ERDOĞAN VE JAPON KOMUTAN
Karşılıklı mücadelelerde zafere ulaşabilmek için herkes iki amaç güder. En doğru pozisyonda, en sağlam biçimde durmak.
Ve, rakibinin en zayıf yerini ortaya çıkarmak.
Yapılan hamleler hep bu iki amaca yöneliktir.
Rakibi, bulunduğu sağlam pozisyondan kımıldatıp onun zayıf yanını yakalamak için de zaman zaman “kandırıcı" hamleler yapılır.
Futbolda buna çok rastlarız.
Yolunu kesen savunma oyuncusunun duruşunu bozmak isteyen futbolcu, onu yerinden kımıldatabilmek için bir yana gidecekmiş gibi yapar.
Savunma oyuncusu da onun bu hamlesini önleyebilmek için o yana doğru döndüğünde, rakip onun diğer yanından geçer.
Eğer savunma oyuncusu, rakibinin hamlesine göre pozisyonunu değiştirmese, aslında karşısındakinin amacına ulaşmasını engelleyecektir.
Ama durduğu yerde duramaz ve kendisinden beklenen hareketi yapıp, pozisyonunu zayıflatır.
İyi bir oyuncu, karşısındakinin amacını sezebilen, onunla birlikte hareketlenmeyen, kendi hareketini kendi belirleyen oyuncudur.
Aynı şey savaşta da geçerlidir.
Ordular, birbirilerini yaptıkları “sahte” manevralarla kandırıp kımıldatmaya uğraşırlar.
Saldırıyı kuzeyden yapacakmış gibi bir izlenim verip, rakibin güçlerini oraya yığmasını sağlayarak güneyden, düşmanın “zayıflamış” yanından saldırır.
Japon yönetmeni Kurosawa’nın o muhteşem filmini seyreden herkes hatırlar.
Eski çağlarda ünlü bir komutan, savaşa girişmeden önce gidip savaşın olacağı meydanı görür, en sağlam yeri seçer ve savaş başlayınca ordusunu oraya yerleştirir.
Daha sonra düşman hangi hamleyi yaparsa yapsın ordusunu yerinden kımıldatmaz.
Ve bu taktiğini de hep aynı cümleyle açıklar:
- Dağ kımıldamaz.
Bütün savaşlarını kazanır bu taktikle.
O öldüğünde oğlu yerine geçer.
Babasının öğüdünü dinlemeyip, düşmanın hamlesine uyarak ordusunu kımıldatır ve yenilir.
Savaş tarihine baktığınızda aslında bunun örneklerini çok görürsünüz.
Ve şunu öğrenirsiniz:
Rakibinin her hamlesine göre kımıldama.
Senin için en iyi yerde, en sağlam biçimde dur.
Başbakan Tayip Erdoğan, savaş tarihiyle ya da Kurosawa’yla hiç ilgilendi mi bilmiyorum ama uzun yıllar futbol oynadığını herkes gibi ben de biliyorum.
Çalımın ne olduğunu iyi hatırlaması gerekir.
Ama sanırım ciddi bir çalım yedi.
Anayasa Mahkemesi’nde AKP aleyhine kapatma davası açılmıştı.
Bugün artık anlaşılıyor ki “amaç” AKP’yi kapatmak değildi.
Onun “pozisyonunu” bozmaktı.
Ve, bu hamle başarılı oldu.
“Suçludur ama şimdilik kapatmayalım” gibi dünyanın en tuhaf kararlarından birini veren Anayasa Mahkemesi, bir anda AKP’yi sistemin esiri haline getirdi.
“Durduğu yerde durmanın” aleyhine olacağını düşünen iktidar partisi şaşırdı.
Bana sorarsanız yapması gereken, 22 Temmuz’daki duruşunu aynen muhafaza ederek derhal seçime gitmekti.
22 Temmuz’daki pozisyonu “en sağlam” pozisyondu çünkü.
Bir seçim başarısıyla orduyu gerilettiği gibi yeni bir seçim kazanarak yargıyı da hukuk çizgisinin içine itebilir ve iktidarını halkın desteğiyle güçlü bir şekilde sürdürerek önemli reformlarla Türkiye’nin sorunlarını çözebilirdi.
AKP bunu yapamadı.
