"Gerçekten" haber verir 28 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

Tezgâh ve “revize” taktiği…



CIA’nın Ortadoğu uzmanı Graham Fuller’in, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin fiyaskoyla sonuçlandığını söylemesi, sadece Amerika’nın Ortadoğu’daki plânının çöküşünü değil, Amerikan eksenli bütün projelerin de iflâsının örtülü bir itirafı.

Amerikan yönetimlerine Türkiye ve İslâm dünyası üzerinde tezler üreten ve bir dönem CIA’nın Türkiye istasyon şefi olarak çalışan Graham Fuller, daha önce de “Türkiye ile Amerika müttefik değildir, çünkü çıkarları çatışıyor” ikrarında bulunmuştu.

Bir süredir ABD’nin Türkiye, Ortadoğu ve İslâm dünyasına yönelik politikalarındaki çıkmaza dikkat çeken Fuller, “ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyacı davrandığını” ve Türkiye’nin “Müslüman kimliği”yle Ortadoğu’da “İslâmî dayanışma” refleksinin ilişkileri bozduğundan yakınmıştı.

Türkiye’yi, “Amerika’nın müttefiki” görmediğini belirten CIA üst düzey yöneticisine göre, “Ortadoğu’da Türkiye’nin ABD ile çıkar çatışması yoğunlaşmakta. Ve Türkiye açısından bu hükmü doğru bulan geniş kitlenin gelecekte kanaat genişliği kazanmakta.”

YENİ “TEZGÂH” KURULUYOR

Bilindiği gibi baba Bush döneminde Bağdat’taki Amerikan elçisinin bizzat teminat ve teşvikiyle Saddam’ın Kuveyt’i işgali bahane edilerek Birinci Körfez Savaşı başlatılmış; 36. paralelden bir hat çekilip Irak’ın kuzeyi Bağdat’tan koparılarak “otonom bölge” paravanında otorite boşluğu meydana getirilmişti.

Devamında da Kuzey Irak’ta kukla bir devlet oluşumu ve Türkiye’ye yönelik bölücü terör örgütünün yuvalanıp silâh, para ve her türlü lojistik destekle palazlandırılması, ABD’nin Türkiye’deki üslerinde konuşlandırdığı “Çekiç Güç” ve “Keşif Güç”le sağlanmıştı.

Oniki yıl boyunca gıdadan, ilâçtan, kurşun kaleme kadar süren amansız ambargonun ardından bu kez ABD ve savaş koalisyonu, BM’yi by pass ve uluslar arası hukuku ihlâl ederek Irak’ı resmen işgal ettiler.

Bugün bütün uyarılara rağmen ABD yeryüzündeki işgal ve hegemonya politikasını sürdürüyor; yaptığı zulüm ve katliâmdan vazgeçmiş değil…

Bu açıdan CIA’nın (eski) Türkiye şefinin son safhada Amerikan politikalarının çözümsüzlüğünü vurgulaması, bazılarının lanse ettiği gibi mâsum bir “itiraf”ın ötesinde, bir “yeni oyun”un tezgâhı olarak karşımıza çıkıyor. Fuller’in, “Amerikan plânlarına dahil olmak, Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin çıkarları açısından idam fermânını imzalamaktır” demesi, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeleri üzerinde BOP’un bir başka versiyonunun dayatılmasıyla yeniden sahneleniyor.

Neticede bu “itiraflar”, gidici oğul Bush’un ve Neocon’ların BOP’unun iflâsı üzerine Washington’un “yeni bir strateji” ile yeni başkanları Obama üzerinden Türkiye ve bölge plânlarını revize ederek sürdürmesinin bir taktiği. Fuller’in, “Ankara, Obama ile daha iyi ilişkiler kurabilir” demesi, bunun ifâdesi.

Keza CIA analistinin, Türkiye’nin yeni dönemde İran ve Suriye gibi ortak inanç, kültür ve tarihi paylaştığı Müslüman ve Rusya gibi diğer önemli komşularıyla iyi ilişkileri geliştirmesinin daha kolay olacağını” belirtmesinin “anlamı” da bu. Ankara-Wasington-Erbil hattında, “Kürtlerin kültürel haklarında ilerleme sağlanması”yla stardı verilen ve son demde tahrik edilen PKK terörüne karşı “sevimli” ve “olumlu” gösterilen Barzani ile işbirliğine kayan bölge politikaları da bu maksada mâtuf…

AMERİKAN ÇIKARLARINA

GÖRE REVİZE…

Kısacası, yine Amerika’nın emperyal menfaatleri uğruna BOP’un “revize” edilmesi oyununun oynandığı her halinden anlaşılıyor.

Oyunun ana temâsı, Türkiye ve bölgedeki İslâm ülkelerinin Irak ve Afganistan’daki işgale desteklerini sürdürmeleri ve “stratejik müttefiklik” paravanıyla Ankara’nın “eş başkan” edildiği “Büyük Ortadoğu Projesi”nin maskesini değiştirerek devam ettirilmesi…

Diğer yandan öteden beri AKP’ye akıl veren takımın gelinen süreçte başta “Güneydoğu meselesi” olmak üzere birçok konuda iktidar partisinin kendini ve politikalarını “değiştirip dönüştürme” telkinleri de bunu hedefliyor.

Mâlum ve “yandaş medya”da “AKP’nin miâdı dolmuştur” söylemiyle başlayan, iç ve dış politikalardaki başarısızlıklara karşı iktidar partisinin “kendini dizayn etmesi” talebiyle “etnik kimlik, ekonomik, sosyal politikalar oluşturması” tavsiye teklifleri, fiyaskoyla sonuçlanan politikaların aynı kulvarda yeni bir makyajla sürdürülmesini amaçlıyor.

Görünen o ki Graham Fuller’in “iflâs itirafı”, dış politikada Türkiye’nin yine ABD-İngiltere ve İsrail ile “işbirliği ciddiyeti ve etkinliği içinde” olmasının yeni yöntemlerle zihinlere çakılmasından ibaret. Ankara’nın komşularıyla ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini yine Washington’un çıkarlarına teşne, Avrasya ve Ortadoğu’daki enerji kaynakları ve hatları üzerindeki egemenliğine açık bir rotada olmasını öngörüyor.

Her ne kadar Graham Fuller, “Türkiye’nin bölgede bir Amerikan plânı dahilinde rol üstlenmesi” görüşüne katılmadığını söylese de, “Türkiye kendi çıkarlarını merkeze alarak bir siyaset izlemeli” sözünün satır aralarında bile yine ABD’nin küresel çıkarlarına uygun ve uyumlu olmasını esas alan bir komplo kuruluyor. Türkiye’nin ABD ve İsrail çizgisindeki politikalara bağlı kalması plânlanıyor.

Özetle, yeni dönemle birlikte Amerikan devleti içinden Amerikan politikalarının iflâsının itirafıyla Türkiye ve bölge ülkelerine yeni bir “tuzak plânı” hazırlanmakta. Bu plân, CIA uzmanının açıklamalarında açıkça okunmakta…

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Açılım değil, katılım!



