|
|
Faruk ÇAKIR |
Filistin’i görün |
|
Filistinlilerin Gazze’de çektiği sıkıntılara kısmen temas edince, bazı okuyucularımızdan ‘daha fazla bilgi’ talebi geldi. Haklı olan bu talep üzerine, geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden Beyt Hanun Belediye Başkanı Dr. Muhammed Nazik El Kafarna’nın Gazze’de yaşananları anlattığı bir röportajı özetlemek istedim.
İnsanî Yardım Vakfı’nın (İHH) dâvetlisi olarak ülkemize gelen Dr. Muhammed Nazik El Kafarna, Millî Gazete’den (20 Kasım 2008) Hüseyin Altınalan’ın sorularını cevaplandırmış. İşte Kafarna’nın dilinden Gazze’de yaşanan trajedinin özeti:
*(Gazze’de hangi şartlar altında yaşıyorsunuz?) İsrail’in insanlık dışı kuşatması altındaki Gazze Şeridi, büyük bir cezaevine çevrilmiş durumda. Gazze’de iş yerleri kapalı, hastanelerde hastalar tedavi edilemiyor, işsiz ve sefil halk adeta ölüme terk edilmiş. İnsanların tedavi olması için ülke dışına çıkışına izin verilmiyor. Örneğin ben, diplomatik pasaporta sahip olmama rağmen 17 saat sınırda bekletildim. (...) İslâm ülkelerini, gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri kısacası tüm dünyayı Gazze’de olana bitene, yaşananlara duyarlı olmaya çağırıyorum. (...) Türk halkından, bayram öncesi bir kez daha yardım istemeye geldim. Lütfen sesimizi duyun ve bize yardım edin.
*İsrail’in insanlık dışı ambargosuna karşı Arap ve İslâm ülkeleri utanç verici bir tutum izlemektedir. (...) Ama Türkiye’nin tutumunu takdir ediyoruz. Türk halkının ve idaresinin, hem halk düzeyinde hem de resmî düzeyde çok yardımları oldu. (...) Diğer İslâm ülkelerinin de Türkiye’yi örnek alarak Filistin’e yardım etmesini umuyoruz. Türkiye, Osmanlı Devleti’nin varisidir ve Filistin de bir Osmanlı toprağıdır. Rahmetli Sultan Abdülhamid’in tutumunu biliyoruz ve bunun devam ettirilmesini istiyoruz.
*Bugüne kadar yaşadıklarımız İsrail’in barış istemediğini kanıtladı. (...) Her gün gerek hava gerek kara saldırılarıyla ateşkesi zaten ihlâl ediyorlardı. Ayrıca geçiş noktalarını kapalı tutuyorlar. Filistin halkına gıda maddesi, ilâç ve yakıt gibi temel ihtiyaç maddelerinin geçişini engelliyorlar. (...)
*Filistin’de insanlarımız, ABD’nin ürettiği silâhlar ve bombalarla öldürülüyor. Amerika bize barış değil, ölüm getiriyor. O yüzden Filistin’in haklarını koruyacak bir Amerikan yönetiminin iktidara geleceğini hiç sanmıyoruz. ABD Başkanı George W. Bush, bu yılın sonunda bölgede iki ayrı bağımsız devletin kurulacağını söylemişti. Tabiî ki bunlar boş vaatlerdi ve boş olduğunu da görüyoruz. (...)
*(Arap ve İslâm dünyasından Filistin konusunda nasıl bir rol oynamasını bekliyorsunuz?) Öncellikle, bu devletler ile halklarının tutumlarının farklı olduğu gerçeğini bilmemiz gerekiyor. Halklar birbirlerini seviyor ve yardımlaşıyorlar, ama devletler yeterli yardımları maalesef yapamıyorlar. İslâm devletlerinin yetkililerinin Batı’dan büyük baskı gördüklerini biliyoruz. Fakat biz onlardan, bir şekilde Filistin’e sahip çıkma yolları bulmalarını istiyoruz. İsrail’in yaptığı zulmün durdurulması için daha somut adımlar atmalarını istiyoruz. (...) Biz hiçbir ülkeden İsrail’e savaş açmalarını beklemiyoruz elbette, ama siyasî ve diplomatik baskı yapabilirler. Meselâ İsrail ürünlerini boykot edebilirler. Bu yapılmayacak bir şey değil. (...) Müslümanlar gelip Filistin’i görsünler, kardeşleri ne sıkıntılar, ne zulümler çekiyor şahit olsunlar. Meselâ İKÖ Genel Sekreteri Ekmeledddin İhsanoğlu’nun Gazze’yi ziyaret etmesini beklerdik. Avrupa Parlamentosu’ndan bile gelenler oluyor, ama hiçbir İslâm ülkesinden yetkilileri burada görmek mümkün olmuyor. İslâm devletlerinin resmî tutumunun artık değişmesini bekliyoruz.
***
“Birinci el”den aktarılan bu bilgiler, Filistin’li yöneticilerin serzenişinde haklı olduğunu göstermiyor mu? Gerçekten de Türkiye’yi idare edenlerin yolu; ara sıra ya da sıklıkla Filistin’e düşmesi gerekmez mi? Tabiî ki o da yeterli değil, vatandaş olarak bizler da maddî ve kavli duâlarımızla Filistinli kardeşlerimizin yanında olduğumuzu göstermemiz gerek.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kasım ayı özellikle müziğimizin zirve isimlerinin birer birer madde âleminden mânâ âlemine göç ettiği aylardandır. İşte o isimlerden biri de Yahya Kemal’in “Ölünce ülkede muhteşem bir güneş battı” dediği Dede Efendi ya da tam adıyla Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi’dir.
Dede Efendi, 1778 yılının Kurban Bayramı’nın 1. günü Şehzadebaşı’nda doğdu. Bu münasebetle İsmâil adı verildi. Babasının hamam işletmesi sebebiyle Hammâmizâde adıyla hatırlanmaktadır. Küçük yaşlardan itibaren Yenikapı’daki Mevlevî Dergâhı’na devam etti. 1001 gün yani yaklaşık 3 yıl süren çile’sini tamamlayıp ’Dede’ oldu. Çilede iken ‘Zülfündedir benim baht-ı siyahım’ isimli Bûselik şarkısının ünü saraya kadar ulaşınca Dede Efendi’ye de şöhret yolları açılmış oldu. 3 yaşındaki oğlu Sâlih’in vefatı üzerine,
“Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde
Ateş dökülürse yeridir, ah-ı serimde
Her lâhza hayali duruyor didelerimde
Takdire ne hacet bu da varmış kaderimde”
şeklindeki Beyâti eserini oğluna mersiye olarak besteledi.
