|
|
Sami CEBECİ |
Günah tuzakları ve kurtuluş çâreleri |
|
elek ve hayvanlardan farklı olarak, insanlar günah işlemeye meyilli bir fıtratta yaratılmıştır.
Allah’ın tövbeleri kabul eden anlamına gelen Tevvâb ismi günahların vücudunu ister. Yeryüzünde hiç günah işlemeyen insanlar kalmış olsa bile, Cenâb-ı Hak yine günah işleyecek insanları yaratacaktır. Allah’ın en hoşlandığı şey, kul isteyerek veya istemeyerek bir günah işlediği zaman hemen tövbe edip Allah’tan af dilemesidir. Sevgili Peygamberimiz (asm), geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlandığı halde, günde en az yetmiş defa tövbe ve istiğfar ederdi.
Eski zamanda bir yılda ancak işlenebilecek günahlar, âhirzaman şartlarında bir günde, belki bir saatte işlenebilir duruma gelmiş. Televizyon kanalları ve internet denilen teknolojik cihazlar, Allah’ın en büyük nimetleri sırasında olduğu halde, menfîde kullanıldığı zaman oturduğumuz yerden çok büyük günahlara girebilmeye sebep olmuş.
Günahlardan uzak durma hususunda, Hazret-i Yusuf’un (as) henüz peygamber olmadan başından geçen imtihan bize büyük bir ibret ve örnek teşkil ediyor. Çeşitli olaylar yaşadıktan sonra köle olarak Mısır’a satılan ve maliye bakanınca saraya alınan Yusuf (as), emsâlsiz güzelliğinden ona âşık olan bakanın karısı Züleyha tarafından odaya kilitlenmişti. Bu olay, Kur’ân-ı Kerim’in 12. Sûresi olan Yusuf Sûresi’nin 23-24. âyetlerinde şöyle anlatılır: “Evinde bulunduğu kadın, Yusuf’tan muradını almak istedi ve kapıları kilitleyip ‘Haydi, gelsene’ dedi. Yusuf ‘Allah’a sığınırım’ dedi. ‘Kocan benim efendimdir; burada bana güzel bir yer verip güzelce bakmışken ben ona hıyanet edemem. Zalimler asla kurtuluşa ermezler.’ Gerçekten kadın ona niyetlenmişti. Kendisine verilen ilim ve hikmetle Rabbinin delillerini görmeseydi, Yusuf da niyetlenip ona gidecekti. Onu kötülük ve fuhuştan Biz böylece alıkoyduk. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.”
Bu zamanda kolektif bir nefs-i emmâre insanlara yüzlerce haram cihetten “Haydi, gelsene” diyor. Mıknatıs gibi insanları kendisine çekiyor. Genel olarak insanlar da, severek kendilerini o haram ateşinin içine atıyor. 14 asır ötesinden bu durumu haber veren Peygamber Efendimiz (asm) “Âhirzaman fitneleri o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz” demiş ve o fitnelerden ve deccallerin şerrinden Allah’a sığınmayı emretmiştir.
Âhirzaman fitnelerinin ve günahlarının en büyükleri göz penceresinden giriyor. Haram bakışlar, büyük günahların dâvetçileridir. Hazret-i Yusuf (as) için bir Züleyha tehlikesi vardı. Bu zaman insanları için binlerce Züleyha tehlikeleri var. Televizyon ve internet bağımlılığı bunun en büyük delilidir. Yalnız başına bir odada her türlü siteye rahatça girebilen bir gencin irâdesi felç olur. O sitelerin esiri hâline gelir. Ruh dünyası o kadar tahribâta mâruz kalır ki, o insan âdetâ robotlaşır. Mâneviyât nâmına bir şeyi kalmaz. İbâdet ediyor olsa bile ruhsuzlaşır ve hiçbir lezzet ve feyiz alamaz hâle gelir. Allah korusun, zamanla ibâdeti de terk eder bir duruma düşebilir.
Nur Sûresi 30 ve 31. âyetlerde “Mü’minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu, onların temizliği için daha uygundur. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar...” emirleri, gözle girilen günahın tehlikesini nazara vermektedir. Allah “Zinaya yaklaşmayın” emrediyor. Demek ki, fuhuşa götüren yollar var. Asıl onlardan kaçınmalı ki, âkıbet dehşetli olmasın. Haram bakışlara ve günahlara karşı takvâya dayalı dik bir duruş sergilenmelidir. Zira “Helâl dairesi geniştir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.” Birbirine nikâh düşen iki karşı cinsin yalnız kendileri varken üçüncüleri de şeytandır.
Bin cihetten günahların etrafımızı sardığı bu âhirzaman şartlarında, onlardan kurtulmanın çâresi, tahkîki bir imana sahip olmak ve mâsum ağızlarla birbirinin ateşten kurtulması için duâlar eden bir cemaatin şahs-ı mânevîsine dahil olmaktır.
Mesut Nurver’in risâle seminerleri çerçevesinde sunduğu bu Pazar semineri, kalabalık bir katılımcı kitlesini cidden etkilemiş ve dinleyenlerin dikkatini çekmişti.
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sabah namazı için nefsi yenmek |
|
İbrahim Kaya: “Sabah namazını kaçırmamak için, zamanında uyanmak ve namazı zamanında kılmak için ne yapmalıyım?”
Sabah namazı süre itibariyle en az, şekil ve uygulama bakımından en kolay ve en rahat olan, aslında eğer mesele yalnız bizi kötülüklere sürüklemesine rağmen nefsimizde bitse yine de hiçbir problem yaşanmaması gereken bir sabah ibadetidir. Bir abdest ve dört rek’âtlık bir namaz. Allah aşkına nazlanmaya değer mi ey nefsim? Zorlanmaya, darlanmaya, rehavete, tembelliğe değer mi? Hepsi, hepsi beş dakikalık bir ibadet! Yazık sana! Haşir uyanışına benzer her sabah uyanışında beş dakikalık bir ibadetle Rabb’ine dönmek sana neden zor geliyor? Neden tembelleşiyorsun? Neden rehavet basıyor? Kılmamakla ve rehavetle ne kazanıyorsun?
Ama yok; iş nefsimizde bitmiyor. Bu konuda nefsimiz de kukla; birisinden emir alıyor! Şeytanından... Yoksa sabahın o günahlardan uzak vaktinde, o temiz ve Allah’a yakın saatlerinde, o uyanış ve diriliş zamanında, kolayca da kılınabilecek bir uyanış ve diriliş namazı olan sabah namazı, her ne kadar kötülükleri emredici de olsa, nefse neden zor gelsin? Allah’ın kulu olduğunu idrak eden nefisler için bunun problem olmaktan çıkması lâzım!
