Demokrasiyi katleden dış kaynaklı darbelerin ardından ve “28 Şubat postmodern darbe” sürecinin sonunda Türkiye’de gençliğin özellikle mânevî eğitim ve ıslâhında gevşek kalındı. Meclis’te anayasayı değiştirecek sayıya rağmen AKP siyasî iktidarı hep tâvizkâr ve tutuk bir tutum içinde oldu. Tehlikelere karşı tedbirlerde ihmale düştü.
Din eğitimi ve öğretimi hakkıyla verilmedi. İmam hatipler, din eğitimi veren kurumlar üvey evlâd muamelesi gördü. Başörtüsü mağdurlarına katsayı mağdurları eklendi. Diyanet’e gerekli kadrolar bir türlü tahsis edilmedi.
Halkın yüzde 99’unun Müslüman olduğu Türkiye’de çocuklarının dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i öğrenmeleri ve okumaları yaşla sınırlandı; devlet kurumları yaş yasağını denetlediler.
Kırılma öylesine derinleşti ki “izinsiz eğitim kurumlarını açanlara, çalıştıranlara, buralarda ders verenlere” yeni ceza kanununda hapis cezası öngörüldü. Düşünceyi suç sayan meşhur “lastikli kanun” 163. maddenin işlevi gördürülen 312’nin yerine yeni Ceza Kanununda 216. madde ikame edildi. 301 ise yarım yamalak bırakıldı.
Yargısız YAŞ ihrâçları sürdü. Şûranın Başkanı Başbakan ile Millî Savunma Bakanı bir işe yaramayan “şerh” koyma komedisine devam ettiler. Daha önce Başbakan olarak “şerh” koyan Cumhurbaşkanı ise ihrâçların yürürlüğe girmesi için yüksünmeden imzaladı…
GARABETLER VE ÇARPITMALAR
Garâbetler bununla bitmedi. Defalarca “düzeltilmesine” rağmen demokratik zâiyetle düşünce ve ifâde hürriyeti bir türlü AB standartlarına uygun hale getirilemedi. Deprem musibetine “İlâhî ikaz” tefsirini açıklayan yazar ve düşünürlerin yargılanmasına ve ceza almalarına devam edildi.
Papa ve kardinallerin global ekonomik krize bile “İlâhî ceza” dedikleri bir vasatta Diyanet, yüzlerce Kur’ân âyeti ve Peygamberimizin hadisleriyle depreme “İlâhî ikaz” diyenleri bile savunamadı, bunun “İlâhî bir uyarı” olduğunu demekten çekindi.
AİHM’e gönderdiği savunmalarda, başörtüsünü “laikliğe aykırı, gerginlik sebebi ve siyasî simge” sayıp yasadışı yasağı “yasal” bulan hükûmet, “İlâhî ikaz davaları”nda verilen cezaların gerekli ve yasalara uygun olduğunu Strasbourg’a bildirdi.
Başörtüsü yasağını “yasallaştıran” yanlışlarla yasak daha yaygınlaştı. Yeni Cumhurbaşkanının atadığı yeni rektörler de yasağı eksiksiz uyguladılar. Başbakan mağdurlara “teselli telefonları”yla kaldı.
Çarpıtmalarla göz göre göre “inanç özgürlüğü” ve “dinî azınlıklar” İslâm’ın içinde olan Alevilere, “insan hakları” ve “etnik azınlık” konusu ülkenin eşit vatandaşları olan Kürtlere hamledildi. Siyasî irâde gösterilmedi.
Gençleri zararlı alışkanlıklara karşı koruması gereken üniversiteler, kanunsuz keyfî başörtüsü yasağını dayatmasıyla uğraştı. Okullarda ezbere dayalı bilgilerle sınıf geçen ve “köşeyi dönmekle” sınıf atlattığını zanneden zavallılardan mürekkep kompleksli kalabalıklar önce sokakları, sonra hapishaneleri doldurdu.
Mânevî terbiye eksikliği özellikle gençleri ve çocukları etkiledi. Popüler medyanın da sansasyonuyla “nazar-ı dikkatler şu hayata (dünyevileşmeye) celbedildi.” Sürekli sefâhet ve eğlence kültürü enjekte edildi. Her şeyi boşveren “ipod gençliği” türetildi…
Bu süreçteki siyasî çarpıklıklar, problemi daha da derinleştirdi. Başbakan Yardımcısı “Başörtüsü Türkiye’de yüzde birbuçuğun meselesidir” diye konuştu.
Bütçesi milletin vergilerinde oluşan TRT, bir tek yılbaşı gecesinde birkaç şarkı için bir trilyondan fazla harcadı. Seçilen başörtülü belediye meclisi üyelerini toplantılara almayan iktidar partisine mensup belediye başkanları, ilgili bakanlıklar spor ve fitnes salonları perdesinde eğlence ve sefâheti terviç eden çalışmalarla övündüler. Herkese, özellikle muhâfazakâr âilelere açık konser ve eğlence partileri, toplumu temelinden sarstı…
TEDBİR, MÂNEVÎ TERBİYE VE EĞİTİMDE
Öylesine ki Anayasa Mahkemesi, “kadınları topluma kazandıran başarılı icraatları”ndan dolayı iktidar partisini ceza indirimiyle “kapatmamakla” ödüllendirdi. Başbakan, kadınların ev hapsinden kurtarılıp sosyal hayata karışmalarının gereğinden dem vurdu…
Farkında olmadan cemiyeti zehirleyen ifsad, “toplumu “dünyevileştirme” ve “medeniyetin seyyiatıyla”, kötülükleriyle, sefâheti ve ahlâk dışılığıyla “dönüştürme” ve mübtelâ etme plânının bir parçasıydı…
Kısacası, Hollywood, dünya eğlence sektörü, uluslar arası sermaye, küresel güçlerin, inanç ve ahlâkta tahrip projelerine teşneye seyirci kalındı.
“Muhâfazakâr” iktidar partisine mensup belediyelerin sazlı sözlü eğlence programları, en çok muhâfazakârları dejenere etti. Daha önce bu tür tertiplere mesâfeli Anadolu kent ve kasabaları, büyük şehirlere taşınmış mazbut âileler, kalabalıklar, çalgılı danslı karma seyirleri “normal” ve “mubâh” gördüler. Kitleler safha safha sefâhete alıştırıldılar.
Neticede okumayan, şefkat ve saygı bilmeyen, nesiller yalnızca nefislerine meftun girdaba girdiler. İnsanların gustoları ve nefisleri azdırıldı ve âdeta insanlığın “içi” boşaltıldı. Başkalarının “yaşam biçimi” yüceltildi; dünyevileşmeden uzak duranlara “dünyadan nâsibini alamamış” nazarıyla bakıldı…
Câzibedâr hevesat telkin ve tevic edildi. İnsanlar nefislerinden yakalandı; “pervâne gibi câzibedâr fitnenin ateşine düşürtüldü.” Hâdiselerin fetvâlarıyla, yolsuzluklar ve ahlakî aşınmayla “dünyevileşme marazı” azdırıldı. Zehirlenen toplumda, kavgalar, cinnetler, cinâyetler günlük sıradan olaylardan sayıldı.
Ve son yedi yılda yüzde yüz artışla cezaevlerinde yüzbini aşkın insan birikti. Çâre, cemiyetin kaybettiği yerde, inanç ve ahlâk takviyesinde, dinî eğitim ve öğretimin doğru ve hakkıyla verilmesinde.
Temel tedbir budur…
21.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|