Türkiye’nin gündemi, ne ekonomik kriz, ne henüz ortaya çıkarılamayan AB ile ilgili ulusal program, ne bir türlü raftan indirilmeyen yeni anayasa hazırlıkları, gündemi “çarşaf açılımı” diye ortaya atılan CHP’nin rozet takma yarışı dolduruyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’dan da “aferin” alan bu açılım nereye ve ne zamana kadar devam edeceği merak ediliyor. Kendi partisi içinden tepkiler alan Baykal’ın bu tepkiler karşısında nasıl tavır alacağı, dik durup duramayacağı, ortaya çıkan anketlerde CHP’ye oy verenlerin yüzde 77.1’inin “çarşaf açılımı”nı desteklediğinin açıklaması Baykal’ı cesaretlendirip cesaretlendiremeyeceği izleniyor.

Genel başkanlarından çarşaflılara rozet takmasından ve beyanlarından cesaret alan CHP il ve ilçe teşkilâtları, partilerine başörtülü, yaşmaklı, başının yarısı örtülü, çarşaflı üye bulup rozet takma yarışına girdiler. Bu yarışın ikinci bir “açılım”a kadar da süreceği görülüyor.

Özel bir televizyon kanalında çıkıp “Ben Atatürk’ü seviyorum, ailemin, çevremin, köyümün yaşam tarzı bu, böyle giyiniyorum. Bir mahsuru var mı?’ dediği zaman ona ‘başımla beraber, elbette burada senin de yerin var’ demek benim ahlâkî görevimdir” (cnntürk) gibi sözler sarf ederken, yıllarca “türban siyasî simge” diyerek gelirlerken şimdi “çarşaf siyasî simge değil” deme noktasına geldiler. Bir taraftan da “Tehdidin, çarşaf kullanandan değil, kravatlıların kafasında olduğunu” söylüyorlar. O zaman “bu nasıl açılım?” sorusu akla geliyor.

Bir de başörtüsünü sınıflara ayıracaksınız, “Türban olursa yasak devam edecek, yaşmak, yemeni, yazma, çarşaf olursa serbest” anlamına gelen sözler sarf edeceksiniz. Bu arada da “başörtüsü” sözünü ağzınıza almamaya da özen göstereceksiniz.

Peki, başörtülüler üniversitelere girecek mi? Yok canım o kadar da değil…

Peki, başörtülü hanımlar kamu kurumlarında çalışabilecekler mi? Yok canım, orası kamusal alan çalışamaz…

Peki, türban değil de, yaşmak yazma taksa öğrenciler okullarına girebilecek mi, kamu kurumlarında çalışabilecekler mi? Hayır…

Ya bu açılım neyin nesi? Mahalli seçime kadar sadece rozet takmadan rozet takmaya kadar mı bu açılım?

Bu arada Baykal’ın “Kadınların yüzde 70’inin örtülü” olduğunu gördüğü içinde tebrik etmeden geçmeyelim. Peşinden de, “Bugüne kadar öyle değil miydi, yaşınız 70’in üzerine çıkınca mı bunu fark ettiniz?” sorusunu da soralım.

Başbakan, bazı yazar ve gazeteler bu açılımı hangi maksatla, hangi siyasî amaçla destekliyorlar bilemiyorum, ama sadece rozet takmakla samimî olunacaksa biz burada bir samimiyet göremeyiz.

Millet şimdi soruyor. Eğer samimî iseler, madem çarşaf siyasî simge değil, türban siyasî simge, o zaman var mısınız, bütün “türban”lılar çarşaf ya da tarif ettikleri başörtüsü şekillerinden birini giyip derslere girsin. Madem birilerinin deyimi ile laiklik türban yüzünden tehlikede... Madem öğrenciler ve memureler türban takmazsa “siyasî simge” kullanmamış oluyor… Madem yasak kanunsuz şekilde sırf “siyasî simge” diye sürdürülüyor. Böylece hem laiklik tehlikeden kurtulmuş olur hem de bu bahane ortadan kalkar… Var mısınız?

Baykal, 27 bin küsur metrekarelik genel merkezinde mescit açılması isteklerine karşı “Kimse mağdur ve mazlûm olmayacaktır” diyerek farklı bir “açılım” daha getiriyor.

Başörtülüler yıllardır mağdur, okul kapılarından döndürülüyor, ikna odalarına alınıyorlar, aşağılanmaya çalışılıyor, hor görülüyor. O zaman bir açılım daha yapın, “Başörtülüler de mağdur ve mazlûm olmayacak” deyin. 28 Şubat’tan bu yana sürdürülen katı yasağın kaldırılması için ön ayak olun. Önümüzdeki sene de başörtülüler ÖSS imtihanlarına giremeyecek. Onların mağdur ve mazlûm olmayacağını söyleyin. İşte o zaman millet samimiyetinizi anlayacaktır. Hadi Sayın Baykal kim tutar sizi artık…

***

Aslında bu tartışmaların özetini CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek ortaya koydu. “Bu bir açılım değil, katılımdır” dedi. İşte işin özeti de bu…

Bir başka özet de şu, Baykal’ın başörtülülere “Yasağı kaldıracağız, haklarını teslim edeceğiz” falan dediği yok. Sadece partiye katılanlara rozet takıyor. Rozet takarken de alışık olunmadık bir takım sözler söylüyor. O kadar…

Bütün bu tenkitlerimize rağmen, “keşke” diyoruz. Keşke, yıllardır sürdürülen, 28 Şubat’tan sonra da iyice artan ve binlerce mağdur meydana getiren bu kanunsuz yasak hiç değilse mahallî seçimler gelmeden çözülebilse… Keşke siyasetçiler samimî olsalar. Keşke yıllardır birilerinin yaptığı gibi başörtüsü üzerinden siyaset yapılmasa… Keşke…

Şimdilik takiyyeler olsa da eninde sonunda milletin istediği olacaktır.

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Sanal sahtekârlık



Sanal sahtekârlık veya dolandırıcılığın yeni birşey olmadığını hepimiz biliriz. Elektroniğin medyada, telefon ve diğer aletlerde ileri seviyede kullanımıyla birilikte “sanal” kelimesi de dünyamızda kendisine yer buldu.

Bahsedeceğimiz hususlar, birçoğumuzun duyduğu veya yaşayabileceği hadiselerdir. Telefonla, internetle veya kapımıza gelen mektupla dolandırılmamız her an mümkündür. Meselâ telefonunuz çalar, alış veriş merkezi, seyahat acentesi veya başka bir müessesenin ismi zikredilerek size cazip bir teklifte bulunulur. Herhangi bir çekilişten bahsedilerek kazandığınız ifade edilir. Sonra sizden “şahsî bilgileriniz” istenir. Bazen banka numaranıza kadar istenebilir. Zahiren çok mantıklı görünen bu işlerin, sonradan bazı sahtekârlarca organize edildiğini fark edersiniz. Telefon, internet veya sokaktaki anket doldurucuya verdiğiniz bilgilerin öyle veya böyle sahtekârlarca kullanılacağını unutmamak gerekiyor.