Onun yerine pozisyonunu değiştirdi.
Birdenbire askerin yanına geçti, Kürt meselesinde şovenleşti, sivil anayasayı rafa kaldırdı, Avrupa Birliği’nden uzaklaştı.
Zaten, “karşı tarafın” AKP’yi götürmek istediği yer burasıydı.
Çünkü bu politika AKP’yi önce sarsar, sonra bitirir.
AKP’yi kendi kendine yedirirler böylece.
Futbol diliyle söylersek, AKP ters tarafa yattı ve top yanından geçti.
Şimdi, AKP’ye yeni bir şans tanıyan gelişmeler oluyor.
CHP ve MHP politika değiştiriyor.
Anayasa Mahkemesi’nin suç olarak gördüğü “türbanı” CHP sahipleniyor.
CHP, çarşaflı, başörtülü, türbanlı kadınları partisine kabul edip, “artık tek parti döneminde değiliz” diyerek bu politikayı savunurken dönüp de Anayasa Mahkemesi ile yeniden “türban” konusunda işbirliği yapamaz.
Zaten suç olmayan türbanı, CHP bir kere daha “suç olmaktan” çıkardı.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi en fazla sıkıştırdığı noktadaki düğümü çözdü, AKP’nin de elini rahatlattı. Sistemin diğer partisi MHP de Alevilik konusunda ileri bir adım atarak, Alevi sorununun çözümünü kolaylaştırdı.
Özellikle CHP’nin yeni siyasi manevrasından sonra AKP’nin “laiklik karşıtı odak” suçlamasıyla korkutulması zor.
Başbakan Erdoğan, dağılan “birliklerini” yeniden toplayıp, Avrupa Birliğinin özgürlük anlayışına sahip çıkarak o eski sağlam pozisyonuna geri dönebilir.
Bütün hatalarına rağmen, bugünkü partiler arasında Avrupa Birliği’nin özgürlük ölçülerini Türkiye’ye getirmeye hâlâ en yakın parti AKP.
AKP, “düştüğü” yerden kalkabilir mi, kendini toplayabilir mi, Avrupa Birliği yoluna tekrar çıkabilir mi, bilmiyorum.
Ama bunları yapmazsa bu “savaşı” kaybeder.
Ters tarafa yatıp “dağı kımıldattı” çünkü.
Karşılıklı mücadelelerde zafere ulaşabilmek için herkes iki amaç güder. En doğru pozisyonda, en sağlam biçimde durmak.
Ve, rakibinin en zayıf yerini ortaya çıkarmak.
Yapılan hamleler hep bu iki amaca yöneliktir.
Rakibi, bulunduğu sağlam pozisyondan kımıldatıp onun zayıf yanını yakalamak için de zaman zaman “kandırıcı" hamleler yapılır.
Futbolda buna çok rastlarız.
Yolunu kesen savunma oyuncusunun duruşunu bozmak isteyen futbolcu, onu yerinden kımıldatabilmek için bir yana gidecekmiş gibi yapar.
Savunma oyuncusu da onun bu hamlesini önleyebilmek için o yana doğru döndüğünde, rakip onun diğer yanından geçer.
Eğer savunma oyuncusu, rakibinin hamlesine göre pozisyonunu değiştirmese, aslında karşısındakinin amacına ulaşmasını engelleyecektir.
Ama durduğu yerde duramaz ve kendisinden beklenen hareketi yapıp, pozisyonunu zayıflatır.
İyi bir oyuncu, karşısındakinin amacını sezebilen, onunla birlikte hareketlenmeyen, kendi hareketini kendi belirleyen oyuncudur.
Aynı şey savaşta da geçerlidir.
Ordular, birbirilerini yaptıkları “sahte” manevralarla kandırıp kımıldatmaya uğraşırlar.
Saldırıyı kuzeyden yapacakmış gibi bir izlenim verip, rakibin güçlerini oraya yığmasını sağlayarak güneyden, düşmanın “zayıflamış” yanından saldırır.
Japon yönetmeni Kurosawa’nın o muhteşem filmini seyreden herkes hatırlar.
Eski çağlarda ünlü bir komutan, savaşa girişmeden önce gidip savaşın olacağı meydanı görür, en sağlam yeri seçer ve savaş başlayınca ordusunu oraya yerleştirir.