Sultan 3. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecit zamanında sarayda itibar gördü. Son zamanlarında Dede Efendi, karşısında henüz 16 yaşlarında olan Abdülmecit’in Batı müziğine daha çok ilgi duyması ve önceki padişahlar gibi usulden, makamdan anlamayan bir hükümdarla karşı karşıya olması onu mutsuz ediyordu. Talebelerinden biri olan Dellalzâde’ye birkaç defa “artık bu işin tadı kalmadı” dedi. Hacca gitmek için Sultan Abdülmecit’ten izin aldı. Çok samimî bir mü’min olan İsmail Dede tavaf sırasında heyecanlandı, ağladı. Yunus Emre’nin haccı terennüm eden şiirini irticâlen Şehnaz’dan Evsat usulünde besteledi:
Yürük değirmenler gibi dönerler
El ele vermişler Hakka giderler
Gönül kâbesini tavaf ederler
Muhammed’in (a.s.m.) kösü çalınır burada
Ol sultanın demi sürülür burada.
Bu Dede’nin son eseridir. Bu suretle 48 yıl süren bestekârlık hayatı sona eriyordu. O yıl pek çok kişi gibi Dede ‘de Hacc’ da koleraya yakalandı. Ateşler içinde tavaf etti. Mina’ya geldi. İki talebesinin kollarında son nefesini verdi. Dede Efendi 29 Kasım 1846 yılında 69 yaşında iken vefat ettiğinde tevafuka bakınız ki yine doğum günü olan Kurban Bayramının 1. günü idi. Dede Efendi, Hz. Hatice Efendimizin ayak ucunda medfûndur.
DEDE EFENDİ İÇİN NE DEDİLER:
Alaeddin YAVAŞÇA: “Dede Efendi nice şarkılarıyla gönüllere taht kurmuş, kabına sığmayan bir deha olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Dede birçok yüzyılları tutan ve gelecek yüzyılları da aydınlatacak olan bir Türk Mûsikisi sembolüdür.”
Nezih UZEL: “Hakk’ın tertemiz kullarındandı. Ruh dünyamızın mimarları arasına katıldı. Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bağışladığı nimetlerin en güzelleri arasında bulunan sesin ustasıydı. Bizi kendi yoluna soktu, yüreğimizi titretti. “
Prof. Dr. Mustafa TAHRALI: “Dede ayinleri ve ilâhileriyle bir yandan dinî duygularımızı en yüksek seviyede ifade etmiş, ladini denilen eserleriyle mûsiki sanatımızı en yüksek seviyede dile getirmiş ve köçekçeleri ve benzeri eserleriyle de eğlence mûsikimizin en güzel örneklerini vermiştir.”
Prof. Dr. Selahaddin İÇLİ: “Dede Efendi geçmişten değerleri özümsemiş, çağının değerlerini yakalamış ve ileriye kancalarını atmış bir bestekârdır, dahidir.”
Tuğrul İNANÇER: “Ne anlatılsa; o deryadan bir damla, harmandan bir dane, Dede güneşinden bir zerre olur ancak... O mûsikimizin evliyası…”
25.11.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Ahmet DURSUN |
Öğretmenler odası |
|
Öğretmenler odası, Türkiye’nin hali hazırdaki meselelerini nasıl halledebileceğinin temel çıkış noktalarından biri olmalıydı. Ne yazık ki, kendi dinine ve değerlerine semptomatik yaklaşım hastalığını akılcılık olarak sunan bir eğitim anlayışının figüranları olarak kullanılan öğretmenler, her noktasında bozulma işaretleri görülen bir ülkenin sıradan “öğretim memurları”dır artık.
Bir ülkeyi dönüştürecek temel projelerin üretilmesi gereken yerler olan okullarımızın da hangi öğretmenlerle bunu başarabileceği temel sorulardan biridir. Genel bir bakışla, öğretmenlerimizin fikrî inkişaflarına ilham noktalarından biri olabilecek öğretmenler odası resmine bütüncül bir bakışla, Türkiye’nin geleceği ile ilgili iç açıcı sonuçlara ulaşabilmek mümkün müdür? Bu sorunun cevabı, öğretmenin milleti özüne döndürebilecek değerler manzumesini kullanabilecek bir ruha ve bilince sahip olup olmamasıyla yakından ilgilidir. Öğretmenler odası verilecek cevapların ipuçlarıyla doludur. Buyurun öğretmenler odasına:
Şüphesiz, öğretmenler odasının gündem maddelerinin başında öğretmenlerin maddî sıkıntıları gelmektedir. Öğretmenlerimiz yaşadıkları ekonomik sıkıntıları haklı olarak sıkça konuşmaktadırlar. Bugün eğitim sistemiyle ilgili yaşanan aksaklıkların öğretmenlerin maddî anlamdaki sıkıntısıyla birebir ilişkilendirilmesi meselenin önemli bir yönüne işaret etmektedir; ancak bu sıkıntıların ortadan kaldırılması sistemin düzlüğe çıkacağı anlamına gelmemektedir. Öğretmenliğin başlangıcından itibaren bir şefkat ve meşakkat mesleği olduğu, hoş bir özdeyiştir şimdilerde.
Okullar iyi yönetilmemektedir. Çağdaş eğitimin gereklerinden yoksun olan liyakatsiz kişilerce idare edilen okullar kendisine emanet edilen genç beyinlerin geleceğini tesadüflere bırakmaktadırlar. İşin acı tarafı, bu liyakatsizliğin üst düzey kadrolarla paralellik arz etmesidir. Genel olarak sistem iyi idare edilmemekle beraber, bundan sürekli şikâyet eden öğretmenlerin kendi başarısızlıklarının faturasını kötü idareye kesme kolaycılığı onulması zor bir hastalığın habercisidir.
Öğretmen, ideolojik yaklaşımlara kurban edilen bir sistemin kuklası haline getirildiğinin çoğunlukla farkında olmayarak temel meseleleri ötelemektedir. Futbol, maaş zamları, magazin programları, borsa, vb. meseleler birinci derecede zihinleri meşgul etmekte, öğrencilerin iç dünyasında yaşadıkları buhranların ve problemlerinin farkına bile varılmamaktadır. Öğretmen, kendisine muhtaç gönüllerin farkında değildir.
Öğretmenler odasında “haylaz, yaramaz, bilumum hayvanatla akraba!” öğrencilerin durumları önemli bir tartışma konusudur. Gündemin en önemli kısmını bu öğrencilere verilecek cezalar teşkil etmektedir. Hasılı, okullarımızda öğrenci-öğretmen ilişkileri çoğunlukla problemlidir. Öğrenci, öğretmenini örnek bir model olarak görememektedir. Onun gözünde öğretmen; maaş karşılığında kendisine teorik bilgileri aktaracak bir memurdan başkası değildir. Öğretmen kendisini anlayamamakta, kendini farklı bir birey olarak kabul edememektedir. Saygınlığın yitirilmesine ve çoğunlukla çatışmaların doğmasına yol açan bu anlayış “öğretmen” kimliğini yerlerde süründürmektedir. Bilgi, ahlâk ve faziletle birlikte şefkat ve merhamet odağı olması gereken öğretmen; öğrencilerine hakaret eden, üstesinden gelemediği türlü türlü zaaflarının ve sorunlarının acısını öğrencisinden çıkarmaya çalışan, öğrencisini eğitmek-geliştirmek adına pek fazla çaba göstermeyen bir görüntü içersindedir. Öğretmenler odasında bunların nasıl aşılacağı sorusu, toplantıların “dilek ve temenniler” kısmında olduğu gibi geçiştirilen kısımlardandır.