Ama demek kazın ayağı öyle değil ki, bu iş şeytanın ağzına bakan nefse zor geliyor. Çünkü bu beş dakikalık ibadette Allah’ın öylesine rızası ve hoşnutluğu gizli ki, Allah’ın öylesine rahmeti ve mükâfatları gizli ki, şeytan bunu hissettikçe çıldırıyor, çıldırıyor, çıldırıyor! Nefsimizi de aldatıyor ve baştan çıkarıyor.
Nefis zaten his ve duygularıyla birlikte öyle yarını göremiyor, geleceğe akıl erdiremiyor, uzakları düşünemiyor; günübirlik yaşıyor. Günübirlik yaşadığı için de, şeytanın verdiği küçük bir rehavet hakkından geliyor.
Oysa bu küçük rehaveti yeniversek, alarm çaldığında fırlayıp kalkıversek ve Allah’ın huzurunda el pençe divan dursak, o sabah namazının az olan şekilleri, kolay olan hareketleri ve rahatça yapılabilen rükünleri içinde öyle bir rızaya, öyle bir hoşnutluğa, öyle bir mağfirete, öyle bir merhamete ereceğiz ki, derecesini, mertebesini, makamını, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne hayal yetişmiş!
İşte bu şeytanı baştan çıkartıyor, şeytanı çıldırtıyor, şeytanı kudurtuyor! Az bir ibadete, sonsuz bir sevap ve feyiz şeytanın aklını başından alıyor. Onun için nefsimize rehavet veriyor, yatağı daha sıcak, uykuyu daha cazip göstermeye ve bizi namazdan alıkoymaya çalışıyor.
Biz akl-ı selimle düşünerek, sabır ve sebatla hareket ederek bu rehavetin üstesinden gelebiliriz. Hiç ümitsiz olmayalım. Kendimizden emin olalım. Nefsin hiçbir tembelliğine kulak asmayarak ve haklılık da vermeyerek alarm çaldığında yorganı tepelim. Kalkalım ve Allah emrini yerine getirelim. Nefsin hiçbir bahanesini dinlemeyelim.
Israrcı olursak, işin peşini bırakmazsak, şeytanımızdan gelen ibadet karşıtı taleplere kulaklarımızı sıkı sıkıya kapatırsak, nefsimizin ve şeytanın şerrinden her vakit Allah’a sığınırsak, İnşallah bu vartayı Allah’ın izniyle, yardımıyla, rahmetiyle, tevfîk ve hidayetiyle aşabilir ve Allah’a kul olabiliriz.
Allah, cümlemizi yalnız kendine kul olmayı başaran kullarından eylesin. Âmin.
***
Bayan okuyucumuz: “İki kurban adağımız var. Birisini para olarak verebilir miyiz?”
Adaklarımızda, adak konusu yaptığımız ibadetlere sadık kalmalıyız. Cenâb-ı Hak, “Adaklarını yerine getirsinler”1 buyurmuştur. Kurban adamışsak kurban keseriz, sadaka adamışsak sadaka veririz, namaz adamışsak namaz kılarız, oruç adamışsak oruç tutarız.
Kurban adadığımızda, kendi elimizle kurbanı kesip fakirlere dağıtmamızın daha faziletli olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber, güvenilen birisine bizim adımıza vekâleten kesmesi şartıyla, para vermemiz de mümkündür.
Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Hac Sûresi, 22/29
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Paha biçilmez hazinelere sahibiz |
|
“Bir pire için yorganı yakma” şeklinde atasözümüz var ya onun gibi bazen insanın gözünün önüne bir sinek kanadı gelir de koca dağı göremez olur. İnsan dengesini kaybettiğinde ayarı bozulmuş terazi gibi neye ne kadar önem ve değer vereceğini bilemez, böylesi hatalar içerisine düşebilir.
Şüphesiz her şey istenildiği gibi olmaz, dört dörtlük bir hayat mümkün değildir. Mutlaka bir kısım eksikler, zararlar, sıkıntılar, ıztıraplar olacaktır. Ama bunları olduğundan fazla büyüterek hayatı zindana çevirmenin, yaşanmaz hâle getirmenin mantığı yoktur.
İşte bu noktada insana düşen bunların yanında sahip olduğu paha biçilmez hazinelere bakıp eksik, zarar ve sıkıntıların onların yanında bir hiç olduğunu düşünmektir.
Evet, o takdirde eksikler, zararlar, sıkıntılar görünmeyecek derecede küçülür. Onların hatırı için bu dert ve sıkıntıları es geçer insan. Şifa kaynağı olan Kur’ân hemen imdadımıza koşar. Bakın bize nasıl bir ölçü veriyor: “Onlara söyle ki, ancak Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle, evet yalnız bununla sevinsinler. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”1
Dikkat edilirse Kur’ân, “Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle, evet yalnız bununla sevinsinler” buyuruyor. Ve bunların “dünyada toplanıp durulanlardan daha hayırlı” olduğuna dikkat çekiyor.
Evet, insan bir düşünse Allah’ın lütuf ve rahmetinin paha biçilmez bir hazine olduğunu görür.
Peki, nedir insanı sevindirecek, ferahlandıracak bu hazineler? Nedir ki bunlar, eksikler, kayıplar, sıkıntılar bunların yanında bir hiç kalmakta?
Başka bir âyette bu hazinelere şöyle dikkat çekilir: “O, sözünüz ve halinizle istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz. İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlim ve çok nankördür.”2
Peki, nedir saymakla bitmeyen bu nimetler, lütuflar? Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki yazımızda duralım.
Dipnotlar:
1- Yunus Sûresi: 58.
2- İbrahim Sûresi: 34.
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yakın tarih mahkemesi (5) |
|
12) Dine müdahale, dindara baskı
Cumhuriyetin ilânından çok kısa bir süre sonra, dine ve dinî kurumlara müdahale edilmeye başlandı. Medreselerle birlikte Hilâfet makamı da lağvedilerek (1924) kapatıldı.
Hemen ardından, tarihte eşi benzeri görülmedik şiddette dindarlara yönelik baskıcı politikalar uygulandı. (1925) Bir Peygamber (asm) sünneti olan sarığı saranlara ve şapka giymek istemeyenlere adeta dünya dar edildi. Binlerce vatandaşa ağır cezalar verildi, yüzlercesi ya kurşuna dizilmek, yahut da darağacına gönderilmek üzere katledildi.
