11) Tertip, tuzak ve kumpaslar
1923 yılı Mart'ında Ankara'da katledilen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, aslında çok gizlice yürütülen bir tertibe kurban gitmişti. Yeni Meclis'in ilk kurbanıydı; Çankaya muhafız komutanı Topal Osman'a boğdurulmuştu.
Geriye dönüp baktığımızda, cinayete azmettiricilerin nazarında Ali Şükrü Beyin üç büyük günâhı (!) vardı:
1) İşgal altındaki İstanbul'dan ayrılıp Ankara'da kurulan yeni Meclis'e gittiğinde yaptığı ilk ve en büyük hizmet, mebusların ekseriyetini ikna ile "Men–i Müskirat Kànunu"nu (sarhoşluk veren maddelerin yasaklanması) çıkarttırması oldu. Bu esnada, muarızlarıyla aralarında çok büyük gürültüler koptu, şiddetli kavgalar yaşandı. Fakat, sonunda gayesinde muvaffak oldu ve bütün Anadolu'da içki ve benzeri maddelerin kullanılmasını yasaklattı. (14 Eylül 1920)
2) Ali Şükrü Beyin "derin dosya"sına yazılan ikinci büyük suç, Lozan görüşmeleri esnasında Meclis'te yaptığı hamiyetli konuşmalardır. O, Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan bir büyük zaferin, Lozan'da ucuza satılmasına isyan ediyordu. Misâk–ı Millî'den tâviz verilmesini, Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaların ona buna peşkeş edilmesini kabul etmiyordu. Defalarca tekrarlanan "gizli celse"lerde, muarızlarıyla aralarında yine büyük tartışmalar yaşandı. Bu sebeple, komitacıların yanında dosyası hayli kabarmış, hatta dolmuş vaziyetteydi. (Bkz: Zabıt Ceridesi'nin 1923 yılı başlarına ait "Gizli Celseler" bölümüne)
3) Ali Şükrü Beyin yine aynı dönemde Ankara'da çıkarmış olduğu gazetesi (TAN) ve matbaası vardı. Kendi matbaasında Bediüzzaman Said Nursî'ye ait 10 maddelik "Beyannâme"yi basıp neşretmesi, onun üçüncü büyük cürmünü (!) teşkil ediyordu.
* * *
Ankara merkezli işlenen birçok cinayet gibi, Ali Şükrü Bey cinayetinin mahiyeti de, ne yazık ki anlaşılamadı, gitti. Cinayetle ilgili pekçok nokta, karanlıkta kaldı, yahut deliller kasten karartıldı. Meselâ, Meclis'in almış olduğu "Katilin yakalanarak idam talebiyle yargılanması" kararına rağmen, Topal Osman'ın vurularak öldürülmesinin de ötesinde, kafasının kesilmesi gibi...
Bu demektir ki, Topal Osman'ın yaralı halde kurtulup ifade vermesinden, daha doğrusu itiraflarda bulunmasından korkanlar vardı.
Evet, hiç şüphesiz, deşifre olmaktan korkan komitacılar vardı ki, onlar Topal Osman'ın kurşun yağmuruna tutulmasını, üstelik her ihtimale karşı kafasının gövdesinden ayrılmasını tatbik sahasına koydular. Böylelikle, en büyük delil karartılmış ve asıl azmettirici şahıslar meçhûl bırakılmış oldu.
İşte bu karanlıklı meçhûliyet, ne yazık ki daha birçok cinayetlerin işlenmesine, birçok tertip, tuzak ve kumpaslarla mâsum canların heder edilmesine de zemin hazırlayacak ve yolunu açacaktı.
Nitekim, aynı meçhûliyet damgasını Meclis binasında işlenen Deli Halit Paşa cinayeti (Ocak 1925), kanlı Şeyh Said Hadisesi (Şubat 1925), sonu birçok idamla biten İzmir Sûikastı (Haziran 1926), nice mâsumun canına mal olan Menemen'deki Kubilay Vak'ası (Aralık 1930), hatta Rum asıllı vatandaşları büyük çapta mağdur eden 1955'teki "6/7 Eylül Olayları" üzerinde de görmek, okumak pekâlâ mümkün.
Aynı durum, İstiklâl Mahkemeleri ile Cumhuriyet tarihinin ilk döneminde yaşanan ve on binlerce insanın hayatına mal olan Reşkotan, Raman, Ağrı, Mutki, Zilan, Sason ve Dersim Hadiseleri için de geçerli...
Evet, bütün bu kanlı hadiselerin asıl mahiyeti hâlâ meçhûl ve karanlıkta. Zamanında yapılmış olan resmî açıklamalar gibi, dönemin gazete sayfalarında yer alan bilgiler de inandırıcı olmaktan hayli uzak. Bunlara güvenilmez ve de itibar edilmez.
Zira, 27 yıl müddetle (1923–50) orada tek parti diktası var. Her türlü haber ve bilgi, yine tek merkezden iletiliyor. Hadiselere, yaşanan gelişmelere farklı açıdan bakmanın, farklı düşünceler yürütmenin yolu bütünüyle kapatılmış. Muhalif düşüncede olanların sadece söz hakkı değil, yaşama hakkı dahi inhisar altına alınmış.
Ülke idaresinin böylesine tekelleştirildiği bir dönemde, resmî ağızlarca yapılan açıklamaların sıhhatine, sunulan bilgilerin doğruluğuna nasıl inanacak, nasıl güveneceksiniz?
İşte, biz de arşiv belgeleri dahi gösterilmeden yapılan resmî açıklamalara inanmadığımız ve güvenmediğimiz için, dönüp "tarih mahkemesi"ne müracaat ediyoruz.
İstiyoruz ki, insanlarımız ve bilhassa yeni nesil, tarihini, özellikle üzeri kalın tabakalarla sıvanmış olan yakın tarihini doğru ve sağlıklı bir şekilde öğrensin, bilsin.
Zira, yalan yanlış bilgiler kişiyi doğru hedefe, doğru maksada götürmediği gibi, bu işte ağır bir vebâl de söz konusu. Binlerce mâsumun maruz kaldığı dehşetli bir zulüm ve haksızlığa ortak olmak vebâli...
Bu meyanda bir misâl zikrederek bölümü noktalamak istiyoruz. Yakın tarihte (1936–37) yaşanmış olan ve resmî beyanla adına "Sason İsyanı" denilen hadisenin cereyan ettiği bölgeye giderek geniş bir araştırmada bulunduk. Resmî raporlara göre, diğerleri gibi bu da tipik bir "Kürt isyanı"dır.
Oysa, bu hadisenin içinde Kürt kökenli bir tek vatandaşın dahi bulunmadığını bizzat yerinde gidip tesbit ettik. Üstelik, Sason–Mutki arasındaki 40 köyü içine alan ve tamamı Arapça konuşan oradaki vatandaşlara mal edilen bu hadisenin isyanla da hiçbir alâkası ve bağlantısı yoktur. Hadisenin çıkış sebebi, nâmus dâvâsı olup, sonradan buna bambaşka bir renk ve şekil verilmeye çalışılmıştır. (Ayrıca bakınız: Korg. Cemal Madanoğlu'nun "Anılar" isimli kitabı.)
02.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|