Bu sahtekârlık, bir-iki kişinin kurduğu basit bir tezgâhtan başlar, devletlerin siyasî iradelerini ele geçirmeye ve bazen de dünyanın ekserisini sıkıntıya sokacak global örgütlenmeye kadar devam eder. Halkı dindar olan mahalleden safdirik veya fırıldak üç-beş kişiyi menfaatle elde edenlerin, bir müddet sonra mahalleyi dolandırdıklarını duyarsınız. Manipülasyon dedikleri “fikrî iğfalle” mahalleyi dolandırdıkları metodun biraz gelişmesiyle; şehirler, kurumlar ve hatta ülke iğfale uğrar.

Dünyanın küçülmesi, muhabere ve ulaşımın dehşetli bir şekilde her coğrafyayı işgali, insanların geleneksel bilgilerle ayakta kalamayacağını gösteriyor. Amerika ve Avrupa´nın ileri teknolojisiyle dolandırıcılığa çıkanlara aldanmamak için, köylere varıncaya kadar insanların “karşı bilgilenmesine” şiddetle ihtiyaç var. Dünyayı avuçlarına almış, hangi pazarlarda hangi malların satıldığını takip eden ve insanların cehaletini katagoriler halinde enstitülerine bildiren bu global örgütlerin bilhassa siyasetçilere, bürokratlara, üniversite hocalarına ve askerlere yüklüce rüşvetler dağıttığını da bu arada belirtmek gerekiyor.

Evet, birçok üniversitemizdeki hocalarımızın ellerindeki anket neticelerinin söz konusu enstitülere gönderildiğini basından çıkan haberlerden öğreniyoruz. Enstitü veya kurumun güvenilirliğinin, rüşvet dağıttığı medya, prof. ve siyasîlerce propaganda edilmesi de dolandırıcılığın bir başka boyutu olsa gerek. Şâşaalı, zengin, büyük ve tesir sahası geniş olarak gösterilen enstitülerin mahiyetlerine yöneldiğinizde, davulcularının ne kadar bilgisiz ve propagandalarını yaptıkları mihrakların mahiyetinden ne denli habersiz oldukları da ortaya çıkar.

Dolandırıcılıkta internet, telefon, TV, dergi ve postanın son teknoloji ve bilgilerle kullanımına karşı insanların ne denli cahil oldukları da, insaniyet adına bir başka üzüntü. Bütün bu alet, yayın ve sistemleri hayatlarına dahil eden insanları, sahtekârların vereceği maddî manevî zararlardan koruyacak doğru dürüst bir mercî de maalesef şimdilik bulunmuyor. Devletin kendisi dolandırılıyor veya sahtekârların elinde tutsak ise, vatandaşına elbette yardım edemez.

Çareye gelince… Gayet basit ve özlü ifade edilecekse; cehaletin giderilmesi. İlimle insanlar haklarını aramaya başlarlarsa, dolandırıcılar nisbeten azalır. Meselâ telefonda benimle anket yapmak isteyen veya herhangi bir çekilişten bana müjde getiren sese önce ben soru sormalıyım. Konuşanın kimlik bilgilerini, temsil ettiğini iddia ettiği kurumun bilgilerini almalıyım. O güne kadar yaptığı işleri ve problemini hallettiği insanların listesini görmeliyim. Bütün bu bilgilerden sonra da, söz konusu kişi veya kuruluşun emniyetini devletin sicil kurumundan öğrendikten sonra karar verebilirim.

Almanya'da kişilerin ticarî sicilini tutan kurumlar vardır. Kurumların da sicilleri vardır. Hatta ülkeyi idareye talip siyasî partilerin de. Dernek, STK veya siyasî partilerin tüzükleri, temsilcileri ve o ana dek yaptıkları icraatları bir tablo içinde birden karşınıza çıkar. Şayet bilinçli bir şekilde bir nokta gizli tutulmuşsa, o kuruluşun bütün tüzel kişiliği tehlikeye girer. Bizde olduğu gibi, muhafazakâr ve dindar bilinen insanlar vitrine konularak başkalarının idareyi ele almalarına müsaade edilmez. Siyasî sahtekârlığa burada da teşebbüs vardır. Fakat toplumun süzgeçleri onların dolandıracaklarını ortaya koyar. Dindar kimliklerle dini hürriyetlerin ihlâli, sefahetin teşviki ve milletin soygunculara peşkeş çekilmesi Avrupa'da bizdeki kadar kolay ve mebzul değildir.

Teknolojiyi iyi niyetliler kadar kötü niyetliler de kullanıyor. Buradaki gizli savaşın mahiyetini ancak Avrupa ve Amerika'daki yetkililer takip edebilir. Global dolandırıcı ve şarlatanlardan kurtuluşun en önemli şartı da, oradaki iyi insanlarla, adalete destek veren kurumlarla ve hakperest üniversitelerle işbirliklerine gitmektir. Her zararlı meselede olduğu gibi, dolandırıcılıkta da “cemaatleşmiş,” global örgütlemelerle dünyaya yayılmış bir ağ var. Avrupa ve Amerika'daki hakikî medeniyetperver, barışçı, semavî dinlere hürmetkâr ve insana saygılı çevrelerle işbirliği yapılmadan; global sahtekârların önüne geçilemez. Ülke içindeki lokal dolandırıcılığın en keskin ilâcı ise iman ve ahlâktır. Allah ve ahiret düşüncesinin efkâr-ı ammeye anlatılması, Peygamber ahlâkının ihya edilmesi ve ilimle hak aranması, dahilî dolandırıcılığı bitirebilir. Zira tarihte çokça yaşanmış gerçek sahneleri, tekrar bu millete anlatmak ve yaşatmak Kur'ân ahlâkıyla mümkündür.

28.11.2008

E-Posta: [email protected]





Kazım GÜLEÇYÜZ

Türkiye-2025



ABD Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Millî İstihbarat Konseyinin yaklaşık sekiz yıl önce 2001 başında yayınladığı “Global Trends-2015” raporunda, Türkiye’deki her gelişmenin küresel gelişmeler üzerinde doğrudan etkili olacağı ifade edilerek, on beş sene içerisinde bizi meşgul edecek konular şöyle sıralanmıştı:

Kimlik tartışmaları, etnik yapı, dinin devlet içindeki rolü (laiklik), sivil toplumun ilerlemesi.

Raporda, bu konuların AB süreciyle irtibatı, “Türkiye’nin AB üyeliğine giden yolu uzun ve zorlu olacak. AB üyesi ülkeler Türkiye’nin sadece ekonomik performansını değil, bu zorlu konularla nasıl baş edeceğini de değerlendirecekler” (Hürriyet, 7.3.01) cümlesiyle kurulmuştu.

(Konuyla ilgili “Türkiye-2015 başlıklı yazımız için bkz. 13.3.01 tarihli Yeni Asya ve ve “AB Sürecinde Değişen Türkiye” kitabımız, s. 91-3)

Şimdi 2008’in son günlerindeyiz. 2015’e erişmemize daha altı yıl var. 2001’deki raporda belirtilen kimlik, etnik yapı, dinin devlet içindeki rolü, laiklik ve sivil toplum tartışmaları ise yoğunlaşarak sürüyor, ancak neticelenmiş değil.