Devletin imkânlarıyla adeta terör estirildi. Millet, bin yıllık kültüründen, medeniyetinden, örfünden, an'anesinden, dininden, mukaddesatından koparılmaya çalışıldı.
1927'de "Devletin dini, din–i İslâmdır" maddesi, anayasadan sökülüp atıldı. Devlet "din"sizleştirildi.
Bir yıl sonra, İslâmın mukaddes kitabı Kur'ân–ı Kerim'in orijinal haliyle basılması, dağıtılması, yazılması, okunması, okutulması kat'î sûrette yasaklandı.
Matbaalarda, eğitim kurumlarında Kur'ân harflerinin yanı sıra Osmanlıcaya da yasak getirildi. Milyonlarca kıymettar eseri barındıran bin yıllık kütüphaneler, harabeye dönmüş mezarlıklardan farksız bir hale getirildi.
Eski(mez) yazıya, dolayısıyla "din dili"ne yıkıcı darbeler vuruldu. Mukaddes İslâm dini, böylelikle serbestçe öğrenilemez, yani temel dinî eserler okunamaz, yazılamaz, anlaşılamaz bir müdahaleye tâbi tutuldu.
Oysa din, dil ile anlatılır. Dile vurulan darbeler, aynı zamanda dine de vurulmuş demektir.
Hem dine, hem dindara yönelik olarak uygulanan baskıcı ve zalimane politikalar, haliyle bir mânevî kuraklığı netice verdi. 1924'te başlayan bu "mânevî kuraklık", 1930'lu 40'lı yıllarda had safhaya ulaştı.
1932'de, İslâm dininin en büyük şeâirlerinden olan "Muhammedî ezan" da yasaklandı. Yerine "Türkçe ezan" ikame edildi. Böylelikle, dinin yaşanmasına mani olunduğu gibi, dinin sembolleri dahi ortadan kaldırılmaya çalışıldı.
Bu yasakçı ve müdahaleci uygulamaya riayet etmeyenler, yahut aksi yönde hareket edenler, devlet gücü kullanılarak, olanca şiddetiyle ezilmeye, hatta imha edilmeye çalışıldı. Said Nursî ve talebelerinin başına gelen elim hadiseler, bu baskıcı politikaların en bâriz bir misâlini teşkil ediyor.
Camiler, mescitler satıldı
Yakın tarih mahkemesinde görüşülmesini istediğimiz can alıcı bir konu da, tarihî, mimarî ve mânevî değeri yüksek sayısız cami, mescit ve medreselerin devlet eliyle haraç–mezat satılması hadisesidir.
Bu "gözü kara" satışlar, Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlamak üzere, tâ 1948'lere kadar devam etmiştir.
T.C. Vakıflar Umum Müdürlüğü tarafından yapılan duyuru ve ilânlarla, ecdat yadigârı ve aynı zamanda bu vatanın mânevî tapu senetleri olan mâbetler, sadece İstanbul'da değil, Erzurum'dan Edirne'ye kadar yurdun birçok merkezinde satışa sunulmuştur.
Kendini bilen Müslümanlardan hemen hiçbiri, daha çok mahallî gazetelere verilen ilânlara itibar etmez ve camilerin mülkiyetini satın almaya yanaşmaz. Bu satış işine, daha çok Yahudi kökenli vatandaşlar ile dönmeler ilgi gösterir. Ayrıca, az sayıda Rum ve Ermeni vatandaşın da, satışa sunulan camilere tâlip olduğu anlaşılıyor. (Daha geniş bilgi için bakınız: Aksiyon dergisi, 689. sayı)
Beraat eden eserler,
defalarca yasaklandı
1925'te telif edilmeye başlanan Nur Risâleleri ve bu eserleri okuyan maznunlar, ilk olarak 1935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandı.
Bu tarz yargılanmalar, mahkemelerin beraat kararına rağmen, elli yıldan fazla devam etti.
Aynı eser ve aynı şahıslar, aynı iddialarla defalarca hapse konuldu ve mahkemelere çıkarıldı.
Mahkemelerde bir tek suç delili bulunamayıp, görüşülmekte olan dâvâlar beraatle neticelendiği halde, yine de bu mâsum insanların ve okudukları Nur Risâlelerinin peşi bırakılmadı. Benzer dâvâlar, 1980'li yıllara kadar da defaatle tekrarlandı, durdu.
Bu da yetmezmiş gibi, ayrıca aleyhte propagandalar yapıldı. İnsanlar, nâhak yere karalanmaya, zan ve töhmet altında bırakılmaya çalışıldı.
Said Nursî'ye sırf düşmanlık adına Turan Dursun, İmran Öktem, Çetin Özek, Neda Armaner gibi hüviyeti müseccel kimselerin kaleme almış olduğu "İslam dininden ayrılan cereyanlar: Nurculuk" isimli iftiranâme, bizzat "27 Mayıs darbecileri"nin (1960) plân, teşvik ve destekleri sayesinde hazırlanıp yayınlandı.
Hâsılı, bir yandan baskı ve şiddet yoluyla bir yandan da menfî propagandalar vasıtasıyla söndürülmek istenen Nur, aksine daha da parladı; yurdun sınırlarını da aşarak bütün dünyaya yayıldı.
Yasakçı ve karalayıcı zihniyetin, bu tablo karşısında, acaba özeleştirel mânâda bir "durum muhakemesi" cihetine gitmesi gerekmez mi?
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur’da müsbet hareketin temeli |
|
“Müsbet hareket”, bugün dünyayı kuşatan bir “hizmet” düşüncesinin ana usul ve tarzını oluşturuyor. Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son ders, “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir”1 şeklindedir.
Talebeleriyle birlikte çeşitli eza, cefalara maruz bırakıldığı, çok ağır ve şiddetli muâmelelere tabi tutulduğu halde; kendisine kötü davrananlara, işkence edenlere karşı şöyle bir müsbet yol izler:
“Bizim vazifemiz onlar hakkında yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslenmemesini ve onlara mukabil Risâle-i Nur’a sadakat ve sebat ile çalışmalarını tavsiye ederim.”2 Bu anlaşılması güç bir müsbet harekettir!
Bediüzzaman’ın müsbet hareketinin anahtar kavramlarını şöyle maddeleştirebiliriz:
* Allah rızasını kazanmak için sırf iman hizmetini yapmak,
* Vazife-i İlâhiyeye (Allah’ın işine) karışmamak, sonuç ne olursa olsan razı olmak.
* Âsâyişi (emniyeti) muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıyı sabırla, şükürle kabul etmek.
