Risâle-i Nur’un vücuda gelmesi ve intişarı kolay olmadı. Bu uğurda müellif-i muhteremin çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı zahmetler, meşakkatler bilenlerin malûmudur. Hâricî taarruz ve hücumlarla beraber dâhilî engeller ve mânilerin haddi hesabı yoktu. Din düşmanlarının, ifsat komitelerinin yakın tarihimizin henüz kaydetmediği her türlü baskı, işkence ve hakaretlerinin yanında, dost diye bilinen çevrelerin takındıkları menfî tavırlarla birlikte bilerek veya bilmeyerek çıkardıkları maniler ve engeller de Nur hizmetinin intişarında küçümsenmeyecek zorlukları teşkil ediyordu.
Ama bu büyük dâvânın büyük insanı, karşısına çıkarılan bütün zorlukların üstesinden gelmiş, önüne konulan bütün manileri aşarak, o ulvî dâvâsında mutlu neticeyi almış ve muzafferiyetini ilân etmiştir. Pek tabiî ki bu kudsî dâvâsı uğrunda başa gelen zahmetleri, işkenceleri gönüllü olarak kabullenmiş; zindanlara, hapislere râzı olmuş ve o şekilde bu fani dünyadan ebedî âleme göçmüştür.
Altı bin sayfalık Nur Külliyâtının vücuda gelmesi ve intişar ederek milyonlarca insanların gönlünde yer etmesi, onların hidayetine vesile olması doğrudan doğruya bir inayet-i İlâhiyedir. Hiçbir insanın kendi aklı, zekâsı ve kabiliyetiyle üstesinden gelemeyeceği bir başarıdır, bir zaferdir.
Bediüzzaman’ın sergüzeşt-i hayatını bilenler ve Nurlara âşinâ olanlar, bu meyanda ifade etmeye çalıştığım gerçekleri, daha orjinalini, daha fazlasını elbette biliyorlar. Bu noktada Bediüzzaman’ın o destanlaşmış sergüzeşt-i hayatını ve onun o şahaser eserinin özelliklerini, güzelliklerini böyle bir köşe yazısında dile getirmek elbette mümkün değil.
Öyleyse, bir çoğumuzun malûmu olan, bir nev’î malûmu ilâm kabilinden olan bu konuyu nazarlara verme ihtiyacını neden hissettim? Çok da yabancısı olmadığımız, bir çoğumuzun defalarca dinlediği veya okuduğu bu gibi meseleler nereden aklıma geldi?
Belki de bendeki tuhaf ve garip bir hâlet-i ruhiyenin neticesi olarak, nefsim, Nur eserlerinin vücuda gelmesinde ve intişarında başta müellif-i muhterem olmak üzere diğer hizmet erbabının çektikleri sıkıntıları, katlandıkları fedakârlıkları, maruz kaldıkları zahmet ve işkenceleri ya görmezlikten geliyor veya hafife alıyor.
Hayatlarını dâvâlarına adayan, bu yolda fedakârlığın, cesaretin, metanetin zirvesinde olmayı şiâr edinen o hizmet erlerinin hayat hikâyelerini her ne kadar okusam da, nefis ve şeytanım, zaman zaman kulağıma, onların o katlandıkları mukavemeti, akıllara durgunluk veren o direnişi öyle sıradan bir işmiş gibi fısıldıyor. Şeytan ve nefs-i emmâre boş durmuyor tabiî... His ve hevâ her zaman için insanın ayağını kaydırmaya, kalp ve ruhun yolunu kapatmaya devam ediyor. Doğruları görmeye ve dinlemeye karşı göz ve kulaklarımıza perde çekiyor...
Böyle olmasaydı, Bediüzzaman gibi bir dâhîye, bir İslâm kahramanına öyle sıradan bir hoca gözüyle bakabilir mi bir insan? İki dünyasından vazgeçen böyle bir kahraman-ı İslâmın etrafındaki hizmet erlerinin bir bedel ödeyerek vücuda getirdikleri bu kudsî dâvâya, bu ulvî hizmete nasıl olur da dört elle sarılmayıp görmezlikten gelir?
Ülfetlerimiz gafletlere mi dönüşüyor bilemiyorum zaman zaman? Alışkanlıklarımız, aşinalıklarımız tembelliğimizi, rehavetimizi netice vermiş olmalı ki, bir ihsan-ı İlâhî, bir ikram-ı Rabbânî olan bu kudsî dâvâya, bu ulvî hizmete daha bir ciddiyet, azim ve gayretle sarılamıyoruz.
Yegâne tesellim, bu dâvânın büyüklüğüne inanan şuurlu, gayretli, azimli hizmet ehlinin hâlen mevcut olması. Rabbim, sayılarını arttırsın İnşallah. Cümlemizi de bu mânâya mazhar eylesin.
Not: Mübarek Kurban bayramınızı tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.
07.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|