Geri kalmış bir toplumun acısını en çok hissetmesi gereken öğretmenler, daha çok kendi geri kalmışlıkları ile ilgilenmekte, ilerlemeyi daha çok maddiyatla ilişkilendirmektedirler. “Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek” sosyal hastalığı öğretmenler arasında da yaygındır. Kendisine emanet edilen tertemiz yürekler için didinen, ‘onlara bugün neler öğretebilirim?’ sorusuyla okula adım atan örnek öğretmenler azalmaktadır.
“Çağdaş bir aydın” tipi olarak düşünülen öğretmen gerçekten bugün bir “aydın” mıdır? Günümüz öğretmeni; okuma- araştırma cehdiyle, millî ve manevî değerleri yaşatma kabiliyetiyle ve bunları yeni nesillere aktarabilme gücüyle bir aydın olabilmiş midir? Öğretmenler odası bu kaygıların paylaşıldığı yer midir?
Dün öğretmenler günüydü. Sevgili öğretmenim, yaşadığı sıkıntıları unutması için ağzına bir parmak bal çalınan kişi görünümündeydi. Eğlendi, sevindi, avundu. Hepimiz için, kendine gel öğretmenim!
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kadük devrimler… |
|
Can Dündar’ın, Yunanlı çocuk Yorgo’nun rol aldığı “karga kovalaması”yla başlayan “film”i üzerindeki tartışmalar, medyada “devrimleri” gündeme getirdi.
Devrimlerin başında 25 Kasım 1925 tarihli ve 671 sayılı “şapka iktisâı hakkında kânun” gelmekte. 28 Kasım’da yürürlüğe giren kanunla bütün yurt çapında bir günde tatbike konulan kanuna muhalefet edenler İstiklâl Mahkemelerine sevk edildi. Yüzlerce vatandaş sırf şapka takmadıkları için yargılandı, hapse kondu, ağır cezalar aldılar.
İşin en çarpıcı tarafı, bu “devrim kanunu”nun diğer “inkılâp kanunları” gibi 12 Eylül ihtilâli Millî Güvenlik Konseyi lideri Kenan Evren’in bizzat tek taraflı olarak propagandasını yaptığı ve “hayır” demenin suç sayıldığı 1982 Anayasasının 174. maddesine konulup Anayasal koruma ve kollanma altına alınmasıydı.
Dahası AKP siyasî iktidarınca kadük kalan ve uygulanmayan bu yasanın yürürlükten kaldırılması yerine, yeni Türk Ceza Kanunuyla diğer “inkılâp kanunları” ile birlikte muhalefet cezasının daha da ağırlaştırılmasıydı.
Buna göre sözkonusu şapka mecburiyetine uymayan devlet memurlarına altı aydan bir yıla kadar hapis ve 750 bin liradan üç milyar liraya kadar ağır para cezasına çarptırılacakları hükmünün getirilmesiydi. Üstelik demokratikleşme, her türlü sosyal yaşantı özgürlüğünü esas alan AB yargı reformu ve uyum yasaları çerçevesinde!
“LÂHÛTÎ HAYALLERDEN
MÜBERRA KANUNLAR…”
28 Teşrinisânî (Kasım) 1341 (1925) tarih ve 230 sayılı Resmî Cerîde’de (Resmî Gazete’de) neşredilen “Şapka İktisâı Hakkında Kanun”un birinci maddesine göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi âzâları ile idâre-i umumiye ve hususiye ve mahalliye ve bilumum müessesata (kurumlar, kuruluşlar) mensup memurîn (memurlar) ve müstahdemîn (hizmetliler) Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumî serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükûmet men eder” denilmekte.
Öncelikle belirtelim ki “Türk milletinin şapkayı iktisa etmiş olduğu”, tamamen uydurmadır. Araştırmalar, dünden bugüne Türkiye’de şapka kullananların yüzde 15 civarında olduğu, halkın yüzde 85’ninin şapkayı takmadığını göstermekte.
Bu durum, aynı zamanda “mühim bir mason” olan Halk Partisi Genel Sekreteri ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, “Kendi cemaatimizi (toplumumuzu) mâveraî (öteki, uhrevî) dünyaya taallük eden (ilgilendiren) her türlü endişelerden ve her türlü lâhûti (kutsal, İlâhî) hayallerden müberra (temizlenmiş) olarak kanunlarımızı bugünün icâblarını, maddî zarûretlerini göz önünde tutarak yapmalıyız” temel tesbitiyle, tâbirlerince “mistik ve doğmatik esaslar”dan azâde, “dinden tecrit” programı üzerine kurulan yeni rejimin umdelerini ortaya koymakta. (Seyhun Tunaşar, Türk ulusal Masonluğunda 1935 Uykuya Yatma Olayı, 139)
Gerçek şu ki “şapka kanunu”nda şapka giymek sadece devlet hizmetinde bulunan erkek memurlara ve müstahdemlere şart koşulmakta. Buna göre “kanununa muhalefet” ettikleri bahanesiyle yüzlerce âlim ve binlerce vatandaşın İstiklâl Mahkemelerinde sureta yargılanarak hapse atılmaları, idam edilmelerinin, inkılâpçıların kendi çıkardıkları kanunlara bile uymadıklarını göstermekte.
Diğer yandan tarih boyunca milletin hiçbir zaman bir “ecnebî kisvesi” olan şapkayı “umumî sepûş” olarak kullanmadığı halde, “devrim yasası”nda şapkanın “Türkiye halkının da umumî serpuşunun şapka olduğu” iddiası, bir başka çarpıtma olarak karşımıza çıkmakta…
Halkın “umumî serpuşu”nun mecburî giyilmesi için kanuna gerek duyulmakta!
“YUNAN SERPÛŞU”
MİLLÎ GİYSİ OLUR MU?
Aslında bu hususu 23 Ağustos 1925’te elinde bir Panama şapkasıyla otomobiline binen M. Kemal’in, “şapka devrimi” için gittiği Kastamonu’da yaptığı konuşmada açıkça ikrar edilmekte. 29 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Büyük Halaskârın (kurtarıcının) Millete Teceddüt (yenilenme - değişim) Yolunu Gösteren Yeni Bir Nutku”da bunun bâriz ikrarında bulunulmakta.
M. Kemal’in eline içki kadehini alarak “Beyler buna rakı derler!” deyip baloya katılanlara ve halka içkiyi tanıtıp, telkin ve tavsiyesi misali, “şapka nutku”nda, “Milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Bunu iktisa edeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, üstte yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bunların mütemmimi olmak üzere siper-i şems-i serpuş... Bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir” lansesinin ardından söylediği, “Yunan serpuşu olan fesi giymek câiz olur da, şapkayı giymek neden olmasın? Kadın arkadaşlarımız da yüzlerini açmalıdırlar” cümlesi, birinci ağızdan şapkanın “Yunan serpuşu” olduğunun itirafı olmakta.
Böylece Bediüzzaman’ın, “...Kendi başına frenklerin serpuşunu koyup, herkese de giydirir. Fakat, cebir ve kânun ile tâmim ettiğinden...” tesbitini bizzat te’yid etmekte…
TIME dergisinin yayın hayatının 80. yılı sayısında “dünyayı değiştiren 80 önemli olay”ın arasında sıraladığı “M. Kemal’in inkılâpları”nın “anlamı” anlaşılmakta.