* Dahilde asla maddî güç kullanmamak; cihad-ı mânevî (ilim, fikir, ibadet, zikir, tebliğ ve irşad) ile hareket etmek.
* “Asıl mesele bu zamanın cihâd-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
* Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır.
* Mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek ve dış tehlikelere karşı kullanmak içindir.
* “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez”3 Kur’ânî prensibiyle, bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.
* Vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz.
* Tiryakilik, görenek, itiyat (bağımlılık) zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî durumuna çıkarmış. Halbuki sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Bunları elde etmek için, müsbet hareket terk edilmemeli. Ve bid’alara düşülmemeli. Şu halde, bid’acıların da müsbet hareketle, lütufla ıslâhına çalışmak, asla hücum edip menfî harekete girişmemek.
* “Ehvenüşşer” olarak değerlendirip bazı bîçâre yanlışçıların hatâlarına hücum etmemek.
* Müsbet hareketi önleyen bu zamanın bir hastalığı daha var: Benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risâle-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâkî bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır.”
Özetle; Bediüzzaman, toplumun ve insanlığın huzur ve güveni için asla menfî hareketlere, şiddete, anarşiye girmemeye ve toplumun huzurunu bozacak davranışlardan kaçınmak için “müsbet hareket etme”ye çağırır.4
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 455, 2- Emirdağ Lâhikası-II, s. 80-81., 3- En’am Sûresi: 164., 4- Emirdağ Lâhikası, s. 458.
03.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Saadet BAYRİ |
Umut“sûz” düşünceler |
|
Öylesine yaşayıp geçiyoruz bu dünya hânından. Neler olmuş, neler bitmiş; bizi pek ilgilendirmiyor. Sabah olup uyanmışız ya da akşam olmuş uyumuşuz. Bir öncekinin benzeri şeyler ve ne biz, ne yaptıklarımız değişiyor. Her şey aynılığıyla bekliyor hayatın köşe başında. Mutluluk unutulmuş bir his. Kimdi, nasıldı, ne zaman, ne şekilde gelirdi hatırlamıyoruz.
Ve çoğunluğun derdi gelip bizi de bulmuş: Öylesine yaşamak. Bu durum hayatımızın gemisini alabora etmiş en sakin sularda. Ne kulaç atmaya takat var, ne yardım istemeye… “Kaderim bu” deyip ölümün ya da başka bir şeyin kapıya dayanmasını bekleyip duruyoruz. Böyle olunca da yaşamış olmak için yaşanıyor. Sabah erken kalkılıp birkaç parça ekmek yendikten sonra durağa gidilip otobüs bekleniyor. Tıklım tıklım gelen otobüse kocaman bir sıkıntıyla biniliyor. İşe ya da okula gidilince, oradaki yüzler de bizimkiler gibi. Akşama kadar “O ne yaptı, bu ne dedi. Neden böyle baktı, neden öyle güldü” derken, bir kat daha artıyor yükümüz. Kendimizinkini taşıyamazken, başkalarının hüznünü yüklenip geliyoruz. Akşam ışıkları kapayıp uçsuz bir yola çıkarak uçurum arıyoruz. Hep kahır, hep kahır hâlimiz.
Belki de artık kimse kendini ciddiye almıyor, bu sebeple umut etmeyi unuttuk. Yarınlarda yaşama hâli, başkalarının hayatlarına özenme durumları, kendini ve elindekileri beğenmeme, birilerinin eleştiri ve söylediklerine takılıp kalma çoğumuzu duygusal olarak fakirleştirdi. Oysa insanı yaşatan, kendiyle barışık olması ve elindekilerle yetinmesiydi. Eksikliklerini sayarken, kendinden daha az şeye sahip olanlara bakmalıydı. Yoksa yaşamak tahminimizden daha çok güçleşirdi.
Öyle de oldu! Bir ayakkabısı olan, birkaç tane ayakkabısı olanı gördükçe iç geçirdi. Ancak ayakkabı giyemeyecek olan ve duâlarında “Allah’ım hiç ayakkabım olmasın; ama yürüyebileyim” diye duâ eden, henüz ilkokul öğrencisi olan o çocuğun sesini duymadı. Ve hep şikâyet edildi, olan olmayan ne varsa her şeye… Anlayamadık, ayakkabı giyebilecek durumdaysak, istediğimiz ayakkabıyı elbet alırdık ve alabilmek bir umuttu.
Sanırım bizler umudumuzu da kaybettik, bu keşmekeşlik içinde. Hayat rüzgârı bir oraya bir buraya savururken; umudun diğer adının beklemek olduğunu anlayamadık. Giderken “Geleceğim, bekle” diyen sevgiliyi... Kazandığımız; ama yıllar sonra bitecek okulumuzu. Dokuz ay sonra dünyaya gelecek bebeğimizi… Küçük olmaktan şikâyet edip büyümeyi… Akşamdan sabaha çıkmayı… Kışın çok üşüyüp yazı özlemeyi… Bunların hepsi küçüklü büyüklü bir bekleyiş değil miydi? Ve beklentiler olmasa, nefes almak bu kadar kolay olur muydu acaba? Hayattan bıkmış, yıpranmış, ölümü hayal eden insanları düşününce, beklemenin lezzeti bir kez daha artıyor.
Sahi, umut beklenenin sırtında gelmiyor mu kapımıza? Umudun diğer bir adı sabır değil miydi? Bu teknoloji çağında yaşarken, her yeni şey sabrımızı kemirdi. İstediğimiz her şey, bir an önce olsundu tek kaygımız. Zengin olacaksam, hemen şimdi olayım; büyüyeceksem hemen şimdi, sevileceksem neden yarın olsundu ki bu. Sabrımız bir oraya bir buraya dağılmış. “Ah anılar…” diyerek yaşanıp bitenlerin başına göndermiştik bir kısmını. “Yarınlar gelir mi ki?” diye erittik kalanını. Ve şimdide kullanacak sabır kalmadı elimizde.
Umutlarınızın uçup gitmemesi dileğiyle…
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Müslümanların Hz. İsa inancı nedir? |
|
Hıristiyanların kutsal Noel günleri yaklaşıyor. Bu günlerde Allah bana bir Hıristiyanla bir konuyu tartışma fırsatı verdi. Bu şahıs benim Müslüman olduğumu anladıktan sonra kendi inancı hakkında yani Hıristiyanlık hakkında uzun uzadıya konuşmaya başladı. Sonra konuyu Hz. İsa Aleyhisselâm, Havariler ve bakire Meryem gibi konulara getirdi. Heyecanlı bir şekilde konuşuyordu, sıra bana gelene kadar kendisini sabırla dinledim.
Bu arada konu oldukça derin bir meselede odaklanmaya başladı: Hz. İsa ve onun dünyaya inişi. Hıristiyan muhatabım Hz. İsa’nın kendi inancına göre nasıl Tanrı’nın Krallığı’ndan yeryüzüne inip bütün insanlığın sorunlarına çözüm getireceğini anlatmaktaydı. Hz. İsa’nın bir ordunun başına geçeceğinden ve dünyadaki bütün kötülüklerle ve şerle mücadele edeceğinden bahsetti. Böylece kötülük yeryüzünden tamamen silinecek ve “Tanrı’nın bütün çocukları” dünyada gerçek barışın tesis olunacağını bilecekmiş.
Konuşmasını bitirdiğinde halinden gayet memnun görünüyordu ve bana Müslümanların Hz. İsa hakkındaki görüşlerini sordu. Ben de cevabıma ilk olarak Müslümanların Hz. İsa’ya karşı büyük bir hürmet ve muhabbet beslediklerinden bahsederek başladım. Sonra da Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’dan bahsedildiğini ve aslında Hz. İsa hakkında söylenen şeylerin çoğunun Kur’ân’da da yer aldığını belirttim. Daha sonra ise Jesus’un yahut Arapça’daki haliyle Hz. İsa’nın (as) İslâm’da da Hıristiyanlık’ta da çok mühim bir yeri olduğundan bahsettim. Ancak bu yüce elçinin hayatıyla ilgili bazı meselelerde ve itikadî bazı konularda iki din arasında mühim farklılıklar olduğunu söyledim.
Hıristiyan muhatabıma Kur’ân-ı Kerim’in Allah tarafından Hz. Muhammed’e (asm) indirildiğini anlattım. Bugün kendini Müslüman diye tanımlayan bir kişinin Kur’ân’ın bütün otoritesini kabul ettiğini ve onu Allah’tan gelen en doğru rehber olarak telâkki ettiğini ifade ettim. Öyleyse bir Müslüman, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa (as) ile ilgili herhangi bir şey okursa, bu bilginin kesinlikle doğru ve gerçek olduğunu bileceğini, çünkü bunun direkt olarak Allah’tan bildirildiğine iman edeceğini söyledim. Daha sonra ise Müslümanlar’ın inancında en temel esaslardan birinin Allah’ın göndermiş olduğu Peygamber ve elçilere inanmak olduğunu ifade ettim. Öyle ki, Hz. Âdem, Hz. İsa, Hz Musa ve Hz. Muhammed Aleyhümüsselâma inanmanın kendine Müslüman diyen herkes için standart olduğunu anlattım. Sonra şu örneği verdim: Bir kişi düşünelim ki, ben Müslümanım diyor ama Hz. İsa’yı (as) peygamber kabul etmiyor. Bu kişi Kur’ân-ı Kerim’e yani Allah’ın sözüne karşı gelmiş ve zıt davranmış olur. Muhatabıma bu konuda asla şüphe olamayacağını çünkü peygamberlere inanmanın Müslümanların mutlaka iman etmesi gereken bir iman esası olduğunu söyledim.
Daha sonra ise Kur’ân-ı Kerim’de yer alan Hz İsa (as) ile ilgili şu âyeti okudum: “Meryem’in oğlu Mesih (İsa), sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak nasıl yüz çeviriyorlar!” (Kur’ân 5:75).
Daha sonra Hz. İsa’nın (as) Allah tarafından mesajını insanlığa iletmesi için seçilmiş olduğunu söyledim. Müslümanların Allah’ın Hz. İsa’ya (as) İncil adında bir kitap indirdiğine ve Tevrat’ı da tasdik edici bir peygamber olarak gönderildiğine inandıklarını söyledim. Ayrıca Müslümanların bu iki kitabında zaman içinde yorum farklarından veya kasıtlı yahut kasıtsız bir şekilde tahrif edildiğine inandıklarını belirttim.
Aynı zamanda bu Hıristiyan arkadaşımı, Türkiye’de İslâm’ın varlığını korumaya çalışan ve Risâle-i Nur Külliyatı adlı harikulâde bir eser telif eden muhteşem İslâm âlimi ve büyük insan Bediüzzaman Said Nursî hakkında da bilgilendirdim. Bu kişiye Risâle-i Nur Külliyatı’nın insanların Kur’ân’da da yer alan Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adalet konularındaki imanî meselelerini çözdüğünü ve bireylerin imanlarını kuvvetlendirdiğini, ayrıca ümmet bilincini arttırmayı amaçladığını bunların yanında Hz. İsa (as) ile ilgili meselelerin de bu külliyatlarda yer aldığını söyledim. Hıristiyan arkadaşım olduğu yerde sımsıkı oturuyor ve her söylediğim sözcüğü dikkatlice dinliyordu, bunu herhangi bir Pazar vaazını yahut dersini dinler gibi dinlemediği aşikârdı. Ne zaman ki Müslümanların, Hz. İsa’nın (as) ahirzamanda dünyaya geri döneceğine ve İslâm’ı yaymak için çalışacağına, ayrıca Hıristiyanlık ve İslâmiyet’i Kur’ân’ın rehberliği ışığında Deccal’i yok etmek amacıyla birleştirmeye hizmet edeceğine inandıklarını anlattığımda, Hıristiyan arkadaşımın gözlerini sonuna kadar, şaşkınlık ve ilgiyle kocaman açtığını fark ettim.
Sözlerimin sonunda da, daha yeni Müslüman olmuş birinin sınırlı ve mütevazî bilgileriyle Müslümanların Hz. İsa hakkındaki inançlarının anlatmaya çalıştığımı ve bu sebeple noksan ve sınırlı bilgilerimi hoşgörmesini istediğimi söyledim. Bütün bunlara “Sanırım İslâmiyeti araştırmam lâzım” diyerek cevap verdi. Memnuniyetle gülümsedim ve Esselâmu Aleyke (selâm olsun sana) dedim...
TERCÜME: UMUT YAVUZ
What Muslims Believe About Jesus
The Christian holy day Christmas is around the corner. So Allah blessed me with the opportunity to have a discussion with an individual who after finding out that I am Muslim professed a strong commitment to his faith—Christianity. He went on to talk about Jesus, peace and blessing be upon him (PBUH) and the Disciples and the Virgin Mary and he was so immersed in his talk, I just let him talk until it was my turn.
The discussion got into a very deep exchange focusing on Jesus (PBUH) and his return to Earth. The Christian spoke about how Jesus (PBUH) will return from the Kingdom of God and make right all of the ills of mankind. He spoke about Jesus (PBUH) leading an Army to destroy evil on Earth and that once the evil on Earth has been eradicated, that all of God’s children would know what true peace would be.
He seemed very content with himself after his talk, and he then asked me about Islam and what Muslim’s thought about Jesus (PBUH).
I responded by pointing out first to the Christian that Muslim’s have great respect for Jesus (PBUH). That he is mentioned in the Qur’an and that in fact, anything said about Jesus (PBUH) is actually found in the Qur’an. I went on to say that Jesus or Isa in Arabic (PBUH) is a prophet of great significance in both Islam and Christianity. However, there are differences in terms of beliefs about the nature and life occurrences of this noble Messenger.
I said to the Christian that the Qur'an was revealed by Allah to Prophet Muhammad (peace and blessings be upon him). Today, anyone who calls him or herself a Muslim believes in the complete authenticity of the Qur’an as the original revealed guidance from God. So when Muslim’s read about Jesus (PBUH) in the Qur’an, we know that his work and his message are absolute because this information came to the Muslim from Allah.
I told him that belief in all of the Prophets and Messengers of God is fundamental to each Muslim’s faith. Thus, believing in Prophets Adam, Jesus, Moses, and Muhammad (peace and blessings be upon them) is standard belief for anyone who calls him or herself a Muslim. A person claiming to be a Muslim who, for instance, denies the prophet Jesus, is acting contrary to the Qur’an and therefore acting against the word of Allah. I said to him that this was indeed a fact because Jesus (PBUH) is an article of faith the Muslim must adhere to.
The Qur'an says in reference to the status of Jesus as a Messenger:
"Christ the son of Mary was no more than a Messenger; many were the Messengers that passed away before him. His mother was a woman of truth. They had both to eat their (daily) food. See how Allah makes His Signs clear to them; yet see in what ways they are deluded away from the truth!" (Quran 5:75).
I said Jesus (PBUH) was divinely chosen to preach the message of God. Muslims believe that God revealed to Jesus a new scripture, the Injil (gospel), while also declaring the truth of the previous revelation, the Torah. I also explained that Muslims believe that the text of these scriptures became distorted over time or because of interpretation, or both.
I also informed my Christian friend that a great man by the name of Bediuzzaman Said Nursi, a great Islamic Scholar whom led the effort to preserve Islam in Turkey and wrote the Risale-i Nur Collections during his campaign to preserve Islam in Turkey . I told him that the Risale-i Nur Collections helped to strengthen Iman (faith) of individuals who believe in Tawhid (Oneness Of Allah), Nubuwad (Prophethood) of Muhammad (PBUH) Hashir (Hereafter) and Justice of Allah as demonstrated in the Holy Qur'an, I pointed out that he also wrote, thought and promoted the philosophy of the Ummah concept in addition to writing about Jesus (PBUH).
My Christian friend stayed transfixed on every word I had to say; clearly this was no Sunday school lesson or traditional Sunday sermon for him. He soon would open his eyes wider as I began to speak about Muslim’s believing in Jesus (PBUH) and his return to Earth before the end of the world to authenticate Islam, and too unite Christianity and Islam under the guidance of the Qur’an in the defeat of the Dajjal (anti-Christ).
I said to him that I hoped he would view my limited and humble attempt to explain what Muslims thought of Jesus in the context of a recently converted Muslim. He responded by saying to me that he must study Islam. I smiled and said to him... Asalaamu aleikum.
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Hangi “epey yol”? |
|
Mahallî seçimler yaklaştıkça siyasetin söylemi de farklılaşıyor. Meydanlarda, grup ve parti toplantılarında, her fırsatta “Durmak yok, yola devam!” diyen Başbakan Erdoğan, partisinin son Kızılcahamam Kampında buna bir de “epey yol aldık!” övünmesini ilâve etti.
“Tüm yol arkadaşları”na teşekkür eden Erdoğan, bu ayki “ulusa sesleniş” konuşmasında da aynı iddiasını sürdürdü. O denli iddialı ki iktidar olarak, “Geride bıraktığımız altı yılda yaptığımız reformlarla haklı gururu yaşıyoruz. Aşılamaz, ulaşılamaz denilen hedeflere ulaştık. Rüyâ denilen hedefleri gerçekleştirdik” diyor. Ancak hangi reformu yaptığı, hangi rüyâyı gerçekleştirdiğini söylemiyor.
Aynı konuşmada ekonomik krize karşı önce “şu an kriz tepe noktasına ulaşmış ve inişe geçmiş” diyor; devamında ise Türkiye dışa açık, küresel ekonomiye entegre olmuş yapısıyla hiç kuşkusuz bu krizden etkilenecektir” değerlendirmesinde bulunuyor.
Bir taraftan “kriz bizi teğet geçer, vurmaz” güvencesini veriyor; diğer taraftan, “Krizin ülkemizi teğet geçmesi, hatta bir fırsata dönüşmesi için peyderpey tedbirlerimizi alıyoruz” diye konuşuyor.
DEMOKRATİK ZAAFLA DEVAM EDİYOR…
Peki Başbakan’ın “epey yol aldıklarını” ilân ettiği süreçte dönüp geriye baktığımızda hangi mesâfe alınmış, Türkiye hangi konuda ne kadar yol almış?
Başbakan’ın “yola devam” dediği günde zamların devam ettiğini görüyoruz. Bir yıl içinde doğal gaza yapılan yüzde seksen zamma yenisi ekleniyor. Keza, elektrik, akaryakıt ve diğer temel maddelere getirilen zamlarla pahalılık yüzde 100’ü buluyor. Böylece Başbakan’ın “Durmak yol yola devam!” sözü, âdeta “Durmak yok zamlara devam”a dönüşüyor…
Gerçekten reformlarda hangi yol alınmış? Seçimden sonra ortaya atılan “yeni sivil anayasa”dan vazgeçen, AB müzâkere sürecinde çok önemli başlıklar bir yana, ancak sekiz sıradan başlığı açabilen hükûmet, hangi demokratik reformları gerçekleştirmiş?
Başbakan CHP’nin “çarşaf açılımı”na seviniyor; Baykal’ın çarşaflılara altıok rozetini takmasını “olumlu” buluyor; lâkin iktidarın çarşaf bir yana, “dinî bir vecîbe” olan başörtüsüne getirilen yasadışı yasak hakkındaki demokratik zaafı gizliyor.