Daha sonra düşman hangi hamleyi yaparsa yapsın ordusunu yerinden kımıldatmaz.
Ve bu taktiğini de hep aynı cümleyle açıklar:
- Dağ kımıldamaz.
Bütün savaşlarını kazanır bu taktikle.
O öldüğünde oğlu yerine geçer.
Babasının öğüdünü dinlemeyip, düşmanın hamlesine uyarak ordusunu kımıldatır ve yenilir.
Savaş tarihine baktığınızda aslında bunun örneklerini çok görürsünüz.
Ve şunu öğrenirsiniz:
Rakibinin her hamlesine göre kımıldama.
Senin için en iyi yerde, en sağlam biçimde dur.
Başbakan Tayip Erdoğan, savaş tarihiyle ya da Kurosawa’yla hiç ilgilendi mi bilmiyorum ama uzun yıllar futbol oynadığını herkes gibi ben de biliyorum.
Çalımın ne olduğunu iyi hatırlaması gerekir.
Ama sanırım ciddi bir çalım yedi.
Anayasa Mahkemesi’nde AKP aleyhine kapatma davası açılmıştı.
Bugün artık anlaşılıyor ki “amaç” AKP’yi kapatmak değildi.
Onun “pozisyonunu” bozmaktı.
Ve, bu hamle başarılı oldu.
“Suçludur ama şimdilik kapatmayalım” gibi dünyanın en tuhaf kararlarından birini veren Anayasa Mahkemesi, bir anda AKP’yi sistemin esiri haline getirdi.
“Durduğu yerde durmanın” aleyhine olacağını düşünen iktidar partisi şaşırdı.
Bana sorarsanız yapması gereken, 22 Temmuz’daki duruşunu aynen muhafaza ederek derhal seçime gitmekti.
22 Temmuz’daki pozisyonu “en sağlam” pozisyondu çünkü.
Bir seçim başarısıyla orduyu gerilettiği gibi yeni bir seçim kazanarak yargıyı da hukuk çizgisinin içine itebilir ve iktidarını halkın desteğiyle güçlü bir şekilde sürdürerek önemli reformlarla Türkiye’nin sorunlarını çözebilirdi.
AKP bunu yapamadı.
Onun yerine pozisyonunu değiştirdi.
Birdenbire askerin yanına geçti, Kürt meselesinde şovenleşti, sivil anayasayı rafa kaldırdı, Avrupa Birliği’nden uzaklaştı.
Zaten, “karşı tarafın” AKP’yi götürmek istediği yer burasıydı.
Çünkü bu politika AKP’yi önce sarsar, sonra bitirir.
AKP’yi kendi kendine yedirirler böylece.
Futbol diliyle söylersek, AKP ters tarafa yattı ve top yanından geçti.
Şimdi, AKP’ye yeni bir şans tanıyan gelişmeler oluyor.
CHP ve MHP politika değiştiriyor.
Anayasa Mahkemesi’nin suç olarak gördüğü “türbanı” CHP sahipleniyor.
CHP, çarşaflı, başörtülü, türbanlı kadınları partisine kabul edip, “artık tek parti döneminde değiliz” diyerek bu politikayı savunurken dönüp de Anayasa Mahkemesi ile yeniden “türban” konusunda işbirliği yapamaz.
Zaten suç olmayan türbanı, CHP bir kere daha “suç olmaktan” çıkardı.
Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi en fazla sıkıştırdığı noktadaki düğümü çözdü, AKP’nin de elini rahatlattı. Sistemin diğer partisi MHP de Alevilik konusunda ileri bir adım atarak, Alevi sorununun çözümünü kolaylaştırdı.
Özellikle CHP’nin yeni siyasi manevrasından sonra AKP’nin “laiklik karşıtı odak” suçlamasıyla korkutulması zor.
Başbakan Erdoğan, dağılan “birliklerini” yeniden toplayıp, Avrupa Birliğinin özgürlük anlayışına sahip çıkarak o eski sağlam pozisyonuna geri dönebilir.
Bütün hatalarına rağmen, bugünkü partiler arasında Avrupa Birliği’nin özgürlük ölçülerini Türkiye’ye getirmeye hâlâ en yakın parti AKP.
