12) Dine müdahale, dindara baskı
Cumhuriyetin ilânından çok kısa bir süre sonra, dine ve dinî kurumlara müdahale edilmeye başlandı. Medreselerle birlikte Hilâfet makamı da lağvedilerek (1924) kapatıldı.
Hemen ardından, tarihte eşi benzeri görülmedik şiddette dindarlara yönelik baskıcı politikalar uygulandı. (1925) Bir Peygamber (asm) sünneti olan sarığı saranlara ve şapka giymek istemeyenlere adeta dünya dar edildi. Binlerce vatandaşa ağır cezalar verildi, yüzlercesi ya kurşuna dizilmek, yahut da darağacına gönderilmek üzere katledildi.
Devletin imkânlarıyla adeta terör estirildi. Millet, bin yıllık kültüründen, medeniyetinden, örfünden, an'anesinden, dininden, mukaddesatından koparılmaya çalışıldı.
1927'de "Devletin dini, din–i İslâmdır" maddesi, anayasadan sökülüp atıldı. Devlet "din"sizleştirildi.
Bir yıl sonra, İslâmın mukaddes kitabı Kur'ân–ı Kerim'in orijinal haliyle basılması, dağıtılması, yazılması, okunması, okutulması kat'î sûrette yasaklandı.
Matbaalarda, eğitim kurumlarında Kur'ân harflerinin yanı sıra Osmanlıcaya da yasak getirildi. Milyonlarca kıymettar eseri barındıran bin yıllık kütüphaneler, harabeye dönmüş mezarlıklardan farksız bir hale getirildi.
Eski(mez) yazıya, dolayısıyla "din dili"ne yıkıcı darbeler vuruldu. Mukaddes İslâm dini, böylelikle serbestçe öğrenilemez, yani temel dinî eserler okunamaz, yazılamaz, anlaşılamaz bir müdahaleye tâbi tutuldu.
Oysa din, dil ile anlatılır. Dile vurulan darbeler, aynı zamanda dine de vurulmuş demektir.
Hem dine, hem dindara yönelik olarak uygulanan baskıcı ve zalimane politikalar, haliyle bir mânevî kuraklığı netice verdi. 1924'te başlayan bu "mânevî kuraklık", 1930'lu 40'lı yıllarda had safhaya ulaştı.
1932'de, İslâm dininin en büyük şeâirlerinden olan "Muhammedî ezan" da yasaklandı. Yerine "Türkçe ezan" ikame edildi. Böylelikle, dinin yaşanmasına mani olunduğu gibi, dinin sembolleri dahi ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Bu yasakçı ve müdahaleci uygulamaya riayet etmeyenler, yahut aksi yönde hareket edenler, devlet gücü kullanılarak, olanca şiddetiyle ezilmeye, hatta imha edilmeye çalışıldı. Said Nursî ve talebelerinin başına gelen elim hadiseler, bu baskıcı politikaların en bâriz bir misâlini teşkil ediyor.
Camiler, mescitler satıldı
Yakın tarih mahkemesinde görüşülmesini istediğimiz can alıcı bir konu da, tarihî, mimarî ve mânevî değeri yüksek sayısız cami, mescit ve medreselerin devlet eliyle haraç–mezat satılması hadisesidir.
Bu "gözü kara" satışlar, Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlamak üzere, tâ 1948'lere kadar devam etmiştir.
T.C. Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından yapılan duyuru ve ilânlarla, ecdat yadigârı ve aynı zamanda bu vatanın mânevî tapu senetleri olan mâbetler, sadece İstanbul'da değil, Erzurum'dan Edirne'ye kadar yurdun birçok merkezinde satışa sunulmuştur.
Kendini bilen Müslümanlardan hemen hiçbiri, daha çok mahallî gazetelere verilen ilânlara itibar etmez ve camilerin mülkiyetini satın almaya yanaşmaz. Bu satış işine, daha çok Yahudi kökenli vatandaşlar ile dönmeler ilgi gösterir. Ayrıca, az sayıda Rum ve Ermeni vatandaşın da, satışa sunulan camilere tâlip olduğu anlaşılıyor. (Daha geniş bilgi için bakınız: Aksiyon dergisi, 689. sayı)
Beraat eden eserler,
defalarca yasaklandı
1925'te telif edilmeye başlanan Nur Risâleleri ve bu eserleri okuyan maznunlar, ilk olarak 1935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandı.
Bu tarz yargılanmalar, mahkemelerin beraat kararına rağmen, elli yıldan fazla devam etti.
Aynı eser ve aynı şahıslar, aynı iddialarla defalarca hapse konuldu ve mahkemelere çıkarıldı.
Mahkemelerde bir tek suç delili bulunamayıp, görüşülmekte olan dâvâlar beraatle neticelendiği halde, yine de bu mâsum insanların ve okudukları Nur Risâlelerinin peşi bırakılmadı. Benzer dâvâlar, 1980'li yıllara kadar da defaatle tekrarlandı, durdu.
Bu da yetmezmiş gibi, ayrıca aleyhte propagandalar yapıldı. İnsanlar, nâhak yere karalanmaya, zan ve töhmet altında bırakılmaya çalışıldı.
Said Nursî'ye sırf düşmanlık adına Turan Dursun, İmran Öktem, Çetin Özek, Neda Armaner gibi hüviyeti müseccel kimselerin kaleme almış olduğu "İslam dininden ayrılan cereyanlar: Nurculuk" isimli iftiranâme, bizzat "27 Mayıs darbecileri"nin (1960) plân, teşvik ve destekleri sayesinde hazırlanıp yayınlandı.
Hâsılı, bir yandan baskı ve şiddet yoluyla bir yandan da menfî propagandalar vasıtasıyla söndürülmek istenen Nur, aksine daha da parladı; yurdun sınırlarını da aşarak bütün dünyaya yayıldı.
Yasakçı ve karalayıcı zihniyetin, bu tablo karşısında, acaba özeleştirel mânâda bir "durum muhakemesi" cihetine gitmesi gerekmez mi?
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|