Şu çarpıklığa bakın: Bir yandan “kanun”un erkek memurlara ve müstahdemlere getirdiği “şapka mecburiyeti”ni kimsenin takmaması. Öncelikle erkek milletvekillerinden başlanarak, genel ve mahallî bütün kamu kurum ve kuruluşlarda bu “devrim kanunu”nun kadük kalması.
Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetlerine dair hiçbir kanun bulunmadığı, tesettürü ve başörtüsünü yasaklayan hiçbir hüküm olmadığı halde, dinî bir vecîbe olan ve Türkiye’de kadınların yüzde 80’ninden fazlasının taktığı başörtüsüne getirilen yasa dışı yasağın keyfî ve kanunsuz uygulanması…
Ve bütün bunlar, kadük kalan “devrimler”in arkasındaki “psikolojik” ve “travmatik” çarpıklığı bir defa daha açığa çıkarmakta…
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kur’ân ve Lozan |
|
On dokuzuncu asrın son yıllarında İngiliz Parlamentosunda kürsüye çıkan Müstemlekeler Bakanı Gladstone elindeki Kur’ân-ı Kerimi göstererek şunu söyler:
“Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız; ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” (Tarihçe, s. 44)
O sırada ilim tahsili için Van’da bulunan Bediüzzaman, Vali Tahir Paşanın konağına gelen gazetelerde bu haberi okuduğunda şöyle der:
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim...” (a.g.e.)
Aradan yıllar geçer. İ’lâ-yı kelimetullah sancağını altı asır boyunca cihanın ufuklarında dalgalandıran Osmanlı, son döneminde bu misyon ve mânâdan uzaklaştığı için dağılır ve çöker.
Yerine Anadolu ve Trakya topraklarında yeni bir devlet kurulur. Bu devletin, devrin dünyaya hakim güçleri tarafından tanınması, Lozan’da yürütülen gizli pazarlıklarla şartlara bağlanır.
Orada Türkiye’den istenen, İngiliz Murahhas Heyeti Reisi Lord Gürzon’un ifadesiyle şudur:
“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur. Biz de kendisine dilediğini veririz.” (Büyük Doğu, sayı 29, Emirdağ L., s. 277)
Dikte edilen bu şartın yeni Ankara yönetimi tarafından kabulü üzerine anlaşmanın imzalanmasını müteakip İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara Lord Gürzon şu karşılığı verir:
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” (Adı geçen kaynaklar)
Sonrasında Ankara merkezli olarak Türkiye yeni ve çok sıkıntılı bir sürece girer. Lozan’da verilen söz çerçevesinde birer birer tatbik sahasına konulan icraatın hedefi şöyle ifade edilir:
“Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım...” (Tarihçe, s. 137)
Kur’ân’ın ve hadislerin—hâşâ—“ne mal olduğunu” gösterip mukaddes kitabımızı ve Peygamberimizi (a.s.m.) halkın ve bilhassa genç nesillerin gözünden düşürme niyet ve kastıyla yaptırılan tercümeler; ezanın Türkçeleştirilmesi ve okullarda başlatılıp bütün hızıyla sürdürülen inançsızlık propagandası, planın parçalarıdır.
Eşref Edib’in o kara dönemdeki bazı uygulamaları anlattığı Kara Kitap’ta geçen ve yıllardır dilden dile dolaşan çok çarpıcı örneklerden biri:
Öğretmen, sınıftaki küçük çocuklara “Benden şeker isteyin” der. İsterler, hemen cebinden çıkarıp verir. Sonra “Bir de Allah’tan isteyin bakalım” diye devam eder. Bu defa şeker gelmeyince de, “Demek ki—hâşâ—Allah yokmuş, olsaydı istediğinizi verirdi” diyerek zehrini kusar.
O dönemde eğitimin nasıl bir zihniyetin eline geçtiğini gösteren son derece ilginç bir örnek de, o günün Türkiye’sini anlatan Turkey To-Day (1928) adlı kitabın yazarı Grace Ellison’a konuşan bir maarif müfettişinin söyledikleridir:
“Bizim peygamberimiz Gazimizdir. Biz o Arabistanlı şahıs ile ilişkimizi sona erdirdik. Muhammed’in dini Arabistan’a uygundu; ama bize yaramaz.” (Şükrü Hanioğlu, Zaman, 23.11.08)
İngiliz yazarın, “Ama sizin hiç mi inancınız yok?” sualine müfettişin verdiği cevap da “Evet [var]. Gazi’ye, bilime, ülkemin geleceğine ve kendime” şeklinde olmuştur. (Hanioğlu, a.g.g.)
Dünyasında dinî inanca kesinlikle yer vermeyen müfettiş, yeni dönemde dizginleri ele geçiren zihniyetin “ideal” bir örneği ve prototipidir.
Ama vaktiyle deklare edilen “Müslümanları Kur’ân’dan soğutma” planı İlâhî bir tavzifle dile getirilen “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş olduğunu dünyaya gösterme” kararına takılınca hesap bozulmuş ve Allah, nurunun söndürülmesine yine izin vermemiştir.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Yeni Asya’da yazmak demek… |
|
Geçen hafta “Yeni Asya’dan size” köşesini okurken bir kere daha gözlerim doldu. Dâvâya bu ölçüde bağlılık o kadar güzel birşey ki, biz gençler büyüklerimizin anı ve tecrübelerini dinledikçe daha çok şey öğreniyoruz ve de bağlılığımız ve şevkimiz binlerce kat artıyor.
Gazetemize yazmaya başladığımdan bu yana, yazılarımın hemen hemen her kesimden gerek arkadaş olsun, gerek diğer kişiler olsun takip edildiğini biliyorum. Olumlu ya da olumsuz, destekleyici ya da yıldırıcı e-postalar, tebrik eden güzel notlar alıyorum günden güne değişen. Babam Osman Zengin’in mektubunda da dediği gibi insan bir kere “inat kelimesini sevmese de inat edince,” her şeye kulak tıkayıp, olanlara farklı bir gözden bakmayı da başarabiliyor.
Bana gelen e-postaların içinde hiç şüphesiz en enteresan ve şaşırtıcı olanı, “Çok güzel yazıyorsunuz, ama neden Yeni Asya’da yazıyorsunuz? Harcadığınız emekle farklı yazılarınız kesinlikle farklı yerlerde de yayınlanabilir” mesajını içeren e-posta olmuştu. Şaşırdım, ama üzülmedim. Zira herkesin bunun ne olduğunu anlaması beklenemezdi. Çoğu arkadaşım “Aaa peki, sen şimdi çok iyi para kazanıyorsundur” dediklerinde tebessüm ederek bunu gönüllü yaptığımı söylediğimde de, benim oldukça “saf” ve “işini bilmez” olduğumu düşündüklerini belirttiler. Buna da aldırmayıp geçtim.