AKP, “düştüğü” yerden kalkabilir mi, kendini toplayabilir mi, Avrupa Birliği yoluna tekrar çıkabilir mi, bilmiyorum.
Ama bunları yapmazsa bu “savaşı” kaybeder.
Ters tarafa yatıp “dağı kımıldattı” çünkü.
5 Aralık 2008 Taraf
|
Muhalif iktidar
Yok böyle bir icat dünyada. “Hilkat mucizesi” aslında. Siz bir “iktidar”ın “devletin orta yeri”nde “muhalefet” yaptığını gördünüz mü hiç? Gördünüz. “Devletin içinde” bazı “kararlar” alınıyor ve...
İşi, çoğunluk olduğu Meclis’te yasa yapmak, yasa değiştirmek olan...
İşi, “hüküm”et etmek olan “iktidar”, ancak “muhalefet şerhi” koyabiliyor.
İktidar, ancak muhalefet olabiliyor.
Başbakan ile Milli Savunma Bakanı sadece “muhalefet şerhi” koyabiliyor.
“Devletin başı”, “Başkumandan” Cumhurbaşkanı da, içinden geldiği hükümetin, partinin, iktidarın ancak “muhalefet şerhi” koyabildiği “kararlar”ı ancak imzalıyor.
Bir çocuk, belki babası “yargısız” atılmış bir çocuk, şöyle sormaz mı:
1. Madem iktidarsınız, niye muhalefetsiniz?
2. Madem muhalefetsiniz, niye Yüksek Şûra’da karşı iken daha yüksek Çankaya’da imzalarsınız?
3. Madem imzalayacaksınız, niye şerh koyarsınız?
4. Maden şerh koyuyorsunuz, niye gereğini yapmazsınız?
Çocuk, az büyürse, şunu sormalı esas:
Burası hakikaten demokratik hukuk devleti mi?
Deveye sormuşlar: Demokrasi neresinde?
Hukuk neresinde?
Diyebilirsiniz ki, nasıl çok kârlı bankalar bile topluca işten atıyorsa...
En büyük, en kârlı medyalar anında nasıl işten çıkarıyorsa...
Nasıl kârları yürümüş otomotivciler krizi fırsata çevirip adam atıyor, ücret donduruyorsa...
Bu da öyle!
“Ordu komuta kademesi” de bazılarını işten atıyor, dersiniz.
Lakin oralarda kimse patron değildir; orası devlettir. Devlet, pek öyle sanılmaz ve sunulmaz ama, esasta kamudur. Kamu; millettir, halktır. Devlet işleri ve işyerleri sivil ya da asker kimsenin babadan miras özel mülkü değildir.
Bir suçlama ile işten atma olacaksa, “hukuk devleti” biraz da o yüzdendir.
“Ceza” varsa, “Suçlama, suç isnadı, iddiası”nın açıklığıyla birlikte “yargı süreci ve yargı hükmü” gerektirir.
Var mıdır?
Ama “hilkat mucizesi” sadece 20, 25 kişinin atıldığı “Yüksek Askeri Şûra”ya dair değil.
Sadece “atılanlar”a dair değil.
Bir de “kalanlar” var.
İki dudak arasında 21 güne kadar “hapis” var.
Bir üstün, ufacık adil yargılama olmadan, “göz” altı veya “oda” hapsi için kolayca karar verebilmesi var.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde “insan haklarına aykırı” diye tescil edilmesi var.
Her yaştan onbinlerce profesyonel askerin “insan hakları”nın takılmaması var.
Tabii ki, Meclis’te çoğunluk, hükümette yoğunluk bir “iktidar” var...
“İktidar” var ama, o da zaten anca “muhalefet”!
Şerhin kerameti sorulmaz ki!
Sabah, 5 Aralık 2008
|
Binbir surat Baykal
Baykal geçen hafta partisinin grup toplantısında büyük laflar sarfediyordu, iyisinden, güzelinden, doğrusundan büyük laflar.
Her ihtimale karşı tarihe not düşmek gerek bunları:
-”Biz bir siyasi partiyiz. Bir kıyafet tüzüğü, bir kıyafet nizamnamesi mi ilan edeceğiz? Türkiye’deki genel yasaların ötesinde, insanları kılık kıyafetine göre yeniden tasnif mi edeceğiz? Kılığı kıyafeti belli işlere müsait olanlar, olmayanlar diye bir ayrım mı yapacağız? Böyle bir şey olabilir mi?”
