Eskiden, böyle güzel bir âdet vardı.
Çeşitli sebeplerle, yeni doğan çocuğunun yaşamasından endişe eden anne ve babalar, onu bir mâneviyât büyüğüne bağışlarlar ve onun himmetiyle hayatta kalmasını sağlamaya çalışırlardı.
Bu hareketlerini gizli bir niyet olmaktan çıkarıp alenîleştirerek samimî olduklarını göstermek için de çocuğa Satılmış, Armağan gibi isimler verirlerdi. Böylece onlar da, çocukla muhatap olanlar da, onun bir mâneviyât büyüğünün himayesinde olduğunu bilirlerdi.
Çocukla birlikte o mâneviyât büyüğü de bu bağışlamadan haberdar olduğu için, o çocuğu mânevî evlât edinir, çocuk da neseben olmasa bile intisaben onu baba, ata bilirdi.
Bu mânevî sıfatlar, insanların dünyasında öylesine mâkes bulurdu ki; anneler, babalar bunu her vesile ile dile getirirler, mâneviyât büyüğü o çocuğu mânevî evlâtları arasında sayardı. Çocuk da kendisini gerektiğinde o mensubiyetle tanıtırdı.
Nitekim geçen asrın ortalarında, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirine ilham kaynağı olan hasta bir asker de, memleketine dönerken kaldığı hanların duvarlarına kazıdığı hasret yüklü dörtlüklerde kendisini o intisabın tezahürü olan isimle tanıtmıştı:
“Garibim, nâmına Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”
Cemiyetin bütün fertlerini aile bağlarıyla birbirine bağlayan ve büyüklerin küçüklere evlât, küçüklerin büyüklere ecdad nazarıyla bakmalarına vesile olan o güzel âdet unutuldu. Onun için bu gün o ismi taşıyan veya intisabı hisseden pek yok, ama az da olsa fiilen yaşayan var.
Safranbolulu Hüsnü de onlardan biri.
***
Hüsnü Bayram.
1935 yılında Safranbolu’da doğdu. O yıllarda medreseler, tekkeler kapatıldığı, mekteplerde din dersleri verilmediği, hocaların Kur’ân öğretmeleri yasak edildiği için pek dinî eğitim alamadı ise de muttakî insanlar olan annesinin ve babasının itinası sayesinde çok iyi bir aile terbiyesi gördü.
Babası berber Hıfzı Efendi, dükkânına gelen müşterilerden, ‘Kastamonu’ya velâyet sahibi büyük bir zâtın geldiğini’ duyunca, birkaç arkadaşı ile birlikte ziyaretine gitti.
Bediüzzaman’ın hâllerine hayran kalan Hıfzı Efendi, tarikata meraklı olduğundan onu büyük bir tarikat şeyhi zannederek tarikatının âdâbını öğrenip kendisine el vermesini istemek maksadıyla bir süre sonra tekrar yanına gitti.
Said Nursî, “Kardeşim, ben on iki tarikattan ders verebilirim fakat zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” diyerek biraz hasbihâl etti. Ailesinin ve çocuklarının da dine müheyya, hizmete meyyal olduklarını anlayınca ona Risâle-i Nur hizmetini anlattı. “Sana risâle vereceğim, bunları evde yazıp okuyarak neşredeceksiniz. Sizin hânenizi medrese-i Nuriye olarak kabul ediyorum. Seni, aileni, çocukların Hüsnü ve Yılmaz’ı da talebeliğime kabul ediyorum” diyerek ona birkaç risâle verdi.
O gün heyecanla eve dönen Hıfzı, eşine ve çocuklarına olanları anlatıp Bediüzzaman’ın selâmını söyledi, hanelerini medrese-i Nuriye, kendilerini de Nur talebesi olarak kabul ettiği müjdesini verdi.
Bu haber ailenin bütün fertlerini memnun ve mesrur etmeye yetti. Hüsnü hemen o gün başladı ‘elifba’yı hecelemeye. Babasının da gayretiyle kısa zamanda Kur’ân hattı ile okuyup yazmayı öğrendi.
Daha yedi yaşındaydı ama o da babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Said Nursî’nin senasına lâyık olup verdiği sıfatları hakkıyla taşıyabilmek için, imkânların azlığına ve şartların zorluğuna aldırmadan güzel yazısı ile risâle yazmaya başladı.
Mütemadiyen risâle okuyup yazdıkları, fırsat buldukça da akrabalarına, arkadaşlarına, komşularına anlatmaya çalıştıkları için evlerinin tam bir medrese-i Nuriye hususiyeti kazanmaya başladığı günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.
Babası Denizli’den sonra Afyon Hapishanesi’ne de götürüldüğü için o da hapishâneye girmek istedi. Hapishânedeki Nurculara mektup yazanları yakaladıklarını duyunca babasına sık sık mektup yazdı.
Bu mektuplarda “Bizi idam dahi etseler yolumuzdan dönmeyeceğiz” şeklinde ifadelerin yer aldığı pervasız ifadeler kullanınca karakola çağırıp sorguya çektiler ama çocuk olduğu için tevkif etmediler.
Bunun üzerine Arapça ezan okumanın yasak olduğunu bildiği ve okuyanların hapsedildiklerini duyduğu için ezan vakitlerinde bahçeye çıkıp “Allahu Ekber” diye bağırarak ezan okudu. Yakalanıp karakola götürüldüğünde merdâne cevaplar verdi ise de yine kendisini tevkif ettiremedi.
Bu hicran hâli, babası Hıfzı Efendinin Afyon Mahkemesinde “Bizler kendisini hubb-u câhtan müberra, zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik hocası biliyoruz” diye biten ve baştan sona Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u anlattığı müdafaasından sonra tahliye oluncaya kadar devam etti.
Babası eve gelince ona duyduğu hasret bir nebze bitti ama o hapishâne hatıralarını anlattıkça hiç görmediği Üstadına hasreti artarak devam etti. Bunu hisseden Hıfzı Efendi de Hüsnü’yü Bediüzzaman’ı ziyarete gönderdi.
Trenle Afyon’a giden Hüsnü, kapısının önünde devamlı nöbet tutan polislere aldırmadan gitti Said Nursî’yi kaldığı evde ziyaret etti, elini öpüp hayır duâsını aldı ve memleketine döndü.
Hüsnü ortaokulu bitirince annesi ve babası bir ara onu sağlık okuluna göndermeyi düşündüler. Fakat zamane okullarında okuyan çocukların çoğunun dine bigâne kalarak mânen öldüklerini görünce vazgeçtiler. Oğullarının mânevî hayat bulmasını sağlamak için Said Nursî’ye vakfetmek istediler.
“Bir gün Safranbolu’dan, Hüsnü’nün mübarek peder ve validesinden bir mektup gelmişti. Hüsnü kardeşimizin pederi Hıfzı Efendi ve muhterem refikaları, Hüsnü’yü Üstadımıza daimî olarak vakfettiklerini arz ediyorlardı.”
Mustafa Sungur’un, şahit olduğu ve kendisinin de vakfedilmesine vesile olan hadiseyi bu şekilde de naklettiği gibi annesi ve babası Said Nursî’ye mektup yazarak oğullarını daimî olarak hizmetine vermek istediklerini söylediler. Bir süre sonra cevabî mektup geldi. Buna çok sevinen Hıfzı Efendi, “Üstadın, hizmet edecek birine ihtiyacı varmış. Gider misin?” dedi oğluna mektubu göstererek.
Hüsnü, böyle bir hareketin hayatını Said Nursî’ye bağışlamak olduğunu biliyordu. Kabul ettiği takdirde fiilî ebeveyninin o olacağının, artık hep onun yanında kalıp onun söylediklerini yapacağının farkındaydı. Buna rağmen bir an bile tereddüt etmedi.
“Gönderirsen giderim” dedi Hazret-i İsmail (as) sâfiyetiyle.
Bu cevap ailesini de onu da memnun etti. Hüsnü annesi ile birlikte Emirdağ’a gitti. Bediüzzaman hanımlarla görüşmediğinden Hüsnü annesini Said Nursî ile uzaktan konuşturduktan sonra huzuruna çıktı.
“Ben sizin hizmetinizde kalmak istiyorum” dedi.
“Ben herkesi hizmetime almıyorum, ama seni alacağım” dedi Bediüzzaman da.
Bu söz, Hüsnü Bayram’ın, Said Nursî’nin hizmetine giriş belgesi oldu. Ondan sonra devamlı onun yanında kaldı. Çalışkan bir talebe gayreti ve vefalı evlât sadakati ile halisâne hizmet etti.
Bediüzzaman da ona her zaman müşfik bir baba tavrıyla muâmele etti, mânevî evlâtlarının arasında saydı. Sık sık ona ‘Sen benim oğlumsun’ mânâsına gelecek lâtifeler yaptı, yaşı diğerlerinden çok küçük olmasına rağmen varisleri arasında onun ismine de yer verdi. Onun da tam bir Nur talebesi olabilmesi için diğer has talebeleri ile birlikte yanına aldı. Hâl, hareket ve etvarıyla olduğu kadar, sabah ve ikindi namazlarından sonra yaptığı derslerle de iyice yetişmesini sağladı.
Hüsnü Bayram hep Üstadının yanında kalmak istiyordu. Lâkin iman hizmeti, ondan uzakta olmasını iktiza ettiği zaman onu da yaptı. Meselâ ilk olarak Ankara’ya gitti ve orada bir süre risâlelerin neşriyat işlerine yardım etti.
Ardından Bediüzzaman onun Urfa’ya gitmesini istedi. O da, Üstadının “Urfa halkını çok sevdiğim için Hüsnü’yü oraya gönderdim ve onların hatırı için Hüsnü’ye bu kadar zahmetler çektirdim” sözleri ile de ifade ettiği gibi çok eziyet çekeceğini bile bile oraya gitti.
Urfa’da gerçekten çok eziyetler çekti. Zübeyir ve Abdullah’la birlikte, müftünün himmetiyle Halilürrahman Dergâhı’nda kendilerine verilen odada zor şartlar altında yıllarca hizmet etti.
Aslında o da zaruretleri veya zorlukları eziyet saymıyordu. Onu asıl üzen şey, ‘Asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti’ yapmalarına rağmen kendilerine reva görülen kötü muamelelerdi.
Her gün, her yerde takip edilmelerinin yanı sıra, Nurculuk yapmak, çocuklara Kur’ân öğretmek, risâle okumak suçlarından yakalandıklarında, nezarete atıldıkları yer, bazı âmirleri “Bu ne hâl, burada insan durur mu?” diye isyan ettirecek kadar kötü idi.
Fakat o isyan etmedi. Urfa Hapishanesi’nde kendisine hayat kaynağı olan eserlerle mahkûmları da ihya etmek istedi. Her yolu denediği hâlde dışarıdan risâle ve Cevşen getirtemeyince ezbere bildiği bazı mühim bahisleri ve duâları yazarak irşad vazifesini o şartlarda orada da yapmaya çalıştı.
Çektiği onca zulmün üstüne bir de yirmi lira ağır para cezası ödeyerek hapishâneden çıktıktan sonra bir süre daha Urfa’da kaldı. Üstadının çağırması üzerine tekrar Isparta’ya döndü, hususî hizmetine girdi ve iki sene kadar şoförlüğünü yaptı.
Said Nursî’nin son seyahatlerinde hep yanındaydı. Onun, Isparta’dan Urfa’ya yaptığı vefat yolculuğunda arabayı o kullandı. Orada emniyet müdürünün Bediüzzaman’ı Isparta’ya geri götürmesi için yaptığı baskılara o da merdâne mukavemet etti.
Bediüzzaman, 23 Mart 1960 tarihinde vefat ettiğinde, başında bulunan dört talebesinden biriydi. Onun için fiilen ancak on sene kadar hizmetinde bulunabildi. Fakat Üstadı, samimiyetine mükâfaten o zamanı beş misli ile kabul etti.
“Elli sene yerine kabul ettim.”
***
Mâsum çocuklar...
Bu sıfatı alarak girmişti Hüsnü Bayram da, Said Nursî’nin hizmetine. Onun vefatından sonra ‘Risâle-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkarak onu neşir ve hizmeti hayatının en mühim vazifesi bilerek’ Nur Talebesi sıfatını aldı ve hizmetlerine o sıfatla devam etti.
Bediüzzaman’ın yaptığı bütün vasiyetnâmelerde varis listesinde yer alması, saff-ı evvel olması ve hassü’l-has sıfatı taşıması hasebiyle, yeni kuşak Nur talebeleri gördükleri her yerde onun etrafını sardılar, haline, etvarına nazar ettiler, dersini dinleyip hatıralarını sordular.
Onların arasına, Nur hareketinin temayüz etmiş şahsiyetlerinin, gazetecilerinin, yazarlarının yanı sıra; zaman zaman matbuât âleminin meşhur isimleri de katıldı ve hepsi ondan kendince bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Mustafa Sungur’un tavsifiyle ‘zarif, nazik, kâmil bir Nur Talebesi’ olan Hüsnü Bayram, telefonla ulaşan veya bizzat gelen kimseyi geri çevirmedi. Diğer saff-ı evveller gibi o da herkesin sorduğu her soruyu sükûnetle dinledi ama aklına gelenleri söylemek yerine Risâle-i Nur’u açıp okuyarak Üstadını ve Risâle-i Nur’u nazara vermeyi tercih etti.
Hizmetinin ikinci elli yılında hâlâ bu hasletini yaşamaya devam ediyor.
Onlar için Said Nursî’yi tanımak ve hizmetinde bulunmak zahiren çok zor da olsa, hakikatte büyük bir mazhariyetti. Bizim için onları tanımak, görüşüp konuşmaksa kolay ulaşılabilen iyi bir şans.
Hassaten böyle uzun bayram tatillerinde.
Bu vesile ile Hüsnü Bayram Ağabeyin, diğer saff-ı evvellerin, Nur talebelerinin ve bütün İslâm âleminin mübarek Kurban Bayramını tebrik eder, beşeriyete hayırlar getirmesini dilerim.
Hep beraber, daha nice bayramlara inşallah…
07.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|