Ben de biliyorum ki, yazılarım başka yerlerde yayınlanabilir, bunlardan para da kazanabilirim v.s. Gelecekte hedeflediğim kariyerimde de medya öyle ya da böyle yer alacağından, ekmeğimizi gün gelecek, bu kapıdan çıkaracağız. Ama bu demek değildir ki, ben Yeni Asya’da yazarken başka yerde yazamam. Bu demek değildir ki, yazılarımı başka çevrelerle paylaşamam.
Hasta yatağımdan başımı kaldıramadığımda, internetim olmadığı halde kilometrelerce yol gidip, internet olan bir yer arayıp haftalık yazımı gönderdiğimde, ertesi gün sınavım olduğunda, seyahatten yeni geldiğimde… İçinde bulunduğum her şartta ben gazeteme yazmaya devam ettim ve Allah nasip ederse devam da edeceğim.
Eğer bu kişisel bir mesele olsaydı yahut ben sadece kendim için birşeyler yapıyor olsaydım, o en hasta, en yorgun ve en çaresiz zamanlarımda yazımı gönderebilmek için bu kadar çabalamaz, koşturmazdım.
Büyüklerimizin gazeteye dair hatıralarını okuduğumda, belki artık bizim aynı şartları yahut duyguları yaşayamayacağımızı anlayabiliyorum. Ama şu teknoloji çağında, bizim de farklı duyarlılıklarımız, “inat”larımız ve yaklaşımlarımız olduğundan eminim.
İnşaallah, ileride ben de bu hatıralarıma dair birşeyler yazdığımda, şimdi babamın gazete bulabilmek için 3 km yol yürümüş olmasının bana şaşırtıcı gelmesi gibi, benim çocuklarıma da, dünyanın her yerinde internet bulamadığım için, yazımı göndermek uğruna arabayla kilometrelerce yol gitmem şaşırtıcı gelecektir. Yani yıllar geçtikçe hatıralar aynı olmayacaktır, fakat her devirde farklı zorluklar ve anılar olacaktır.
Tıpkı küçükken anne ve babamın “Nerede o eski bayramlar?” dediklerini anlayamadığım, ama şimdilerde benim aynı özlem içinde bulunup “Nerede o eski bayramlar?” diye hayıflanışım gibi. Ben kendi eski bayramlarımı bu kadar güzel bulup özlüyorsam, kim bilir onların eski bayramları ne kadar güzeldi diye de düşünüyorum zaman zaman…
“Büyük bir aile gazetesi” denilerek, Yeni Asya’ya dair aldığım birçok eleştirel e-posta da oldu. Bunda ben eleştirilecek bir boyut bulamadım. Yeni Asya tabiî ki büyük bir aile gazetesidir. Aynı filmi izleyenlerin, aynı kitabı okuyanların, aynı zevkleri paylaşanların, aynı şehirde doğanların hepsi ayrı ayrı büyük aileler oluştururken, tabiî ki aynı gazeteyi okuyanlar da büyük bir aile oluşturacaklardır.
Şimdi Allah’tan dileğim, ne ile karşılaşacağımızın belli olmadığı bu hayatta, nerede yaşarsam yaşayayım, nerede çalışırsam çalışayım, nerede ne yazarsam yazayım, Yeni Asya’daki yazılarımı aksatmamam için bana gereken ilham ve gücü vermesi. Biz istedikten ve O diledikten sonra her şeyin olacağı bu dünyada, tıpkı Abdullah Uzun Ağabeyimizin yıllarca hizmet edip okuduğu şevk ile gazetenin bir parçası olmayı, bizi bir araya getiren ve bir arada tutan bu aileden ayrılmamayı umuyorum.
Her ne kadar gurbette elime geçen bir gazete olmasa da, internetten de olsa gazetemi takip edebildiğime şükrediyorum.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Göğsümüzü kabartan boş şeyler |
|
Gönül huzuruyla hesabını vereceğimiz amellere ihtiyacımız vardır aslında. Ama ne yazık ki ihtiyacımız olmayan bir çok amellere de imza atmaktayız. Gururumuz arttıkça kendimizde büyük güçler vehmetmekteyiz. Sonra geçmişimizde zaafımızı gösteren bir çok hayat safhalarımıza perde çeker yolumuza devam ederiz. Zaman gelir bir çok velinimetimizi bile inkâr eder dururuz. Artık ağzımızdan en çok “ben” kelimesi çıkar. Bize göre o “ben” neler neler yapmış... Ondan sonra ne oldum delisi olur çıkarız. Artık havalara bakmaktan önümüzü görmez oluruz.
Bu dünya hayatında “sergerdan” olan yani başını kafasına göre alıp hayat meydanında at koşturan nice insan vardır ki, öyleleri çok doğru hareket ettiklerini sanmaktadırlar. Hatta çoğu zaman ikaz ediciler bile onların uyanmasına yol açamamaktadır. Çünkü kalın gaflet perdesi onların gözlerini karartmıştır. Onlar burunlarının dikine gitmekle doğru yaptıklarını sanmaktadırlar. Onları pohpohlayanlar da onlara gaz vermeye devam etmektedirler. Artık kimse tutamaz onları. Hamasî duygularla coşup dururlar. Arkalarında elini ovuşturan şeytanlar ise bu eserleriyle oldukça iftihar etmektedirler şüphesiz...
Ne yazık ki dünyanın şan ve şerefi, makam ve mevkileri bir yere kadardır. Bazen daha çabuk şöhretler sönmektedir. Bazen de ölüme kadar devam etmektedir. Ama bu tür haletler için ölüm son noktadır. Kabir kapısı dünyevî hiçbir büyüklüğü ve güzelliği kabul etmiyor. İşte o zaman dünyayı bir şey bilenler sukut-u hayale uğramaktadırlar. Hiçbir faydası olmayan pişmanlıkların başladığı andır o zamanlar.
İnsan gibi bir değerin değersiz dünya hayatına fedâ edilmesi mutlaka çok büyük kayıpları beraberinde getirecektir. Aklı başında olan uyanık kalpliler binbir güzellikler ve değerlerle donatılmış insanın sadece bu dünya hayatı için yaratılmadığını bildikleri için sadece Rabb-i Rahimin rızasını kazanmak için uğraşırlar. Onlar dünyanın zahiren yüce ve güzel olan değerlerine kulak asmazlar.
Ârif olanlar Kur’ân’ın hakikatlerine göre hareket etmekten, Peygamberimiz Aleyhisselâtu Vesselâmın yoluna baş koymaktan başka hiçbir hareket tarzı bilmezler. Bütün âlemlerin yaratıcısı olan Rabbimizin bize vermiş olduğu kabiliyetleri, dünyalıların veya dünyaperestlerin isteği doğrultusunda kullanmanın doğru olmadığını bilenler ve hayatlarını buna göre sürdürenler elbette kazançlı çıkacaklardır.
Bütün gerçekler ortada iken, güç ve kuvvet sahibi insanların hoşuna gitsin diye ortaya koyduğumuz marifetlerimizin bize neler kazandırıp veya kaybettireceğini iyi düşünmemiz gerekmez mi? Yaptıklarımıza, imza attıklarımıza yeniden bir bakalım isterseniz. Belki de başlarımızın göğe değdiğini sandığımız durumlar bizim için çok acı bir düşüştür. Belki de yaptıklarımızın çok azı ebedî hayatımız için azık olmuştur.
Dünya hayatı, dünyanın şan ve şerefi oldukça çekicidir, öyle değil mi? İsimlerimizin tarihe makam ve mevkilerle geçmesi, bilmem kaç tane esere imza atmamız hadisesi ne kadar da göğsümüzü kabartıyor, değil mi? Tanınmamızın, itibar görmemizin, dünyanın birçok imkânlarından faydalanmamızın sonucu nereye varır acaba? Bunun için hiç düşünme melekemizi faaliyete geçirdik mi sahi? Tarihlerin yâd ettiği insanların hepsinin akıbeti iyi mi yoksa? Adına günler tertiplenenlerin, kitapları harıl harıl okunanların hepsi, acaba şimdi bulundukları ölümden sonraki hayatlarından memnun mudurlar? Bunları düşünmek ve yaptıklarımızın veya yapmak istediklerimizin bizleri nelerle karşılaştıracağını düşünmemiz gerekmez mi?
Gençliğin sarhoşluğu insanı olmadık badirelerle karşılaştırdığı gibi, orta yaşlılığın gururu da bazen insanı semeresiz yollara sürüklemektedir. İnsanlar bu dönemlerinde biraz sarhoş olmaktadırlar nedense. Bu yıllarda nefis insana ölümü oldukça uzak göstermekte ve hatta göstermemektedir. Sanki verilen bütün insânî duygular sadece bu dünyayı kazanmak için verilmiştir bize. Gözlerimizin feri azaldığında, ayaklarımızın takatı kesildiğinde yavaş yavaş gerçekleri hatırlamaya başlıyoruz belki. Ama çoğu zaman geç kalıyoruz. Geçmişimize ağlamaktan başka elimizden bir şey gelmemektedir. İhtiyarlığın ölümü hatırlatan hâletleri de olmasaydı ne kadar gafil olacaktık değil mi?
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah kulunu severse kulun sırtı yere gelir mi? |
|
Bir insan için erişilebilecek en yüksek makam Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Allah’ın sevgisini kazanmak dünyalara sahip olmaktan daha önemlidir. O'nun sevgisini kazanamadıktan sonra isterse bütün dünya insanın olsun hiçbir kıymeti yoktur.
Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu ise emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmaktan geçer. İhlâs ve samimiyetle bu yolda ilerleyen herkesi Allah sever, onlardan hoşnut olur.
Allah’ın sevgisine ulaşan insan, Allah’ı seven insandır. Allah için canını, malını, her şeyini fedâ etmekten çekinmeyen insandır. O'nun bu sevgisi yanında Ferhat’ın, Mecnun’un sevgileri hiç hükmünde kalır. Bu sevgi, kişinin öylesine söz ve davranışlarına yansır ki onu hareket ettiren bir ruh hâline gelir.
Böyle bir kulunu hiç Allah sevmez mi? Bu kimse artık Allah dostu, yani velisi olur. Allah dostları, yani veliler Allah’ın en sevgili, en üstün kullarıdır. Bir kudsî hadis-i şerifinde Rabbimiz bu kullarını şöyle anlatır: “Kim Benim veli kullarıma düşmanlığa yeltenirse, muhakkak Ben de ona savaş açarım. Kulum, farz kıldığım şeylerden daha sevimli birşeyle Bana yaklaşamamıştır. Kulum Bana nafile ibadetlerle yaklaşırsa onu severim. Bir kere onu sevdim mi de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer Benden birşey isterse, onu verir; Bana sığınırsa, muhakkak onu himaye ederim.”1
Demek bütün mesele Allah’ın sevgili kulu olabilmek! Allah kulunu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı oluyor, yani kul artık ele, ayağa, göze kulağa varıncaya kadar bütün uzuvlarını Allah rızası istikametinde kullanıyor, Allah da onu yanlış yollara sapmaktan himaye ediyor.
Şu halde bir kimseyi Allah’ın sevdiğini anlamanın ölçüsü, kulun Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından kaçınmasındaki titizliği, farzlarla yetinmeyip elden geldiğince sünnetlere, nafilelere yönelmesi, hayır hasenatta gayretli olması.
Hadisin devamında ise böyle bir kul Allah’tan birşey istediğinde Allah’ın ona vereceğini; sığındığında da, onu himaye edeceğini bildirmesi yer alıyor ki her şeyden önemli.
Yarattığını yoktan yaratan, tükenmez hazineler sahibi bir Yaratıcıdan istiyor kul istediğini. İstemesini bildikten sonra kulun elde edemeyeceği ne olabilir ki? Allah gibi bir hamisi olan bir kimsenin hiç sırtı yere gelir mi?
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1: 417 (Hadis no: 387; Buharî’den)
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Takiyye üzerine |
|
Muharrem Okur: “Takiyye nedir? İslâm inancında yeri var mıdır? Varsa şartları nelerdir?”
Takiyye ve takva aynı kökten olup, Arapça itteka ve veka kökünden gelmişlerdir. Korunmak ve sakınmak anlamını taşıyorlar. Şu kadar var ki, takva Allah korkusunu ifade ederken, takıyye genelde insanlardan korkmak ve sakınmak anlamında kullanılmıştır.
Ehl-i sünnetin yalnız kâfirlere ve müşriklere karşı uygulanmasına ruhsat verdiği takiyye, Ehl-i Beyt mektebinin önemli bir fıkıh terimi olagelmiştir. Hatta Şiî Müslümanlar, takıyyeyi iman esaslarından saymışlardır. Ehl-i Beyt âlimlerinden Şeyh Ensari’ye göre takiyye, başkasından gelebilecek zarardan korunmak için, ona hakka uygun olmayan bir söz veya davranışla uyum sağlamaktır.
İslâm tarihinde takıyye şu şekillerde uygulanmıştır.
a) Kâfirlere ve müşriklere karşı uygulanan ve ruhsat verilen takıyye: Kâfirlere veya müşriklere karşı malından ve canından korkanın ve zora düşenin, korku ve zorluk sırasında inancını gizlemesi, hatta kâfirlerin inançlarına kalben değil, dilden sevgi göstermesi demektir.
İslâm’ın Mekke döneminde güçsüz Müslümanlar, ileri gelen Mekke müşriklerinin baskısı ve işkencesi altında çok sıkıntı çektiler. Allah ile putlar arasında tercih yapmaya zorlandılar. Şiddetli işkence gördüler. Hazret-i Yasir ile muhtereme eşi Hazret-i Sümeyye (ra) Ebû Cehil’in işkencesi altında can verdiler. İnançlarını gizlemediler ve müşriklerin sözlerini söylemediler. Habbab İbn Eret (ra) şiddetli kor üzerine sırt üstü yatırıldı ve Allah’a imanından vazgeçmeye zorlandı. Bilâl-i Habeşî (ra), demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın altında kızgın kumlar üzerinde çıplak şekilde sürüklendi. Allah’ı inkâr etmeye zorlandı. Buna rağmen Bilâl-i Habeşî (ra) bayılıncaya kadar ‘Allah birdir’ sözünü ağzından düşürmedi. Örnekler arttırılabilir.
