Hindistan’da 10 ayrı yere yapılan terörist saldırıların ardından medyada hemen “ikinci 11 Eylül” sesleri duyuldu. Evet saldırıların 11 Eylül’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırılara benzerlikleri yok değil. Zira her iki vak’ada da şüpheler hemen “Müslümanlar” üzerinde toplandı. Aslında “İslâmî terör” meselesini ve onun en birinci ateşleyicisi olan El Kaide fenomenini dünyamıza kazandıran da 11 Eylül olaylarıydı. İşte bu halkanın bir devamı olması açısından Hindistan’daki Tac Mahal ve Oberoi Otelleri ve diğer 8 ayrı merkeze –ki bunların içinde bir Yahudi yardım kuruluşu da var- yapılan eş zamanlı ve olağanüstü planlı saldırılar ciddî bir şekilde analiz edilmesi gereken olaylardır.
Bu tür devâsâ boyutlu terör hareketlerine çok geniş boyutlu olarak bakılmadığı takdirde, olayların keşmekeşi içinde hakikati anlamanın imkânsız olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü zaten ortalık toz duman iken bir şeyleri netçe görmek mümkün değildir ama bir de işin içine uluslar arası tezgâhlar karışınca kafalar da doğru orantılı olarak karışacaktır.
Şimdi Hindistan’ı vuran bu terör dalgasından –ki buna terör dalgası demek bile ayrı bir tartışma konusudur- onlarca farklı komplo teorisi ve senaryo üretmek, varsaymak mümkündür. Ancak şu etapta bunların hiçbiri kesinlikle net ve gerçekçi olamayacaktır. Dolayısıyla saldırıların adını koymak yerine sadece olaya projeksiyon tutmak şu etapta en doğru yaklaşımdır.
Ancak gelin görün ki; böylesi duyarlı bir tutum yerine herkes hemen terörün adını koymaya çalışmaktadır. Zira saldırıyı düzenleyenlerin adları her zaman olduğu gibi Emir, Abdullah, Mustafa vs’dir… Olaya İslâmî terör demek, saldırganlara da “aşırı dinci radikaller” yakıştırması yapmak işin en kolay tarafıdır. Ancak sıfatları yakıştırırken hakkaniyet ölçülerine dikkat etmek gerekir. Bu noktada her terörist saldırıdan sonra “İslâm terörü tasvip etmez” türünden şeyler söylemenin artık gereği yoktur. Evet özünde İslâm terörü tasvip etmemektedir ama İslâmı yanlış yorumlayan bir takım gruplar böylesi terörist eylemlere karışabilirler. Ama diğer yandan da uluslar arası derin komiteler bazı uzun vadeli ve küresel çıkarları için bu tarz terör eylemlerini düzenleyebilir yahut düzenlenmesine zemin hazırlayabilirler. Şunu da söylemek gerekir ki bu tarz bir yaklaşımı dile getirirken başta söylediğimiz “komplo teorisyenliği” nev'înden bir tutuma girmek mecburiyetinde kalınabilir. Ancak bazen de teoriler hakikate çok yaklaşabilir.
Bu noktada Hindistan’daki olayların ilk anında akla gelen ilk isim El Kaide olurken, olayı adı neredeyse hiç duyulmamış ‘Deccan Mücahidleri’ adlı bir grup üstlenmiştir. Deccan, Hindistan’ın orta kesimlerinde yer alan bir bölge olup, bu örgütlenmenin de “Hintli, eğitimli ve genç Müslümanların” “gevşek bir örgütlenmesi” olduğu düşünülüyor. Ancak olayın işleniş şekline ve kullanılan silâhlara bakıldığı zaman böylesi bir örgütün işi olmadığı aşikârdır. Diğer yandan göz ucuyla ve üstü kapalı da olsa Hindistan yönetimi eski alışkanlıkların verdiği bir itiş gücüyle saldırıların Pakistan kaynaklı olduğunu iddia ediyor. Hindistan Başbakanı Manmohan Singh olayın dış bağlantılı olduğunu söylüyor ve aynı gün Pakistan’ın Karachi bölgesinden gelen bir kargo gemisine olayla bağlantılı olduğu gerekçesiyle el konuluyor. Gelin görün ki, daha sonra geminin olayla alâkası olmadığı anlaşıldı. Tutuklanan saldırganlardan ismi açıklanan ilk kişi de bir Pakistanlı olan Ecmal Emir Kemal oldu. Bütün bunlar şüphesiz rastlantı değil. Hindistan yönetimi olayı Pakistan’la bağlantılı göstermek istiyor. Uluslar arası terör analistleri bu tavrın Hint yönetimini olaydan politik çıkarlar devşirmek amacına bağlıyorlar. Halbuki bu ihtimalden ziyade saldırıların dış kaynaklı değil de Hindistan’ın içindeki İslâmî hareketlerle bağlantılı olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu da ekliyorlar.