Bu arada, geçtiğimiz günlerde aynı çerçevede bir rapor daha yayınlandı: Global Trends-2025.

Yeni raporda, “Türkiye jeostratejik konumu, güçlenen orta sınıfı ve artan büyümesiyle dünyada ve Ortadoğu’da 2025’te daha büyük rol oynayacak” denilirken, on beş yılda izleyeceğimiz yolun, en güçlü ihtimalle, İslâmî ve milliyetçi eğilimlerin bileşimi olacağı öne sürülüyor.

Hem Türkiye, hem Ortadoğu’daki komşularımız açısından yapılan olumlu ortak tesbit şu:

“İslâmîleşme artacak. Ekonomi gelişecek.”

İşte bu noktada Türkiye’den “model üretme” alışkanlığının bu raporda da nüksettiğini; öngörülen bileşimin Ortadoğu’da hızla gelişen ülkelere model oluşturacağı ve Batı modelinin ayrılmaz parçası olan laikliğin gündemden düşeceği kehanetinde bulunulduğunu görüyoruz.

Milliyetçiliğin öne çıktığı bir Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olması ile, geçen asırda sahneye konulan ve tahribatı hâlâ giderilemeyen Arap-Türk fitnesi yine hortlatılmak mı isteniyor?

Türk ve Arap milliyetçiliklerini tekrar fişekleyip Türklerle Arapları yine karşı karşıya getirmek suretiyle Türkiye ve Ortadoğu’da İslâmın öne çıkması nötralize edilmeye mi çalışılacak?

Raporda Türkiye’nin Irak’taki gelişmelerden etkileneceği öngörülürken, bu ülke için “Geleceği parlak değil, Mezhepler, aşiretler ve etnik gruplar arasında çatışmalar, rakip grupların dışarıdan yardım bulma arayışları sürer” ifadelerinin kullanılması da bu bağlamda dikkat çekici.

Keza Türkiye’nin daha fazla asker gönderme tazyikine muhatap kılındığı Afganistan için “İstikrar gözükmüyor” denilmesi de gayet anlamlı.

Raporda AB sürecimizin geleceğiyle ilgili olarak kullanılan ifadeler de sıkıntılı. 2025’e kadar Ukrayna ile beraber AB’ye alınmamız “belki”li bir ihtimal olarak nitelenirken, “Türkiye’nin üyelik şansına ilişkin artan kuşkular, siyaset ve insan hakları reformlarının yavaşlamasına muhtemelen yol açabilir” denilmek suretiyle, hem demokratikleşme, hem de AB üyesi olma ümitlerimize gölge düşürülmek mi isteniyor?

Aslında bu çeşit raporları, bizim güçlü ve zayıf taraflarımızı önümüze koyan aynalar olarak da görüp, ona göre stratejiler üretmemiz lâzım.

Söz gelişi, milliyetçilikle karıştırılmış bir İslâmîleşmenin, aynı zamanda siyasîleştirilerek önümüzü kesip hem demokratikleşmemize set çekecek, hem de Araplarla bizi karşı karşıya getirecek bir etken olarak kullanılmasını istemiyorsak, İslâmîleşmeyi milliyetçi yaklaşımlardan da, siyasetten de uzak bir zemine oturtmalıyız.

Hâlâ herkesin içine sinecek bir mutabakata bağlayamadığımız kimlik, etnik yapı, laiklik tartışmalarının sağlıklı bir sonuca ulaştırılması da bu temel meseleyle çok yakından ilgili bir konu.

Bu kritik süreçte takip edilecek isabetli yolun parametreleri ise Risale-i Nur’daki ölçülerde...

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Alış verişin ‘ruhu’na sahip çıkalım



Tecrübeli iktisatçılar, mal ve hizmetleri satın alırken ‘kazanmak’ gerektiğini hatırlatırlar. Yani, aynı kalitede bir mal ya da hizmeti, A firması yerine B firmasından ‘daha ucuza’ almak mümkün ise, onu tercih etmek gerekir. Türkiye’de de bazı firmalar, tüketicilere hitap eden reklâmlarında bu anlamdaki sloganları kullanır. “Ambalaja değil, deterjana (içindeki ürüne) para ver” anlamındaki ifadeler bunu anlatır.

Herkesi derinden etkileyen ekonomik krizin, ancak ve ancak ‘iktisat’a uygun hayat tarzıyla aşılabileceğini artık uzmanlar da ifade ediyor. Nitekim, BM Kalkınma Programı Başkanı Kemal Derviş de, “Krizin verdiği en büyük ders, tasarruf” şeklinde özetlenebilecek sözler söylemiş. (AA, 25 Kasım 2008)

İktisat ve tasarrufun zıddı olan ‘israf’ ve ‘har vurup, harman savurma’ tuzağına düşenlerin ise bellerini doğrultması mümkün olmaz. Ne yazık ki iktisat ve tasarrufla yaşamak, hiç ilgisi olmadığı halde bazen ‘cimrilik’le karıştırılıyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî de baştan sona ‘iktisat’ kaidesine uyarak yaşamış. Risâle-i Nur’un çeşitli yerlerinde ‘iktisat’ ve ‘israf’ dengesiyle ilgili çok önemli tesbitleri var. “On Dokuzuncu Lem’a” olan “İktisat Risâlesi” de bunlardan biri. “İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dair” olan bu risâlede verilen bir misâl; alış verişin ruhu olan “pazarlığın” ihmâl edilmemesini hatırlatıyor.

Günümüzde alış veriş yaparken pazarlık yapmak âdeta ayıplanır hâle gelmiş. Belli başlı büyük market ve alış veriş merkezlerinde bu imkân fiilen sona ermiş durumda. Çünkü fiyatlar ‘merkez’lerden tesbit edilmiş ve alıcı ile satıcı arasında fiyat pazarlığı, ucuza alma imkânı kalmamış. Kararı, kasalardaki ‘bilgisayarlar’ barkod okuyarak veriyor. Öyle ki, semt bakkalları ve pazarlarda bile ‘pazarlık yapılmaz / yapmayınız’ şartı ileri sürülüyor. Bakınız, “İktisat Risâlesi”nde yer alan “Altıncı Nükte”de alış verişin temeli olan ‘pazarlık’ (özetle) nasıl anlatılmış:

Hazret-i Ömer’in (ra) oğlu Abdullah, bir gün çarşı içinde, alış verişte, kırk paralık bir mes’eleden, iktisad için ve ticaretin medârı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Bu davranışı ‘cimrilik’ gibi telâkki etmiş. Merak edip, Hz. Abdullah’ı takip etmiş. Bakmış ki Abdullah İbn-i Ömer, evinin kapısında bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra evinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri de orada gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: “İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?” Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra evinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden fakirlere versin!” diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer’i gördü. Dedi: “Ya İmam! Bu müşkülümü (kafamdaki çelişkiyi) hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, evinde de şöyle yapmışsın.” Hz. Abdullah ona dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan (aklın mükemmelliğinden)) ve alış verişin esası ve ruhu olan emniyetin (güvenin) muhafazasından gelmiş bir haldir; cimrilik değildir. Evimdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun mükemmelliğinden gelmiş bir durumdur. Ne çarşıdaki pazarlık, cimriliktir ve ne de hayır için fakirlere yardım etmek israftır.” (Lem’alar, 19. Lem’a)

Madem ‘pazarlık’, akıllılık ve alış verişin temeli ve ruhudur, o halde bu alışkanlığı canlandırmak gerek. Çünkü başka şekilde ‘güven’i muhafaza etmek mümkün olamıyor. “İktisat Risâlesi”ni daha çok okumak ve hayatımıza tatbik etmek durumundayız. Hele bu kriz günlerinde...