Fakat insanlara güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemeyen Cenâb-ı Allah, çeşitli işkenceler altında kalan Müslümanlara, kalbinde iman olmak şartıyla, işkenceden kurtuluncaya kadar, kâfirlerin veya müşriklerin sözlerini söylemelerine izin vermiştir. Babası ve annesi aynı işkenceden şehit düşen Ammar bin Yasir (ra), müşriklerin işkencesine dayanamayınca onların istedikleri sözü söyledi ve ölümden kurtuldu. Fakat hemen ardından ağlayarak Peygamber Efendimize (asm) gelerek: “Ya Resulallah! Ben senin hakkında kötü konuşmadan ve ilâhlarını övmeden beni bırakmadılar!” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) sordu: “O anda kalbin nasıldı?” Hazret-i Ammar (ra): “Kalbim imanla dopdoluydu!” dedi. O zaman rahmet ve kolaylık peygamberi Resûl-i Ekrem Efendimiz (ra) aynı durumla karşılaşması halinde aynı sözleri tekrar söylemeye izin verdi. Ardından şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan kişi (kurtulmuştur), fakat kim inandıktan sonra Allah ‘ı tanımaz ve küfre kalbini açarsa, Allah’ın gazabı onların başındadır, onlar için büyük azap vardır.”1
Anlaşılıyor ki takiyye teşvik edilmiş bir dinî esas değil; kâfirlere veya müşriklere karşı canı ve malı korumak gerekçesiyle verilmiş bir ruhsattan ibarettir.
b) Müslüman yönetimlere karşı uygulanan ve caiz olmayan takiyye:
İslâm’ın ilk yüzyıllarında meydana gelen iç savaşlarla Hz. Ali (ra) ve Hz. Hüseyin’in (ra) şehit edilmeleri, Hz. Ali (ra) taraftarları için zor günlerin de başlangıcı olmuştu. Emevi yönetimine sadık adamlar dört bir tarafa dağılarak Hz. Ali (ra) taraftarlarını izlemeye başladılar. Yakaladıkları Şiîleri, Hz. Ali (ra) ve ailesine hakaret etmeye zorluyorlar, buna dayanamayıp Şiîliğini açığa vuranları ölümle cezalandırıyorlardı. Canlarını kurtarmak için Şiîler “takıyye” ilkesini bir inanç esası saydılar ve bu esasa dört elle sarıldılar. Buna göre; düşmanın eline düşen, kendini kurtarıncaya kadar inancını inkâr etme hakkına sahipti.
Şiî fırkalarından İsnaaşeriyye, takıyyeyi dinî bir prensip, bir inanç esası olarak kabul etmiştir. İsnaaşeriyyeye göre, takıyye vaciptir. Öyle ki, onlara göre, Hazret-i Ali ilk üç halife döneminde hilâfet kendi hakkı iken takiyye yaparak ses çıkarmamıştır, onlara boyun eğmiştir.
Şia fırkalarınca takiyyenin böylesine abartılı kullanılmasını Bediüzzaman Hazretleri eleştiriyor ve riyakârlık ve ikiyüzlülük sayıyor. Bediüzzaman’a göre Hazret-i Ali’nin ilk üç halifeye biat etmesi takiyye sebebiyle değil, onların halifeliklerini hak görmesi sebebiyledir. Eğer hak görmeseydi bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi.2
Nitekim Cafer-i Sadık: “Mü’mine karşı takıyye yapmak şirktir” demiştir.
Günümüzde Bediüzzaman’a göre yol ikidir: Ya susmaktır, ya da doğruluktur. Müslüman yönetime karşı takiyye adıyla yalan söylemek ya da inancını gizlemek İslâmiyet’in şiârı değildir. İslâmiyet’in esası doğruluktur.3
Dipnotlar:
1- Nahl Sûresi: 106, 107
2- Lem’alar, s. 51
3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 93
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şeflik devrinin yaranmacı gazeteleri |
|
Bazıları çıkıp otuz beş yıl (1915–1950) müddetle "sâfi imân hizmeti için" siyasetle ilgilenmeyen, gazeteleri okumayan ve radyo dinlemeyen Said Nursî hakkında "M. Kemal başta olmak üzere devrin siyasilerini tanıyamadı, şayet tanısaydı onlarla uzlaşır, uyum içinde olurdu" şeklinde iddialarda bulunuyor.
Bu da, tıpkı diğer benzerleri gibi tam deli saçması bir iddiadan ibarettir.
Zira, yazdıklarıyla bu zamanın yaralarına merhem süren Üstad Bediüzzaman'ın asıl rehberi, refiki, üstadı Kur'ân'dır. Yaş ve kuru her ne varsa, içinde bulunan Kur'ân–ı Mû'cizü'l–Beyân...
O zât, Kur'ân'ın feyziyle ve Resûl–i Ekrem'in (asm) tâlimiyle, gizli–açık yaşanan bütün gelişmelerden aslında haberdardır. Ancak o, uzun süre yalanın dili ve yalancıların propaganda vasıtası haline getirilen radyo ve gazetelere bakmamış, onlara kulak asmamıştır. Haksız mı?
Acaba, tek parti dönemi gazetelerinin din ve dindarlar hakkında doğru bilgiler yazdığını, güvenilir haberler aktardığını kim çıkıp iddia edebilir? "Doğruları yazdılar, yalana tevessül etmediler" diyen kimse, en başka kendini kandırıyor olmaz mı?
Şeflik devrinin gazeteleri arşivlerde duruyor. Bakınca görüyoruz ki, hükümetten habersiz ciddi bir tek haber, yorum neşretmeyen bu gazetelerin çoğu, siyasîlere yaranmak için birbiriyle adeta yarışmışlardır. Böylelikle, bilhassa dindarlar hakkında yalan ve iftiraların lisanı olmuşlardır.
Eee? O halde Said Nursî neden itibar etsin ki o yalancı propaganda varakpârelerine?.. Bu noktada "Said Nursî yanıldı" diyen kimse, acaba katmerli bir yanılgının içinde olmaz mı?
Evet, 1950'den evvelki dikta dönemi, ne yazık ki kasdî yanıltmanın, aldatmanın ve şaşırtmanın had safhada olduğu benzersiz bir dönemdir. Ve, tarihteki bu emsâlsiz dönemin hem aktörlerini, hem de özelliklerini en iyi bilen, tanıyan ve tarif edenlerin başında da Bediüzzaman Said Nursî geliyor.
İşte ispatı... Said Nursî, 1944'te yargılanmakta olduğu Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin hakimlerine hitap ederken aynen şunları söylüyor:
"Efendiler! Reis Bey!
"...Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdad–ı mutlaka 'cumhuriyet' nâmı vermekle, irtidad–ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet–i mutlaka 'medeniyet' ismi vermekle, cebr–i keyfî–i küfrîye 'kànun' ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet–i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar." (Şualar, s. 256)
Bunlar, yakın tarihin tasdikinde olan hakikatli sözlerdir.
Peki, bu dönemin yalancı ve yaranmacı gazeteleri ne yapıyor dersiniz? İşte size hayli çarpıcı gelecek 1935 yılına ait karşılaştırmalı bir misâl.
1935 yılı baharında Said Nursî ve talebeleri Isparta'da gözaltına alınarak sorgulanmaya başlanır. Sorgulananlar arasında emekli binbaşı Asım Bey de var. Diğerleri gibi ona da "aralarında ikili haberleşme, mektuplaşma" olup olmadığı sorulacak.
Hadisenin gerisini Tarihçe'nin "Eskişehir Hayatı" bölümünden, Üstadın kendi ifadelerinden takip edelim: "Binbaşı merhum Âsım Bey isticvap edildi. Eğer doğru dese, Üstadına zarar gelir ve eğer yalan dese, kırk senelik nâmuskârane ve müstakimane askerliğinin haysiyetine çok ağır gelir diye düşünüp, `Yâ Rab, canımı al!` diyerek, on dakikada teslim–i ruh eyledi. İstikamet şehidi oldu. Ve dünyada hiçbir kànunun hata diyemeyeceği bir muavenet–i hayriyeye ve tasdike hata tevehhüm edenlerin çirkin hatalarına kurban oldu. Evet Risâle–i Nur`dan tam ders alan, bir su içer gibi kolayca, terhis tezkeresi telâkkî ettiği ecel şerbetini içer. Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de âlicenap kardeşim Âsım Bey gibi `Yâ Rab! Canımı da al` diyecektim." (Tarihçe–i Hayat, 196)
Şimdi, aynı hadiseyi manşetten duyuran devrin en gözde gazetelerinden biri olan TAN'ın 9 Mayıs 1935 tarihli sayısına bakarak bir karşılaştırma yapalım.
Tıpkı CHP'nin yayın organı Ankara'daki Ulus ve İstanbul'daki Cumhuriyet'le paralel şekilde haber yapan TAN gazetesi, Binbaşı Âsım Beyin sorgulama esnasındaki şehadet haberini (kupürde de görüldüğü gibi) aynen şu sözlerle manşete taşıdı: "Bir mürteci ifade verirken öldü."
Evet, onların hiç utanmadan "mürteci" damgasını vurdukları ve "Binbaşı mütekaidi suçlu" diyerek mahkemeden önce peşinen suçladıkları kişi, yalan söylememek ve bir başkasına zarar vermemek için şehâdet şerbetini içmeyi en büyük şeref addetmiş gazi ve kahraman bir Türk subayıdır.
İşte, bu çarpıcı misâl, özellikle 1925–50 yılları arasındaki gazete ve radyo haberlerinin doğruluk derecesi için mühim bir ölçü teşkil ediyor.
Bütün bunlar gösteriyor ki, asıl o dönemin idarecileri Said Nursî ve talebelerini tanıyamamış, Nur Risâlelerini anlayamamış, yahut anlamak istememiş...
Yani, ortada bir anlama ve anlaşılma problemi varsa şayet, bunun kusurunu, hatasını Said Nursî'de değil, onun muarızlarında aranmalı.
Hülâsa: Meseleyi çarpıtmanın âlemi yok. Üstad Bediüzzaman'ın biyografisine vâkıf olan ve Risâle–i Nur'u dikkatli bir nazarla okuyan herkes biliyor ki, Üstad, yaşadığı devrin siyasî lider kadrosunda bulunanların hem hüviyetini, hem de mahiyetlerini gayet iyi biliyor ve tanıyordu.
Bu bâriz hakikati kasten ve bilerek çarpıtmanın vebâli ise, burada kelimelerle târif edilemeyecek derecede ağırdır.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kur'ânî irşad metodunun ana maddeleri (2) |
|
* İspat ve izah ile ikna etmeli: Bugünü geçmiş devrelere kıyas ederek, tebliğ edilen mesajı parlak göstermekle yetinmemeli. İddiayı ispat ve izah lâzımdır. Tesir için ikna etmek gerekir. Medenîlere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşîler gibi, icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husûmete (düşmanlığa) vaktimiz yoktur.1
* Korku ve ümit dengesini muhafaza etmek: Çağın insanının duygusal boyutunu nazara alarak, ümit ve korku dengesini gözetmek şarttır. Ne en basit ve âmiyâne bir ifâdeyle, ibâdet ve iyiliklerle “Cennet parselletmeli”, ne de “Ne yaparsa yapsın, kurtuluşun mümkün olmadığı korkusunu” yaymalı...
* Tedrîcîlik prensibini benimsemek: Kur’ân, âyetlerinin 23 senede peyder pey indirilmesi; ibâdet ve yasakların (alkol alma yasağının üç merhalede getirilmesi gibi) belli aralıklarla emredilmesiyle, tedrîcîlik metodunu bizzat uygulamalı olarak da gösterir.
* İnanç hürriyetine saygı: Herkesi, inancında, itikadında, düşüncelerinde şahâne serbest ve rahat bırakmak, Kur’ân’ın kesin fermanıdır. Kâfirun Sûresi dâhil, bir çok yerde bu hakikat vurgulanır: “Gerçekten doğrulukla eğrilik, imân ile küfür birbirinden ayrılmıştır.”2
* Kim olursa olsun, mücâdele, nasihat, öğüt ve dâvet, “hikmet” çerçevesinde ve “mücadele en güzel şekilde” yapılmalı: Nahl Sûresinin 125’inci âyetinin meâlini daha önce nakletmiştik. “İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim İlâhımız da, sizin İlâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur”3 şeklinde tevhîde dâvet etmeyi tavsiye eder.
* İnsanları tahkir etmemek, münakaşa etmemek ve yalanlamamak: İnsanları samimî dost bilerek yaklaşmalı. Zira, duygularımızın da yaydığı bir enerji ve dalgaboyu vardır. Bunlar gider, muhatabımızın radarına çarpar. Onlar tam o olarak ifade edemese de bunu hisseder. Öyle ise, ihlâs ve samimiyetle yaklaşmalı ve onlardan gelebilecek sıkıntılara karşı tahammül göstermeli.
* Her şeyi olduğu gibi anlatmalı; mübalâğa etmemeli.4 Zira, mübalâğa ihtilâlcidir ve “Bu zamanda böyle yapmak ve yaşamak mümkün mü?” diye itirazlar yapılır. Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücâzefe (aldatma ve cerbeze, hakkı örtme) ve tecâvüz etmemektir. Zira, mücazefe, kudrete iftiradır.5 Unutmamalı: Hakikatin damgası, üstünlüğü onun etkisini gösterir.
* Günümüz insanlarına, geçmiş zamanın şartlarını dayatmamalı.6 Günümüzdeki gelişmelere, tekniğe, hâdiselere, imkânlara göre anlatmalı.
* Çağın insanı, hedonizm denen zevk ve lezzet müptelâsı olmuş. Şu halde lezzet ile elemi birlikte göstermeli.7
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayâtı, Yeni Asya Neşriyat, s. 52.;
2- Tarihçe-i Hayatı, s. 80.
3- Kur’ân, Mâide, 77.
4- Muhâkemât, s. 78.
5- Muhakemat, s. 28.
6- Divan-ı Harb-i Örfî, 88.
7- Sözler, 718.
25.11.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|