13) 1933'te Ankara'ya gelen Âşık Veysel'in
başına gelenler
Deniz Baykal, sağolsun bugünlerde herkese olduğu gibi bizim için de bolca malzeme üretiyor.
Biz yakın tarihte yaşanmış mühim hadiseleri ilmî, vicdanî ve aklî muhakemeye tâbi tuttukça, sayın Baykal da önümüze habire itirafnâmelerle yüklü yeni yeni dosyalar getiriyor.
Çarşaftı, şalvardı, başörtüsüydü derken, son olarak—bizim de yargılamaya devam ettiğimiz—tek parti zihniyetini yerden yere vurmaya başladı ve bunun mutlaka terk edilmesi gerektiğini söyledi. Hem de kendi partisinin grup toplantısında.
Bu konuşmasında, ayrıca bazı ayrıntılar da verdi. Meselâ, ikinci sınıf vatandaş muamelesine tâbi tutulan köylülerin ve köylü kılıklı insanların, başkent Ankara'nın ana arterlerine, bulvarlarına sokulmadığından söz etti. Hatta, daha da detaya inerek isim de verdi: 1933'te Ankara'ya gelen çarıklı, şalvarlı halk ozanı Âşık Veysel'in Atatürk Bulvarına sokulmadığını ve M. Kemal ile görüştürülmediğini hatırlattı.
Tek parti devrinin sabıkalı partisi CHP'nin şimdiki lideri Baykal'ın hatırlattıkları doğrudur ve ayniyle vâkidir. Ancak, dahası var...
Âşık Veysel'in (1894–1973) hayatını tâ ilk gençlik yıllarımızdan beri biliyoruz. Onun birçok türküsü hâlâ belleğimizde: Dostlar Beni Hatırlasın, Ben Gidersem Sazım..., Sâdık Yâr Kara Toprak, Gel Birlik Kavline Girelim Kardeş, Senlik Benlik Nedir Bırak, Güzelliğin On Para Etmez, Uzun İnce Bir Yoldayım...
Aynı şekilde, Âşık Veysel'in 1933'te gelip kırk beş gün kaldığı Ankara'da başına gelen o yürekleri sızlatan hadiseleri de biliyoruz. Hem de en ince detayına varıncaya kadar; üstelik, kendi dilinden...
Ancak, o günlerde yaşanmış olanların Baykal'ın "redd–i miras" kıvamındaki konuşmasına yansıması ve bunun da medya önünde kamuoyu ile paylaşılmış olmasını ziyadesiyle önemsediğimiz için, bu meseleyi de kaç gündür sürdürdüğümüz "Yakın tarih mahkemesine" kuvvetli bir delil mahiyetinde sunarak kayda geçiriyoruz.
Sivrialan'dan Ankara'ya
Âşık Veysel'in (Şatıroğlu) Sivrialan köyündeki yeknesak/monoton hayatı, 1932'de Sivas Maarif Müdürlüğüne atanan öğretmen şâir Ahmet Kutsi Tecer (1901–1967) sayesinde değişmeye başladı. Tecer, Sivas'ta bir "Âşıklar Şöleni" düzenler ve Veysel'i de bu yarışmalı şölene dâvet eder. Veysel, yarışmada birinci gelir. Böylelikle, hayatında bir safha açılır.
Şair Tecer, 1933'te ise, Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle yeni bir yarışma düzenler. Âşık Veysel, bu yarışmaya da M. Kemal'i metheden bir şiirle iştirak eder. Şiiri beğenilir ve bunu gidip Ankara'da M. Kemal'in huzurunda okuması istenir.
Arkadaşı İbrahim ile birlikte yola çıkan Veysel, tam üç aylık bir yolculuktan sonra Ankara'ya varır. Bu dönemde, Ankara'yı CHP il başkanlığı ve belediye başkanlığıyla birlikte valilik görevini de yürüten Nevzat Tandoğan (Said Nursî'nin başındaki sarığa müdahale etmekle de şöhret kazanan Tandoğan, 1946'da intihar etti) idare ediyordu. Ceberut vali, büyüklerinden aldığı cesaretle, köylüleri, çarıklı ve şalvarlı gezenleri "modern" görüntülü yerlere sokturmuyordu.
İşte, o dönemin bu insanlık dışı müdahalesinden nasibini alanlardan biri de Âşık Veysel ile arkadaşı İbrahim'dir.
Toplam kırk beş gün süren bu Ankara macerasının gerisini (A. Kutsi Tecer ile T. Kutsi Makal'ın biyografik çalışmalarından istifade ile) Âşık Veysel'in kendi anlatımından dinleyelim...
“Köyden çıktık yola. Yaya olarak Yozgat, Çorum, Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl edek?' diye düşünüyoruz. Dediler ki: 'Burada Erzurumlu bir paşadayı var. O adam misafirperverdir.' Dağardı mevkiindeki paşadayının evine gittik. Adamcağız bizi misafir etti. Birkaç gün sonra at arabaları olan Hasan Efendi ismindeki şahıs bizi evine götürdü. Kırk günden fazla onun evinde kaldık. Bütün masrafımızı o karşılıyor.
Bir gün ona dedim ki: Hasan Efendi, biz buraya gezmek için gelmedik. Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’
"Dedi ki: ‘Vallahi ben böyle işlerden anlamam. Bir milletvekili var, adı Mustafa. Belki size o yardımcı olabilir.’
Ona gittik, o da şunu dedi: ‘Amaan! Şimdi şâire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın–çığırın, geçin–gidin!’
"Biz, ‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı Mustafa Kemal’e okuyacağız,'
"Ama, önce Ankara’da çıkan Hakimiyet–i Milliye Gazetesine gidip destanımızı saz eşliğinde orada okumamız ve şiiri de orada yayınlatmamız gerekiyormuş.
"Gitmeye karar verdik. Bu arada, saza tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı, oraya doğru yürüdük. Ayağımızda çarık. Üstümüzde şalvar, şal–ceket, belimizde kocaman bir kuşak..
"Dediler ki, 'Kaçın polis geldi! Sakın gitmeyin. Bu kılık–kıyafetle Çarşıya girmek yasak!’
"Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadılar. Polis bağırıyor: ‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti. Biz de diretince, adam geldi arkadaşım İbrahim’e çıkıştı: ‘Kafadan sakat mısın? Girmeyin diyorum. Bak, beynini patlatırım senin!’
"Neyse, ertesi gün gazete matbaasına gittik. Şiirimizi üç gün süreyle neşrettiler. Ancak, M. Kemal'den yine bir ses çıkmadı. ‘Bu iş olmayacak’ dedik ve beş parasız halde köye dönmeye karar verdik...."
05.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|