Yasağın sorulması üzerine, “Ah!.. Ah!..” diye çözümsüzlüğü yasakçılara, Anayasa Mahkemesi’nin “iptal”ine ihâle etmekle kalıyor. Kanunsuz yasağa karşı “velev ki siyasî simge de olsa” gereksiz çıkışıyla girilen anaforda yasadışılığı anayasayla değiştirme yanlışından hiç bahsetmiyor. Hakkında hiçbir hüküm bulunmayan ve tamamen keyfî ve indî dayatılan bir yasağı, demokratik dirençle aşmak yerine düşülen tuzağı teğet geçiyor.
Sormak lâzım; Başbakan bazı başörtüsü mağdurlarına “teselli telefonları” dışında hangi düzeltmeyi yaptı ki “reformlar”dan dem vuruyor?
28 Şubat postmodern darbenin “irtica ile mücadele” konseptinin verdiği tepkiyle iktidara gelen AKP döneminde, 28 Şubat’ın tepeden inme dayattığı Kur’ân kurslarındaki yaş yasağı durmuyor mu? Hâlen her yıl çocuk bu “yasak” yüzünden dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân öğreniminden mahrum edilmiyorlar mı?
Halen imam hatip mezunlarının da içinde bulunduğu meslek okullarına uygulanan “katsayı haksızlığı” devam etmiyor mu?
Ayrıca düşünce ve ifâde özgürlüğünün genişletilmesi taahhüdleri yerine getirildi mi? Hâlen düşünce ve ifâde özgürlüğünü sınırlayan yasalar yürürlükte değil mi?
Sırf deprem gibi umumî bir musîbete yüzlerce Kur’ân âyetinin tefsiriyle “İlâhî ikaz” değerlendirmesini yapan yazarlar, TCK 312’nin yerine ikame edilen 216. maddesiyle yargılanıp ceza almaya devam etmiyorlar mı? Hiçbir demokratik ülkede benzerine rastlanmayan bir biçimde en mâkul “eleştiri”yi dahi “hakaret” sayan 301. madde bütün kısıtlamalarıyla mer’iyyette değil mi? İnsan hakları, sadece terörist başının cezaevi şartlarını düzeltmekten mi ibâret?
Yeni ceza kanunundaki, evinde, komşu ve akraba çocuklarına meccânen Kur’ân dersi verenlerin ihbar üzerine “izinsiz eğitim kurumu açmak”la üç yıla varan hapis cezasını öngören yasa maddesi, AKP siyasî iktidarının eseri değil mi?
REFORMLAR BUNLAR MI?
Doğrusu, Başbakan’ın, Aşık Veysel’in ifâdesiyle “uzun ince bir yolda gündüz gece gittiği” süreçte bunları ve benzerlerini görüyoruz…
Başbakan, belediye başkan adaylarını “temâyül yoklaması”yla, “görüşmelerle” tesbit edeceklerini belirtiyor. Sahi AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin Ulusal Program’da ve Katılım Ortaklığı Belgesinde söz verilen “siyasetin demokratikleşmesi” vaadine ne oldu? Siyasî partiler ve seçim yasasının AB standartlarına göre düzeltilmesi, parti üyelerinin hâkim nezâretinde önseçimi ve tercih sistemini esas alan düzenleme neden bir türlü yapılamadı?
Sonra hükûmetin, “Leyla Şahin” ve “İlâhî ikaz” dâvâlarında AİHM’e gönderdiği savunmalarda, başörtüsü yasağını “yasal bulması”na, inanç ve düşünceyi ifâdenin “suç” sayılıp cezalandırılmasını savunmasına ne demeli?
Başbakan’ın “reform” dediği, herhalde ekonomide Anasol-M hükûmeti devrinde Derviş’in “15 günde 15 yasa” ile IMF ile yaptığı anlaşmanın devamı. Demokratikleşmede ise 1999 Aralık ayında Ecevit’in kerhen gittiği Helsinki’deki “AB üyeliği adaylığı.” Bunun ötesine altı yıldır hangi “reformlar” yapılmış? Bunlar mı rüyâ gibi reformlar?
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Demokrasi paketi mi, yoksa kriz paketi mi? |
|
Kriz sonrası yapılan tartışmalar, sırasını ‘kurtarma paketleri’ açıklamalarına bıraktı. Başta Amerika olmak üzere pek çok ülke patlak veren ekonomik krizi, açıkladıkları paketlerle aşmaya çalışıyorlar.
Gazetelerde yer alan haberlere göre şu ana kadar 39 ülke krizi aşmak için ‘paket’ açıklamış durumda. Türkiye ise henüz böyle bir paket açıklamış değil.
35 ülke ve Avrupa Birliği’nin dünyayı sarsan ekonomik krize karşı açıkladıkları tedbir paketlerinin büyüklüğü toplamda 6.2 trilyon doları bulmuş. Açıklanan bu paketlerin, yaşanan krizi aşmaya yetip yetmeyeceği de tartışmalı. Bunu sebebi de, bankaların ‘batmasına sebep olduğu’ paraların miktarı henüz tam olarak tesbit edilebilmiş değil. ‘Yetkililerce’ bilinse de, kamuoyundan bu bilgiler ‘ticarî sır’ gerekçesiyle gizleniyor.
Son günlerde Polonya hükümeti de küresel krizle mücadele için 24 milyar euroluk bir ekonomik istikrar ve kalkınma paketi açıklamış. Polonya ile birlikte krize karşı tedbir alan ülke sayısı 39’u bulmuş oluyor. Elbette her ülkenin krizle imtihanı farklı. Uzmanlara göre Türkiye, geçmiş yıllardaki ‘tecrübesi’ sebebiyle krizi daha az hasarla atlatacak. Fakat bu, “Bize bir şey olmaz” anlamına gelmemeli. Cari açık ve yüksek miktardaki borç, ülkemiz için tehlikeli bir nokta.
Aslında Türkiye’nin ‘kriz paketleri’nden daha önce ‘demokratikleşme paketleri’ni açıklaması gerekirdi. Hatırlanacağı üzere geçmiş yıllarda her yıl 2 ya da 3 paket açıklanıyor ve kararlı bir şekilde AB yoluna adımlar atılıyordu. Bir yılı aşkın süredir, bu konudaki kararlılık zayıfladı ve ‘demokrasi paketleri’ni konuşmak ve tartışmak yerine ‘ekonomik paketler’i tartışmaya başladık.
Kamuoyunun demokratikleşme yolundaki beklentileri karşılanmadı. Hazırlandığı ifade edilen 9 ya da 10 ‘demokrasi paketi’ bir şekilde ‘uyutuldu’ ya da unutuldu. Aynen ‘Bugün yarın açıklayacağız’ denilen sivil anayasa taslağı gibi. Bakın, aradan aylar geçti ve herkes sivil anayasa taslağını, çalışmalarını unuttu. Arada bir gündeme getirilse de ‘yetkililer’ bu yöndeki sorulara cevap dahi vermiyor. Sanki bu konuda hiçbir çalışma yapılmadı, kamuoyuna sözler verilmedi, çeşitli taahhütlerde bulunulmadı...
Her geçen gün daha da derinleşme sinyali veren ekonomik kriz karşısında elbette ‘paket’ler açıklanmalıdır. Fakat aynı paralelde ve belki de daha öncelikli olmak üzere demokratikleşme paketleri de açıklanmalıdır. Aynı şekilde, sivil bir anayasa ihtiyacı da unutulmamalı, unutturulmamalıdır. Ekonomik krizler yılımızı, sosyal krizler ise yıllarımızı elimizden alıyor. Gerçek ve sağlam bir demokrasiye kavuşabilsek, muhtemelen krizlere karşı da daha dayanıklı ve hazırlıklı oluruz. Çünkü gerçek demokrasilerde hiçbir yönetici ‘dediğim dedik işler’ yapamaz. Hesap vereceğini bildiği için ona göre adım atar ve milletin imkânlarını har vurup harman savuramaz.
Ekonomik krizleri önlemenin yolunun da, sağlam demokrasi paketleri açıklamaktan geçtiğini ne zaman kavrayacağız?
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Herşeye rağmen AB |
|
Erdoğan’ın özellikle partisi hakkındaki kapatma dâvâsında verilen karar sonrasındaki süreçte devletçi ve statükocu kanada yanaştığı yönündeki yaygın kanaat, Metropoll anketinden çıkan sonuçlarla da teyid edildi.
Ankete göre, Başbakanın demokrat ve özgürlükçü çizgiden uzaklaşıp devletçi-statükocu çizgiye kaydığını düşünenlerin oranı yüzde 48.4.
Aksi görüşte olanlar yüzde 36'da kalmış.
Bu bağlamda, Erdoğan’ın Güneydoğu gezilerinde kullandığı, “Ya sev ya terk et” şeklinde algılanan söylemini olumsuz bulanlar yüzde 50.9.
AB reform sürecinin yavaşladığını düşünenler yüzde 56.7. AKP seçmenlerinden, bu yavaşlamayı iktidarın tavrına bağlayanlar yüzde 50.5. “Süreç tekrar hızlanmalı” diyenler yüzde 59.3.
Başbakanın geçen hafta AB heyetiyle görüşmesinde “Yaptırdığımız araştırmaya göre halkın yüzde 60’ı AB’yi istiyor” dediği anket bu olmalı.
Yine Erdoğan’ın hafta sonundaki Kızılcahamam kampında “Statüko bizim lûgatımızda yer bulamaz” deyip AB sürecinde ezberleri bozduklarından dem vurması ve “Devletçi oldu” eleştirilerine karşı “Tayyip Erdoğan milletin evlâdıdır. Devletin mekanizmalarını milleti için seferber eder” gibi sözler sarf etmesi de dikkat çekici.
Bu beyanlardan hareketle, AKP’nin önümüzdeki dönemde, dört senedir—2005 Ekim’inde müzakerelerin de başlamasına rağmen—arayı açtığı AB’ye doğru dümen kırıp, reform sürecini yeniden hızlandırmasını bekleyebilir miyiz?
Keşke öyle yapsa... Türkiye’nin her alanda karşı karşıya olduğu çok yönlü kriz ve problemlerle baş edebilmesi de; AYM kararlarıyla sıkı bir “yargı vesayeti”ne alınmış olan AKP’nin bu cendereyi kırabilmesi de AB reformlarına bağlı.
Eğer AKP iktidarı AB’den müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten itibaren reformlarda frene basmasaydı, 3 Ekim 2005’te başlayan müzakerelerde hızlı ve dinamik bir performans ortaya koyabilseydi ve hepsi bir yana, 22 Temmuz 2007 seçiminde halktan aldığı güçlü desteği iyi değerlendirebilseydi, bu noktada olur muyduk?
Nitekim son yayınlanan İlerleme(me) Raporunda da, yeni anayasa projesini sonuçlandıramayan AKP için, “Halkın verdiği yetkiyi kullanamadı” eleştirisi dile getirilirken, asker-sivil ilişkileri ve yargı reformu başta olmak üzere mâlûm temel konularda yapılması gerekenlerin hâlâ beklemede olduğu bir kez daha vurgulanıyor.
Erdoğan’ın Kızılcahamam kampının kapanış konuşmasında söylediği şu sözler de enteresan:
“Geldiğin zaman işin üç ayı önemli. İlk üç ayda işin temelini attın, attın. Üç aydan sonra şehir seni yemeye başlar. Ondan sonra kusura bakma, patinaj yapmaya başlarsın. İlk üç ayda ne yapacağını bilmeli ve hemen adımları atmalısın. Bunun raconu budur. Biz bu tecrübeyi yaşadık.”
Anlaşılacağı gibi, bu tavsiyenin muhatabı belediye başkanları. Ama dikkat çektiği husus sadece onlar için değil, hattâ onlardan da önce, altı yıldır başında olduğu hükümet için geçerli.
Gerçekten ilk üç ay AKP iktidarı için de çok önemliydi. Gerek 3 Kasım 2002, gerekse 22 Temmuz 2007 seçimlerinin ardından halkın büyük oy desteğiyle alınan iktidarların ilk üç ayı yapısal reformların temelini atma noktasında iyi değerlendirilebilmiş; özellikle anayasa reformu gerçekleştirilebilmiş olsaydı, bugün geldiğimiz yer hem AKP, hem de Türkiye için olumlu anlamda çok daha farklı olurdu. Ama olamadı.
Erdoğan’ın bahsettiği racon iki dönemde de işletilemediği; üçer aylık başlangıç devirlerinde “işin temeli” atılamadığı; dolayısıyla statükoya dokunulamadığı için sistem AKP’yi hızla “yemeye” başladı. Böyle olunca ortaya çıkan sonuç önce “patinaj,” sonra gerileme olarak tezahür etti.
Metropoll araştırmasıyla bağlayacak olursak:
Herşeye rağmen çoğunluğun devletçi-statükocu değil, demokrat ve özgürlükçü çizgiden yana olması ve AB sürecinin devamını istemesi, herkese mesaj veriyor. Gereğini yapan kazanır...
03.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|