-”Her insanın kılığını kıyafetini devlete meydan okumak diye anlamak bir saplantının sonucudur. Herkes kendisini o saplantıdan çıkaracak”
-”Bizim sadece kıyafeti laikliğe meydan okuma olarak kabul etmeme iddiamız, kabul edilemeyeceğimiz iddiamız, o kıyafetin altında laikliğe saygı gösteren bir anlayışın da bulunabileceği iddiamız pek çok kişinin ezberini bozdu…”
Ne âlâ…
Ama sormadan edemiyor insan…
Eğer ortada bir saplantı varsa, açık olarak var, bunun siyasi taşıyıcısı, siyasetten yeniden üreticisi daha düne kadar Baykal değil miydi?
Bir kaç ay önce AK Parti ve MHP benzer iddialarla “kılık kıyafet kişisel tercihtir mantığı”yla üniversitelerdeki başörtüsü yasağını sona erdirirken buna en ciddi itiraz Baykal’dan gelmemiş miydi?
Baykal değil miydi rejim krizinden, irtica tehlikesinden söz eden, anayasa değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuran…
“Varsın olsun, eğer Baykal değiştiyse, değişmek zorunda kalıyorsa, siyasetin taşları yerinden oynadıysa…” diyenimiz, demek isteyenemiz pek çok…
Ne var ki, Baykal’ın bu girişimine mesafeli duranlar, hatta onun popülist bir oyun oynadığını düşünenler de çok sayıda…
Biz de onlardan biriyiz…
Baykal’ın 28 Şubat sonrası partisi ülke barajına takılınca, Kanal 7’de Ahmet Hakan’a 28 Şubat hakkında edilebilecek en demokrat sözleri nasıl sarfettiğini, bu konuda nasıl oturaklı bir analiz yaptığını hatırlayanlardanız.
Benzer bir şekilde, Anadolu İslamı, liberalizm, Kürt sorununa demokrat bakış gibi “sosyal demokrat hamleleri”de anımsayanlardınız…
“Binbir surat Baykal”ın yıllardır arka arkaya gelen pek çok değişim projesi oldu. Ama hepsi buhar misali uçtu gitti…
Peki bu seferki farklı mı?
Gerçekten değişen siyasi dengeler, koşullar mı Baykal’ı buraya itiyor?
Baykal değişim sürecine uyum sağlamakta zorlanan, değişim süreçleriyle sorunu olan bir liderdir…
Bu durum pek çok kez kanıtlandı ve her gün yeniden kanıtlanıyor.
Dünyada dengeler değişiyor.
Obama Ocak’tan itibaren iş başında olacak. Bunun bölgeye, Irak’a, Kürt sorununa yansımaları şimdiden tartışılmaya başlandı…
Ne var ki, bir sosyal demokrat parti için uyum sağlamanın pek zor olamayacağı bu noktada, yerinden oynayan siyasi taşların bu kritik tarafında Baykal hiç yok…
Ekonomik kriz derin bir tartışmayı beraberinde getirdi.
Denetimsiz liberalizm ile regülasyonları dikkate alacak bir kapitalizm ayrışması tekrar belirdi, ilk belirtiler ABD’nin yeni yönetiminden geliyor…
Bir sosyal demokratın “simit gibi sarılması gereken” bu gelişmeler de Baykal’ı pek ilgilendirmiyor…
Ekonomiyle ilgili tek yaptığı, “0” öneriden yola çıkarak AK Parti’yi, hatta AK Parti’yi bile değil Tayyip Erdoğan’ı eleştirmek…
Ergenekon denince avukatlığı elden bırakmıyor Baykal…
Ama çarşaf ve örtü konusunda bir anda demokrat kesiliyor…
Kanımız odur ki Türkiye’de yaşanan değişim ve direnç süreci, bunlara endeksli toplumsal kutuplaşma henüz henüz son perdesini kapamadı. Ve ülke Baykal’ı bile kuşatacak bir sarsıntıya henüz yaklaşmadı…
Dikkat edelim: Baykal çocuk sevindiren, bir tutam hayali andıran “Noel Baba”ya benziyor olmasın…
Yeni Şafak, 5 Aralık 2008
|