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Hatadan dönmek, fazilettir



CHP’nin Baykal öncülüğündeki çarşaf açılımının yankıları sürüyor. Geçen haftaki yazımızda hem Baykal’ın inandırıcılığını yitirmiş olmasından, hem de partiye katılan çarşaflıların CHP saflarına ne derece bilinçli ve özgürce geçtikleri hususundaki tereddütlerden ötürü ironik bir yazı yazmıştık. Bildiğimiz CHP ve bildiğimiz Baykal taktiklerine bakılacak olursa doğrusu samimiyet sınavının yüzakıyla verilişine kadar biz bu tavrımızda musırrız. İhtiyat payı bırakarak bekleyip göreceğiz. Ancak aşağıdaki faktörleri de tarihe not düşmeden geçemeyeceğim.

Bu ülkede “Millet mi, devlet mi?” ikileminde devleti temsil eden ve “Halka rağmen halk için” düsturunu bayraklaştıran CHP’nin demokrasi ortamındaki üst değerleri kabulünü sağlamadan ve bu değerlerin hayatiyete geçirilmesi için desteği alınmadan diğer partilerin tepesindeki Demoklesin kılıcı bir türlü inmeyecektir. Çarşaf konusunda ezber bozan ve yeni bir açılıma yol açan CHP’nin bu tutumu velev ki samimiyetten uzak da olsa kuruluşundan bu yana CHP’nin olumlu yönde attığı adımlardan en önemlisi, belki de en birincisidir. Bundan sonra eskilerin tabiriyle cin şişeden çıkmıştır, diyebiliriz. Başörtüsü, çarşaf, türban konusunda beyinlerdeki önyargı kırılmış ve zaman içinde birbirine olumlu kapı açacak gelişmelerin önü açılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Din umumun malıdır” görüşünde geçtiği gibi teorisiyle, pratiğiyle, kültürel yönüyle din, sadece dindar/muhafazakâr partilerin ya da öyle görüntü veren partilerin değil bütün partilerin dikkate alması gereken, sahiplenmesi gereken sosyal bir olgudur. Dinin ve dinî motiflerin belli partilere aidiyeti siyaseten sakıncalı bir durumdur. Yine Bediüzzaman Said Nursî’nin “Dini siyasete alet etmeye karşı olmak kadar dinsizliği de siyasete alet etmeye karşı olmak” şeklindeki duruşuna uygun bir zemin ihzar edecektir. Bu durumda istismarlar ortadan kalkacağı için partilerin ve siyasî iktidarların elinde tembel tembel oturup hazır oy deposu olarak göreceği malzeme kalmayacaktır. Bu da şark kurnazlığıyla, sürü psikolojisiyle halkı yönlendirme ve vatan-millet-Sakarya edebiyatıyla parsa toplayıp devleti yönetme kısırdöngüsünü bitirecektir.

Cumhuriyet ve demokrasi kültüründe elbette ki iktidar ve muhalefet yarıştaki vazgeçilmez iki atbaşı gibidir. Muhalefetsiz iktidar meşrûluğunu yitirir. Muhalefetsiz demokrasi, demokrasi olamaz. Ne var ki cumhuriyet bir faziletler rejimi sayıldığından iktidarıyla, muhalefetiyle, kurum ve kuruluşlarıyla herkesin doğruyu, fazileti, adaleti savunmada ve gerçekleştirmede bir ve beraber olduğu bir yapıya sahiptir. Daha doğrunun, daha iyinin oylamaya sunulduğu bir sistem karakterini taşıması açısından bakılacak olursa CHP’nin çarşaflılar konusunda türbana, başörtüsüne olumlu bakan diğer partilerle aynı çizgiye gelmesi, demokrasimiz açısından olumlu ve faziletli bir gelişmedir. CHP’nin samimî olduğuna dair yeterli belgeler ortaya çıkarsa “Hayır çarşafa sahip çıkamazsın, türbanı savunamazsın! Bunlar, ancak falan-filan partilerin hakkıdır veya inhisarındadır!” diye dışlamamak gerekir. Çünkü demokrasi neticede yanlışları budaya budaya doğrulara, hataları göre göre iyiliklere doğru yol alma sürecidir. Ve unutmayalım ki hatadan dönmek de bir fazilettir.

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bütün dünyalar verilse



Hz. Ömer (ra) umre yapmak üzere Resûlullah’tan (asm) izin istemişti. İzin verdi Allah Resûlü (asm) ve “Bize de duâ etmeyi unutma, ey kardeşciğim” teklifinde bulundu. Heyecanlanmıştı Hz. Ömer (ra). Der ki: “Bu öyle bir sözdü ki, bütün dünyalar bana verilse beni o kadar sevindirmezdi.”1

Mü’minin mü’mine gıyabında, yani arkasında, yokluğunda yaptığı duânın Allah katında büyük bir önemi var. Çünkü Allah Resûlü (asm), mü’minin mü’mine gıyabında yaptığı duânın en çabuk kabul edilen duâ olduğunu bildirmektedir.2

Duâ edecek olan Cennetle müjdelenmiş fazilet âbidesi Hz. Ömer’di. Duâ isteyen de yerler, gökler hürmetine yaratılan Fahr-i Âlem’di (asm). Ümmetine gıyapta yapılan duânın önemini göstermek konusunda da örnek olmaktaydı.

Mü’min kendisi için istediğini diğer bir mü’min kardeşi için de isteyen insan3 değil miydi? Huzuru, mutluluğu, bolluğu, bereketi, iyiliği, güzelliği kendisi için istediği gibi diğer bir mü’min kardeşi için de isteyecekti. O mü’min kardeşi için istedikçe Allah o güzellikleri ona da verecekti.

