Şundan emin olunuz ki, yaşadığımız sıkıntıları ancak “Doğru İslâm ve İslâma lâyık doğruluk”la aşabiliriz. Bunun dışındaki bütün teklif ve çare arayışları çıkmaz sokaklarda sona erer. Zaten yakın tarihimiz buna şahittir.
Gerek İslâm dünyasında ve gerekse Türkiye’de, dindar insanların ‘çare’yi ‘temelde’ değil de, ‘çatı’da yapılacak değişikliklerde görmesi en büyük hata. ‘İnsan’ unsurunun doğru olmadığı bir yerde, işlerin doğru ve dürüst devam edebilmesi mümkün mü? Peki, ‘doğru insan’ı nasıl ortaya koyacağız? Elbette ki, ‘doğru İslâm’a uygun şekilde eğiterek, yani ‘temeli’ sağlam atarak.
“Dindar” bilinen siyasetçiler en büyük yanlışı bu noktada yapıyorlar. Türkiye’yi kendilerinin yönetmesinin, işlerin düzelmesine yeteceğini zannediyorlar. Oysa ‘salahat’ ile ‘maharet’in farklı şeyler olduğu ve idarede de ‘maharet’in tercih edilmesi gerektiği unutulmamalı. “Tek parti devri”nden sonraki siyasî hayat buna örnek olabilir. Hele hele 28 Şubat sürecinde ve sonrasında yaşananlar ‘din adına siyaset’in en başta dine ve dindarlara zarar verdiğini ortaya koydu.
Geçen gün, büyük çoğunluğu iktidar partisine oy vermiş/sempati duyan gazetecilerden oluşan bir toplantıdaki konuşmalara şahit olunca, Risâle-i Nur’un siyasette de ortaya koyduğu prensiplerin, ‘hayatın gerçekleriyle örtüştüğü’nü bir defa daha görmüş olduk. Bütün konuşmacılar, ‘para’ ve ‘iktidar’ın ‘dindar siyasetçiler’i bozduğu noktasında ittifak ettiler. Temiz siyaset için yola çıktıklarını ifade eden bir derneğin organize ettiği toplantıda yapılan konuşmalarda, iktidar partisinin ‘insan’ yetiştirme noktasında sınıfta kaldığı ifade edildi.
Bazı konuşmacılar da Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu prensiplere ‘teslim olmak’ gerektiğini ifade ettiler ki, işin en can alıcı noktası buydu. Konuşmalarda, “Eğer başta Risâle-i Nurlar ve diğer ‘cemaat’ yapılanmaları olmasaydı, Türkiye’nin manevî krize sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu” da ifade edildi. Bazı konuşmacılar da mahallî idarelerdeki bozulmalara öyle örnekler verdi ki, ürkmemek ve üzülmemek mümkün değil!
Konuşmalardan ortaya çıkan ortak kanaati şöyle özetlemek mümkün: Her ‘iş’ mutlak surette ‘ehline/maharet sahibine’ verilmelidir. İktidar partisine mensup belediyeler, yolsuzluk konusunda sınıfta kaldı. Dolayısıyla ‘insan’a yatırım yapılmadı. ‘İktidar’ olmakla ‘muktedir’ olmak çok farklı, iktidardaki parti ‘muktedir’ olamadı.
Tekrar etmekte fayda var: Toplantıda konuşanların büyük çoğunluğu iktidar partisine destek vermiş medya mensuplarıydı.
Toplantıdaki bu değerlendirmelerden sonra Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş’la birlikte biz de, Üstad Bediüzzaman’ın dile getirdiği bazı tesbitleri mümkün olduğunca hatırlatmaya çalıştık. Bunlardan biri de, “On Altıncı Lem’a”daki “Üçüncü Meraklı Suâl”e verilen cevaptı. Hatırlanacağı üzere Bediüzzaman orada şöyle diyor: “(...) Baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine îman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”
Toplantının maksadı ‘mahallî idareler’i konuşmaktı, ama mecburen “Türkiye” konuşuldu. Zaten Türkiye’nin genel problemlerinden bağımsız bir şekilde ‘mahallî idareler’i konuşmak mümkün değil ki.
Yaşanan hadiseler Risâle-i Nur’daki tesbitleri doğruladı ve doğrulamaya da devam ediyor. İnşallah bu gerçeklerin görülmesi için daha fazla bedel ödemek durumunda kalmayız.
06.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|