Yani baktığınız zaman hem El Kaide, hem Pakistan hem de Hintli Müslümanlar yaptı demek mümkün. Yani olayda kafa karışıklığı had safhada… Bunun da bilinçli bir şekilde vak'adan birden çok faydalar devşirmek amacıyla planlandığı söylenebilir pek tabiî ki!
Ama, bütün bu yaklaşımlar olayın sıcaklığıyla yapılan aceleci yorumlardan ve kasıtlı söylemlerden başka şeyler değil. Halbuki ben size bütün bunlardan uzak olarak daha geçtiğimiz 22 Kasım 2008 günü, bütün Amerikan istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan “Ulusal İstihbarat Konseyi” tarafından yayınlanan ve çokça ses getiren istihbarat raporundan şu alıntıyı sunmak istiyorum: “Rapor, önümüzdeki on yıllarda dünyanın küreselleşme etkisiyle yeniden şekillenmeye başlayacağını, iklim değişikliği ile ciddî tahribatlar yaşayacağını, gıda, su, enerji gibi alanlardaki kıtlıklara bağlı olarak bölgesel karışıklıklar ve istikrarsızlıklar yaşanacağını öngörüyor. Rapora göre ayrıca, ABD’nin yeni rakipleri Çin ve Hindistan.”
Evet rapor yükselen iki devden Çin ve Hindistan’dan bahsediyor. 2 Kasım 2008’de medyada yer alan haberlerde ise Amerikan medya devi Rupert Murdoch, gelecek birkaç on yıl içerisinde dünyayı Çin ve Hindistan’ın şekillendireceğini öne sürüyordu.
İşte bazılarının “ikinci 11 Eylül” olarak nitelediği bu saldırıların neden Hindistan’da ve Hindistan’ın ticaret, finans ve kültür başşehri olan Mumbai’de yapıldığı konusunda bir ipucu...
Bundan tam 7 yıl önce Hindistan-Pakistan ilişkilerinin yumuşama sürecine girdiği bir vakitte 13 Aralık 2001 tarihinde Yeni Delhi’deki Hindistan Parlamentosu’na bir terörist saldırısı düzenlenmiş ve nükleer güç sahibi olan bu iki ülke yine savaşın eşiğine gelmişti. Bugün üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen, aradaki Keşmir meselesi de hâlâ tazeliğini korurken iki ülke arasındaki ilişkilerde bir arpa boyu kadar yol alınamadığını görüyoruz. İşte bu da, bu tipten saldırıların bazen seri bir şekilde, bazen dalgalar halinde bazen de belirli periyotlarla sürekli tekrarlanmasının sebepleri konusunda sadece küçük bir ipucu…
Şimdi soğukkanlılıkla oturup düşünmek gerekiyor. Zira oturduğumuz yerden “İslâmî terör” “aşırı dinci teröristler” gibi yakıştırmalar yapmak oldukça kolay. Ancak böylesi geniş çaplı terörist saldırıların artık çok boyutlu tezgâhlar olabileceği ihtimalini de düşünmemiz gerekmez mi? Daha da önemlisi dünyanın belirli bölgeleri her daim kasıtlı olarak bir gerginlik ve kriz merkezi olarak tutulmak isteniyor olabilir mi? Kimbilir? Belki de cevabı zamanla öğrenebiliriz…
01.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|