Safvan bin Abdullah Şam’a gitmiş ve büyük Sahabî Ebu’d-Derda’yı ziyaret için evine uğramış, ancak Ebu’d-Derda’yı evinde bulamamıştı. Hanımı, Safvan’a o sene hacca gidip gitmeyeceğini sormuş. O da gideceğini belirtince, “Öyleyse benim için de hayır duâda bulun” demiş ve Peygamberimizin (asm) bu hususta şöyle buyurduğunu bildirmişti: “Bir Müslümanın kardeşi için gıyabında yaptığı duâ makbuldür. Başında görevli olarak bulunan melek, o, kardeşine hayır duâ ettiğinde, ‘Kardeşin için istediğinin bir misli de sana verilsin’ diye duâ eder.”4

Gel de sen mü’min kardeşine hayır dileme, kötülüğünü iste! Demek biz mü’min kardeşimiz hakkında neler düşünür, onun için neler istersek bir mislini de Cenâb-ı Hak bize ihsan ediyor. Halil İbrahim bereketini düşünün! Bu iki kardeşin birbirleri hakkında düşündükleri iyi niyet ve iyi muâmelelerden dolayı Allah onlara bereket ihsan etmemiş miydi? Mü’minin mü’min kardeşine gıyabında yaptığı hayır duâların bir mislini de Cenâb-ı Hak duâ edene ihsan ediyor.

Demek mü’min başkasına isterken aynı zamanda kendisine de istemiş oluyor.

Dipnotlar:

1- Ebû Davud, Vitir: 23; Tirmizî, Daavât: 110.

2- Tirmizî, Birr: 50; Ebû Davud, Vitr: 29.

3- Buhârî, İman: 13; Neseî, İman: 33; Müslim, İman: 71.

4- Tirmizî, Birr: 50; İbni Mace, Menasik: 5.

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (1)



Cumhuriyet neslini yakın tarihin gerçeklerinden bilerek mahrûm bırakan jakoben (*) bir zihniyetle karşı karşıyayız.

Jakobenist anlayış, sırf "resmî ideoloji"yi korumak ve idame ettirmek uğrunda herşeyi mübah gördüğü için, yakın tarihimizde yaşanmış pekçok hadisenin bilinmesini istemiyor. Bunları kasıtlı şekilde kapalı tutmaya çalışıyor. Yer yer üstü açılan, yahut mürûr–u zamanla yırtılan yerleri de yamamaya çalışıyor. Tâ ki, cebren ve hile ile elde etmiş olduğu hâkimiyeti kaybetmesin, devam ettirsin.

Ancak, bu zihniyetin yine de "tarih mahkemesi"nden kaçıp kurtulmasına imkân ve ihtimal yok.

Dâvâ, jakobenizm "hâk ile yeksân" oluncaya kadar da devam edecek.

Ne var ki, çok büyük ve ehemmiyetli olan bu dâvâ, aynı zamanda çok dosyalıdır. Meselâ, bunların bir kısmını satır başlarıyla da olsa, şu şekilde sıralamak mümkün:

1) Mahiyeti meçhûl cinayetler

1923'ten itibaren hükümet merkezi olan Ankara işlenen siyasî cinayetler (Ali Şükrü Bey, Nureddin Paşa cinayeti...) var. Bunların tetikçi failleri az–çok bilinmekle birlikte, korku ve dehşet uyandıran ve millî iradeyi hedef alan bu hadiselerin mahiyeti üzerindeki esrar perdesi henüz aralanabilmiş değil. Oysa, en önemli nokta budur: Bu cinayetlerin karanlıkta kalan azmettiricileri kim/kimlerdir ve asıl maksatları neydi? Meselenin bu can alıcı yönünün tarih mahkemesinde görüşülmesi ve sorgulanması lâzım.

2) Lozan'ın gizli mimarları

Üzerinden 85 yıl geçtiği halde, Lozan Antlaşmasının hâlâ karanlıkta kalan bazı noktaları var: "Misâk–ı Millî"nin masada iğdiş edilmesi ve şaibeli bazı isimlerin orada aktif rol oynaması gibi. Meselâ, eski İstanbul Hahambaşısı Haim Naum'un orada işi neydi? Millet Meclisinin kararı ve iradesi dışında devreye giren ve Lozan'da İsmet Paşanın en has adamı rolünü oynayan bu azgın Yahudi'nin asıl maksadının ne olduğunu ve Türkiye ile alâkalı ne tür işler takip gördüğünü esaslı bir şekilde masaya yatırmak gerekiyor.

3) Sarık–Şapka dâvâları

Meclis tarafından kabul edilen ve 28 Kasım 1925'te (83 yıl önce bugün) resmen yürürlüğe giren "Şapka Kànunu" sebebiyle, sayısı bilinemeyecek kadar çok vatandaşın canı yandı. Bir kısmı idam edildi, bir kısmı da en ağır cezaya çarptırıldı. Hz. Peygamber'in (asm) bir sünneti olan sarık yasaklanırken, memurlara ise şapka giyme mecburiyeti getirildi. Söz konusu kànun halen yürürlükte olmasına rağmen, memurlar uzun zamandır şapka giymiyor. Bu, ciddî bir paradoks değil midir? Madem ki, bu kànun işlemiyor, yahut işletilemiyor, o halde niçin mer'iyetten kaldırılamıyor? En önemlisi de, binlerce vatandaşın canını yakan "Şapka kànunu"nu zorla ve dayatmalarla uygulatmanın asıl maksadı neydi?

4) İthal kànunlar, moda kültürler

1926'dan itibaren bize ait ne varsa terk edilerek, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden kànunlar, modalar, kültürel unsurlar ithal edildi. Bunlara neden ihtiyaç duyuldu? İktidardaki Halk Partisi, bunları isteyip istemediklerini gidip halka sordu mu? Hatta, sorma ihtiyacını duydu mu? Dahası, Türklerle, Türklerin kültür ve medeniyetiyle zerrece bir alâkası bulunmayan bu Frengistan kaynaklı hayat tarzına niçin "Türklük" etiketi yapıştırıldı? Bunlarda Türk'e ait ne vardı ki, adına Türk Medenî Kànunu, Türk Ceza Kànunu, yahut Türk Harfleri denildi? Bütün bunların tarih mahkemesinde esaslı bir şekilde sorgulanması lâzım.

5) Dini dışlayan eğitim

1924'ten itibaren, Medreselerin resmen kapatılması ve "Tevhid–i Tedrisatn" yürürlüğe girmesiyle birlikte, din dışı ve hatta din karşıtı bir eğitim politikası tatbik edildi. Dinî eğitim–öğretim, tamamiyle kâğıt üzerinde kaldı. 1928'den itibaren de, başta Kur'ân olmak üzere dinî bütün eserlerin basılması, yayınlanması, okutulması yasaklandı. Hatta, Kur'ân hattıyla yazılmış bütün kitâbeler, tablolar, levhalar, serlevhalar dahi, ya üzeri sıva ile kapatıldı, ya da kırılarak imha edildi. İşte, iç bünyeye sinmiş olan bin yıllık kültür ve medeniyete karşı girişilmiş olan bu yıkıcı ve hasmane tatbikatın hesabı da sorulması gerekir? Tabiî, yine tarih mahkemesinde.

* * *

Bir sonraki yazıda, soyadı fecâati, değiştirilen yer isimleri, mason teşkilâtının kapatılma gerekçesi, kumpaslar, tertipler, tekelci politikalar, göstermelik hürriyet, tesettür dâvâsı ve tarikat yasağıyla ilgili uygulamalara da kısaca değinmeye çalışalım.

...............................................

(*) Büyük Fransız İhtilâlinden (1789) sonra popüler hale gelen "jakoben" tâbiri, daha ziyade katı rejim muhafızları için kullanılır. Jakobenlere göre, asıl olan rejimin ve rejime ruh veren ideolojinin korunmasıdır. Bunun için, kanlı terör eylemleri dahil, her yola başvurmakta kendilerini haklı görürler.

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Müsbet ve menfî hareket nedir?



Risâle-i Nur’un sosyal hayattaki mesleğinin en önemli maddelerinden birisi müsbet harekettir.

Kesinlikle menfî/olumsuz (şiddet, siyaset, niza ve çekişmeye sebep) bir yol takip etmez. Bu özellik, ısrarla ve tekrar tekrar vurgulanır.

Müsbet ve menfî hareket nedir?

- Müsbet; ispat edilen, ortaya konulan, olumlu/pozitif, istifadeye sunulan, vücûdî/var olan.

- Menfî; ispat ve istifade edilemeyen, olumsuz/negatif, delilsiz, nefyedilmiş.

Menfî hareket; yıkıcı, karıştırıcı, anarşik ve huzur bozuculuktur.

Müspet hareket; doğruluğu, olumlu olduğu apaçık aşikâr ve ispat edilebilir düşünce, kanun ve düzene uygun hareket etmek, Allah’ın emrine uygun, tahrip ve tecavüzden uzak, yapıcı, tamir edici; ölçülü, dengeli, âdil ve hakperest hareket ve hizmet tarzıdır.

Müspet hareket; zerreler/moleküller boyutundan başlayarak, atom, hücre, uzuv, vücut, unsur, güneş sistemi, samanyolu, galaksi ve kâinatın tamamında tezahür eder. Kâinat da insanda özetlendiğine göre, onda da yankılanır.

Esmâ-i Hüsnâ tecellilerindeki sonsuz güzelliklerde müsbet mânâlar kendisini gösterir.

Kur’ân’da da kâinatın yazılımı olarak da Esmâ tecellileri anlatılır. Dolayısıyla o da müsbet hareketin bütün unsurlarını program olarak ihtivâ eder.

İnsan da kâinatın özeti olduğuna, programı da Kur’ân olduğuna göre, müsbet hareketi bütün zerrelerine kadar işletebilmelidir. Yani, kâinat Sultanı’nın fermanına göre hareket etmeli, dengeli davranmalı, güzeli ortaya çıkarmalı, Esmâ’yı hem kendinde, hem Kur’ân’da, hem de kâinatta okumalı. Ve hayrı, güzelliği, dengeyi, düzeni konuşmalarından sâir hareketlerine kadar yansıtmalı.

Ruhumuz, potansiyel olarak birçok olumlu (ulvî) ve olumsuz (nefsî, süflî) duyguları barındırır. Ruhumuzda, “akıl, gadap (savunma mekanizması) ve kuvve-i şeheviye” denilen üç temel duygu, yetenek, kabiliyet bulunur. Bunların her birisinin “ifrat, tefrit” (aşırı) ve “vasat” (denge) durumları var. İşte duygusal boyutta müsbet hareket, bu duyguları dengelemek; olumluları yükseltmek, olumsuzlarını kanalize etmektir.

Doğruluğu, ahlâkı, edebi, hak ve hürriyetleri tebliğ eden peygamberlik müesessesi, semâvî kitaplar / Kur’ân ve kâinat kitabı müsbet hareketin kaynağıdır. Şu halde, müsbet hareketin kaynağı iman, yani İlâhîdir.

28.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Avrupa'da vatan sevgisi



Dâvetli olarak bulunduğum Hollanda’da ardı ardına ve çeşitli kesimlerde konuşma ve hitap etme zemini bulduk. Alman ve Hollanda TV’lerinde programcı eğitmen Abdullah Güven ve organizatörümüz Rıza Deniz Beyler vesilesi ile “Hollanda Türk-İslâm Kuruluşları Birliği” Kültür merkezinde Türk asıllı orada doğan gençlere “Dünya gençliği önündeki engeller ve çıkış yolları” başlığı altında muhatap olduk. Çoğunlukla Rotterdam Üniversitesi ve lise muâdili okullarda tahsil gören bu gençlere verdiğim seminerimin ardından suâl-cevap faslında, yakında inşaat mühendisi olacak bir kardeşimiz söz alarak dedi ki:

“Bizlere diyar-ı gurbet tâbiri kullanıyorlar, ben buna katılmıyorum. Ben burada doğdum, buranın vatandaşıyım ve vatanım burası. İnşaallah dedelerimizi inkâr etmeden İslâmiyeti burada yayacağız ve Türkiye’den kopmayacağız.”

Bu sözü benim kanaatlarımı da doğrulamıştır. Çünkü yazdığım eser ve makalelerde bunu açıklıyorum ve hele oraları gördükten ve o gençlerle mülâki olduktan sonra kanaatim bir “hadis-i şerifle” daha da perçinlenmiştir. 1 Bu hadis-i şerifin bir çok mânâsı ve bir çok cihetle o diyarlarda ve merkezlerde tecellî ettiğini, onların hizmetlerinde gördüm ve kendilerine her zeminde anlattım. Vazifelerinin çok ama çok yüksek ve manidar olduğunu verdiğim örneklerle anlattım.

Avrupa’da oturan veya anavatandan giden yazar-çizerler bunları nakletmiyorlar, çoklarının gözlük camları kara, çokları müjdeci değil, çokları kemiyet ve keyfiyeti bilmiyor ve çokları maalesef ömür boyu gıybet ve dedikodularla ömür geçiriyor. Bunları nasıl ve neyi ile anlatacak? Ancak müjdeciler ve gönül ufkunu nuraniyet kaplayan nurun sadık evlâtları anlatacaklardır ve belki bunlar tavzif, yani istihdam içinde bir vazifedir.

Nitekim Kuzey Hollanda “Millî Görüş” teşkilâtının Amsterdam-Nordwijkerhot beldesinde tertipledikleri ve her 3 ayda bir deruhte ettikleri ve ailece iştirak edilen “Büyük istişare ve eğitim semineri” toplantısında 2 günde 3 seminer verdim. “Asr-ı Saadetten günümüze aile”, “Peygamberimizden Çağımıza Müjdeler” ve “Dünya gençliğinin önündeki engeller ve çıkış yolları”, ayrıca Sn. Hüseyin Dündar ve Sn. Bekir Akdeniz Beylerin Kurban ve Hollanda çocuk eğitimi üzerine seminerleri oldu. Burada da dikkatimi çeken fevkalâde teklifleri vardı. Bu teklifler bizim MEB’e değil Hollanda’nın Eğitim yetkililerine veriliyor ve icraata geçmesinde aktif rol alıyorlar ve almaktadırlar. Diğer bir mânâda kendi öz yurdu gibi mücadelesini müsbet ve meşrû zeminlerde vermektedirler..

Yine Hollanda’nın manevî kalbi mesabesinde olan ve çok gayyur ve fedakâr Prof. Dr. Ahmed Akgündüz’ün, rektörlüğünü deruhte ettiği Rotterdam İslâm Üniversitesinde “Müslümanlar ve Hristiyanlar” diyalog toplantısı öncesinde Necla ve Rukiye Hoca hanımlar vasıtası ve organizesiyle muhatap olduğumuz ve “Gençliğin sorunları ve Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a” başlıklı seminerimizde Türk asıllı fakat Hollanda doğumlu Lise öğrencisi kız öğrenciler de “Biz burada doğduk, Türkçe’yi sonradan öğrendik, üç lisan biliyoruz. Biz buralarda okuyup Hollanda’nın kaderinde söz sahibi olacağız, biz de buraların sahibiyiz” dediler.

Konuşmalarımın bir çok yerinde çarpıcı misâller içinde çok sevdiğim örümcek, serçe ve arıdan misâller vermekteyim. Çünkü yalnız serçe kuşu ilim adamlarının tesbitine göre, atmacalardan kaçmak, yavrularına yem bulmak, kendine yuva kurmak vs. için günde 2170 defa hareketiyle birlikte inip çıkmaktadır. Hollanda da, mezkûr müjde-i Peygamberîye (asm) vâsıl olmak, doğdukları yeri vatan yapmak ve inancın, imanın meşalesini yaymak için var güçleriyle serçe kuşu ile yarış etmektedirler. Hayran kaldım, gıpta ettim, gözlerim yaşlarla doldu. Tebriklerden, duâlardan başka ne yapabiliriz?

Dipnotlar:

1- “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar galibane hakkı dâvâ edecektir” (Buhari: 9.)

28.11.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Siyah, ama beyaz araba



Yorgunluğum akşam rüzgârının peşine takılmış usulca yürüyordu. Eve dönüyordum, bütün yaşanmışlıkları geride bırakarak. Bir araba göründü bizim sokağın başında. Kornasını çalmıyordu yokuşu inerken. Öylece yavaş yavaş, süzülerek geliyordu hayattan simsiyahtı rengi, pencereleri de öyle… İçinde hiç kimse yok gibi, sessizce ilerliyordu. Ama üzerindeki süslerin rengi bembeyazdı. Ne de güzel görünüyordu. Kocaman bir çiçek vardı önünde oda beyazdı. İsmini bilmiyorum; çiçekti işte. Adını söylesem ne değişir ki, çiçek çiçektir değil mi?

Durdu köşede, pembe boyalı evin önünde. Neriman Teyzenin “yeni çifte verdim” dediği evinin önünde. Pencerelerden birkaç çift göz göründü. Kimisi imrenerek, kimisi ahlar çekerek izliyordu bu siyah ama beyaz arabayı. Bende hayatın kapısında durmuş bu siyah ama beyaz arabaya bakıyordum. Aklımdan hiçbir şey geçmiyordu. Öylece durmuş bakıyordum işte.

Biraz bekledi araba kapıda, “neden” diye sormadım. Elbet vardı bir sebebi de ben merak etme-dim. Bekliyordum, penceredeki gözlerde, arabada bekliyordu. Ve siyah ama beyaz arabanın kapısından beyazlar içinde bir kız çıktı. Bahtı beyaz, gönlü beyaz, kendi beyaz. Çıkarken eteklerini topladı, değmesin yere kirlenmesin diye, ne de güzel tutu-yordu kınalı elleriyle tüllerini. Gözleri yerde, hiç bakmadan etrafına sadece eteğiyle ilgileniyordu. Belli ki bu beyaz elbise, çevresinde göreceği her şeyden çok daha kıymetliydi. Yüzündeki tülden gözlerini göremedim. Oysa ne kadar çok görmek iste-dim, yüzüne beyaz düşmüş bu kızın gözlerini.

Ardından bir adam çıktı simsiyah. Elbiseleri siyah, yüzü siyah. Gönlü ne renkti bilmiyorum, çünkü görünmüyordu. Ellerine baktım anlayamadım ne tuttuğunu. Nasırlaşmış mıydı çalışmaktan. Yoksa hiç değişmemiş hep aynı mı kalmıştı tembellikten… Gözlerini gördüm bir ara, boş bir mahzenin ürperten soğukluğunu taşı-yordu. Ruhumun üşüdüğünü fark ettim. Yüzümü çevirdim tekrar beyaz elbiseli kıza. O hâlâ elbisesinin derdinde, birkaç gün sonra alıp onu en gizli anlarını sakladığı sandığına koyacak, kıyamayarak. Kim bilir sandığına koyarken beyazlarını, ne çok şey saklayacak arasına. Ve her kalktığında sandığın kapağı, binbir çeşit anıyla anacaktı bu günü. Çocukları ara sıra çıkarıp deneyecek, kendilerini hep beyaz kızın yerine koyup aynadan bakacaklardı bu saf, tertemiz yüzlerine.

Siyah adam, kızın koluna girdi, yardım etmek istedi. Kız yüzündeki beyaz tülü araladı. Ama suskun, ama masum, ama tertemiz. Kız mahcuptu, yüzüne beyaz değmişti ondandı bu hali.. Yanakları al al olmuş, utanmıştı. Dünyadaki en güzel renk, beyaz kızın yanaklarını süslüyordu şimdi. Siyah adamın yüzüne baktı beyaz elbiseli kız, gözleriyle onu ne kadar çok sevdiğini söyledi. Oda öğrenmişti aşkın dile dökülemediğini. Adam kızın bakışlarını görmedi, ceplerini karıştırmaktan. Kız sustu, gözlerindeki ışıltıyı kaybetmeden, yitirmeden masumluğunu. Kapının gıcırtısı bu masum bekleyişi bozdu. Adam kenarda durup beyaz elbiseli kıza müsaade etti. Kız gözlerini kırptı adama. Adam yine görmedi kızın bakışlarındaki sıcaklığı… Orada yanan aşk kandilini görüp, aydınlatamadı içindeki karanlıkları.

Önce bir çift umut girdi içeriye kapı açılınca. Bir tutam mutluluk, kocaman sevinç girdi… Ve pencere-lerden taşarak hayaller girdi koşa koşa. Sevgi kızın gözlerine sığınmıştı. İçeriye çekine çekine girdi.

Kapıda kalan hüzün ve umutsuzluktu; öylece bekliyorlardı. Önce hangisi girdi içeriye bilmiyorum. Ya da içerdekilerden hangisi tükendi, hangisi taştı pencerelerden göremedim ama, bugün pembe boyalı evin kapısından, beyaz elbiseli bir kızla, siyah elbiseli bir adam girdi. .

Sonra pembe boyalı evin önünden; önce günler, sonra haftalar, sonra seneler geçti. Birde küçük kız çocukları. Elinde poşeti olan, saçlarına ak düşmüş bir adamda geliyor her akşam. Her sabah bir çift göz görünüyor beyaz tül perdenin ardından, gözlerinde şimdilerde ne var bilmiyorum.

Beyaz elbiseli kızın yüzüne, beyaz tüller değiyor ben gördüğüm zaman…

28.11.2008

E-Posta: [email protected]



 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır