bu gün de, diye. Ama o kitaptan ne çıkardı, dine değilse de var oluşa inanıyor muydu, bilmemiz mümkün değil.

Balıkesir hutbesi, dinî referanslar, Meclis’in Cuma günü duâyla açılması… Bunlar ne peki?

Bunlar hep politika. Atatürk’ün dine ilgisinden değil o dönemin gereklerine göre uyguladığı politikalar. Yoksa ben Atatürk’ün dine hayli uzak bir kişi olduğu kanısındayım.

Atatürk’ün son dönemde yalnız mıydı gerçekten, psikolojisi nasıldı? Filmde Çankaya’ya sıkışmış, bunalan, neredeyse depresyona girmiş birini görüyoruz.

1930’da Serbest Fırkadan sonra Atatürk, İsmet Paşa’nın yükselen otoritesinden bir miktar rahatsız olmakla birlikte belki sağlık belki psikolojik yorgunluk nedeniyle bilemiyorum, büyük ölçüde günlük politikadan kendini sıyırmaya çalışıyor. Çankaya’daki akşam sofraları hayatla, insanlarla irtibat kurduğu tek alan haline geliyor. Böyle olduğu Türk İnkılâp Enstitüsünün yıllar önce yayınladığı Atatürk’ün Nöbet Defteri’nde de görülebilir. O defterde bir oynama yoksa evet, Atatürk son 7 yılını yalnız geçiriyor. Gelen gidenler var fakat hep aynı kişiler. Dışarıya çıktığı pek yok. Hayatı gündüz değil akşamüzeri ve gece yaşıyor. Depresyon mudur bilemem, böyle bir kırılma olmuş hayatında. Ve böyle yaşamaktan memnun değildi. Geriye çekilmişlikten, bir miktar İsmet paşanın onu oraya hapsetmeye çalışmasından, hep aynı kişilerle aynı şeyleri konuşmaktan da rahatsız.

Kolay arkadaşlık edilen biri miydi peki?

Muhtemelen çok zor bir kişilikti. Atatürk’le ister çok samimi olsunlar ister kavga etsinler herkesin söylediği şey de, fikirsel ya da kişisel ilişki düzeyinde olsun Atatürk’ün geçinilmesi kolay biri olmadığı.

Eleştiriye ne kadar açıktı?

Bütün liderler gibi, kendi fikrinin ve yaptığının tek doğru olduğuna samimiyetle inandığı için eleştiriye tahammülü pek yoktu.

Konuşan: Fadime Özkan

Star, 24.11.2008

25.11.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır