Devletin birimleri içinde vaktiyle yuvalanmış "Susurluk Çetesi" çökertildikten sonra, "Hizbullahçılar" diye bilinen vahşî örgüt de çöküş sürecini yaşamaya başladı.
Bu her iki illegal örgütün parlama ve sönme süreci arasında muazzam bir paralellik var.
Taraflar arasındaki münasebetlerin perde altında ve gayet profesyonelce yürütüldüğünde ise şüphe yok.
Ancak, ne zaman ki meşhûr "Susurluk kazası" (3 Kasım 1996) ile bu perde yırtıldı, kirli ve karanlık ilişkiler ağının da—hiç olmasa bir kısmı—ortalığa saçılıverdi.
Bundan anlaşıldı ki, iki taraf arasında taktik ve stratejik boyuta bir işbirliği söz konusudur.
Yargılanmalar, yargısız infazlar, peşpeşe patlayan skandallar ve özellikle medya kanallarıyla zihinleri bulandırma çabaları birbirini takip etti.
Bu hadiselerin asıl failleri ve organizatörleri bir türlü anlaşılamadı, gitti. Zira, işin tepe noktasındaki kilit şahsiyetler hakkında ciddî bir yargı süreci işletilemedi, dolayısıyla mesele aydınlatılamadı. Hizbullahçı lider kadrosunun "yargısız infaz operasyonu" ile bertaraf edilmiş olması, resmî çetecilerin üzerindeki perdeyi daha da kalınlaştırmış oldu.
Neticede, çetecilik işini profesyonelce yapanlar kendilerini bir cihette kurtarmış oldular. Taşeronluk yapan adamlarla tetikçilik yapan zavallı ahmaklar ise, bu ağır okkanın altında kaldı. Onlardan tesbit edilenlerin çoğu "taammüden katil" damgasını yedikleri için ömür boyu hapis cezasına çarptırıldılar.
Zıtlaşma numarası
Susurlukçuların taşeron olarak eski (sâbıkalı) bazı ülkücüler ile Hizbullahçıları tetikçi ve taşeron olarak kullanmalarına mukabil, yargılanmalarına halen devam edilen Ergenekoncuların ise, tetikçi ve taşeron olarak daha ziyade PKK'cıları kullandığı anlaşılıyor.
Zahiren, bu iki odak arasında bir zıtlaşma varmış gibi anlaşılıyor. Ne var ki, işin aldatma noktası da işte bu "zıtlaşma numarası"nda yatıyor.
Ergenekoncular "ulusalcı" yahut "Türk milliyetçisi" rolünde görünürken, PKK'cılar ise en ateşli "Kürt milliyetçisi" diye lanse ediliyor.
Ancak, bu görüntü tamamıyla bir "zıtlaşma numarası"ndan ibarettir. Aralarında, insanı hayretler içinde bırakan bir "stratejik işbirliği" var. İkisi de birbirinin "velinimeti" gibidir. Biribirisiz yaşayamaz olmuşlar.
Gariptir ki, Ergenekoncuların kirli ilişkiler ağı medyanın gündemine geldikçe ve bu örgütün elemanları mahkemelerde yargılandıkça, PKK'cılar da kudurma, çıldırma noktasına geliyor.
Halbuki, bunların bu gidişattan memnun olmaları gerekmez miydi? Ama yok. Ergenekoncular sıkıştıkça, PKK'cılar da oraya buraya bomba atarak, karakollar basarak, katliâmlar yaparak ortalığı iyice bulandırmaya çalışıyorlar.
Demek ki, bunlar birbirinin koruyucusu ve kollayıcısı durumundalar. Zıtlaşma numarasını da, sırf kendilerini kamufle etmek ve tabandan taraftar kazanmak maksadıyla yapıyorlar.
Yani, profesyonelce çalışıyorlar...
Ne var ki, işledikleri cinayetler, yaptıkları zalimlikler öylesine çoğaldı ve menfaatlerin bölüşmesinde öylesine çok eller uzandı ki, artık işi kapalıdevre metoduyla yürütmenin imkânı kalmadı. Kurdukları sistem, orasından burasından sökülüp patlamaya başladı. Bir yandan da mazlûmların âhı arşa dayandığı için, işler tersine döndü ve yanma sırası bu kez zalimlere geldi.
Zira, küfür devam etse bile, zulüm devam etmezdi.
Ergenekoncuların zulüm ve cinayet çetelesine, son günlerde Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Üzeyir Garih cinayeti ile 1993'te Bingöl karayolunda 33 erin katledilmesi hadisesi de eklenmiş oldu.
Umarız, karanlıkta kalan bu ve benzeri cinayetler de aydınlatılarak, Türkiye'deki âdil mahkemelerin, örgüt ve çetecilerden çok daha kararlı, dirayetli ve profesyonelce işlediği gerçeği, bütün dünya âleme ispat edilir.
İlk matbaanın ilk meyvesi
Osmanlı Devletinin matbaacılık tekniğine işlerlik kazandırması, ancak 1727 yılında mümkün olabilmiştir.
İbrahim Müteferrika yönetiminde 16 Aralık'ta çalışmaya başlayan matbaada, ilk olarak "Vankulu Lûgatı" basıldı. Bu lûgat, daha önce var olan Sihâh isimli Arapça sözlüğün bir nevî tercümesi veyahut Türkçe versiyonu idi.
Osmanlı'da matbaanın kurulması ve çalıştırılması, hiç de kolay olmadı. Şeyhülislâmlıktan fetvâ alınmasına rağmen, bu sisteme muhalefet edenler oldu. Bilhassa, geçimini hattatlıktan sağlayan kimseler, matbaanın varlığına dahi tahammül edemiyorlardı.
Ne var ki, bu teknolojik imkândan yararlanmak, artık kaçınılmaz olmuştu. Avrupa, matbaacılık tekniğine çoktan başlamış ve yaklaşık iki asırlık bir zamandır önde gidiyordu. Geri kalmak hataydı, bir eksiklikti. Nihayet, geç de olsa bu eksiklik giderilmeye çalışıldı.
16.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|