Arıtman CHP’den ihraç edilmeli
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annesi Adeviye Gül, pekâlâ Ermeni olabilir.
Kürt de olabilir; Gürcü ya da Çerkez de... Safkan Türk de olabilir...
Adeviye Gül, Ermeni’yse bu bir zenginliktir. Kürt ise bu da zenginliktir. Gürcü’yse o da zenginliktir. Safkan Türk’se, bu da aynı derecede bir zenginliktir.
Çünkü, bu yerküre üzerinde yaşayan her insan bir zenginliktir. Çünkü, bu yerküre üzerinde var olan her ulus, her etnik grup, her aidiyet kümesi bir zenginliktir.
Her biri, insanlık varlığının ve mirasının meşru ve eşit ortaklarıdır. Hiçbiri, salt kim olduğundan, kökeninden yola çıkarak bir diğerine üstünlüğünü ileri süremez.
Aynı şekilde, hiçbir grup ya da mensubu, salt kökeni nedeniyle herhangi bir ayrımcılığa maruz kalamaz. Hiç biri, salt kimliği nedeniyle bir aşağılamanın, suçlamanın hedefi olamaz.
Olduğu durumların uygar ülkelerin sözlüğünde bir karşılığı var: Irkçılık...
İçeriğiyle mutabık olmadığınız bir bildiri karşısında, bu bildiriyi hoşgörüyle karşılayan bir şahsı, etnik aidiyeti üzerinden suçlayıp köşeye sıkıştırmayı denerseniz, işte bu suçu işlemiş olursunuz.
KİMSE KİMSEYİ KANDIRMASIN
CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın, bir grup aydının imza attığı Ermenilerle ilgili özür bildirisine karşı çıkmadığı için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü aile kökenine ilişkin iddialar üzerinden suçlaması, tam bu kategoriye giriyor.
Arıtman, “Gül’ün bu kampanyayı desteklediği görülüyor. Gül, Türk milletinin cumhurbaşkanlığını yapsın, etnik kökeninin değil. Gül’ün anne tarafından etnik kökenini araştırın, görürsünüz, etnik kökeninin Ermeni olduğunu. Gül’ün doktor dayısı asistanlarına söylemiş” diye konuşuyor.
Burada “Ermeni olmak” açık bir olumsuzlama konusu olarak kullanılıyor.
Ayrıca, içinde yaşadığımız toplumun yabancısı değiliz... Ülkemizde, Ermeni imasının toplumun oldukça geniş bir kesiminde nasıl olumsuz çağrışımlara yol açtığını, dolayısıyla Arıtman’ın bu sözlerinin kahvelerde nasıl dolaşıma sokulacağını bilmiyor muyuz? Kimse kimseyi kandırmasın.
TÜRKLÜĞÜ KANITLAMANIN YOLU
Tam iki gündür sosyal demokrat bir parti olma iddiasındaki CHP’nin bu konuda nasıl bir tavır alacağını merakla bekliyorum.
Ben CHP’den tavır beklerken, Arıtman bu süre boyunca aynı çizgideki açıklamalarını sürdürdü, hatta “soykırım savını destekleyen herkese, sen Ermeni misin diye sorarlar” diyerek işi daha da tırmandırdı.
Böylelikle Türkiye’de yaşayan ve soykırım tezini savunan herkese etnik köken olarak Ermeni’lik atfedilmiş oluyor. Bu, yeni bir durum.
Bu mantığı izlediğinizde, soykırım tezlerine karşı çıkmak, Türk olduğunuzu kanıtlamanın bir olmazsa olmazı haline geliyor. O zaman Kürt sorununa siyasi bir çözüm savunmak da sizin Kürt sayılmanız için yeterli görülebilir. Bu konudaki örnekler çoğaltılabilir.
CHP İÇİN UYGARLIK SINAVI
Bu yazıda Arıtman’ın sözlerinin yanlışlığını göstermeye çalışarak zaman kaybetmek istemiyorum. 2008 yılında böyle bir yazıyı yazmak zorunda kalmaktan da ciddi bir şekilde rahatsızım, mutsuzum, üzgünüm... Arıtman, bu sözleri Çarşamba günü sarf etti. Ben dün akşam saatlerinde bu yazıyı yazarken, henüz CHP adına resmi bir açıklama yapılmış değildi. Yapılan bazı açıklamaların çok cılız kalması, hatta Arıtman’a arka çıkan bazı demeçlerin verilmesi rahatsızlığımı daha da artırmıştı. Herhalde gerçek anlamda Batılı bir sosyal demokrat parti söz konusu olsaydı, bu sözleri sarf eden kişinin ihraç edilmesi için gerekli işlemler çoktan başlatılmış olurdu. Ama ben artık sosyal demokratlığın gereklerinden vazgeçtim. Gelinen noktada, Arıtman hakkında nasıl bir tavır alacağı CHP’nin insanlık ve uygarlık anlayışı bakımından bir sınav haline geldi galiba...
Not: Bu yazıyı tamamladıktan sonra CHP Grup Başkan Vekili, Arıtman’ı A) Gül’le ilgili sözlerinden dolayı “sözlü” olarak uyardıklarını açıkladı. Başkan Vekili, B) izin almadan konuştuğu gerekçesiyle ayrıca “yazılı” olarak da Arıtman’ı uyarmış ve izinsiz konuşmanın tekrarı halinde disiplin kuruluna sevk edileceğini bildirmiş. Bu durumda yazımda değişiklik yapma ihtiyacı duymuyorum.
Milliyet, 20 Aralık 2008
|
Sedat Ergin
21.12.2008
|
|
Eşekli yazı
Emre’ye mektup yazıyorlarmış (Aköz), diyorlarmış ki “bozkırın ortasında demokrasi mi olurdu, halkımız çok partili rejime hazır değildi” ...
Emre de dedi ki, “ulan eşekler, gidin de Taksim’deki belediye sergisinde cumhuriyetten önceki seçimlerde kullanılan oy pusulalarını, propaganda afişlerini, mühürleri görün” ...
Emre kibar adamdır, kendisini tenzih ederim, “ulan eşekler” kısmını ben ekledim!
Çünkü başka tanım bulamadım. Bu ülkede birçok kişi, yalnız bilmemekle kalmıyor, öğrenmek de istemiyor.
Üstelik bilene ve anlatana da kızıyor.
“Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” özdeyişini “bilmemek makbul, öğrenmemek marifet” şekline çevirmişler. Bununla da övünüyorlar.
Papağan gibi ezberledikleri yalan yanlış dolduruşlar onları rahatlatıyor. Kör karanlık içinde pek mutlular.
Utanç verici bir geriliktir bu. İlericilik, devrimcilik, Atatürkçülük adına yapılması da yüz kızartıcıdır.
Elbette herkesten sosyal bilimler eğitimi almasını, tarihten anlamasını bekleyemeyiz... Fakat gazete de mi okumuyorlar?
Kaç kere yazdık bre cahiller, kaç kere? Arnavutça mı yazıyoruz da anlamıyorsunuz?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda çok partili sistem geçerliydi. Tek parti diktasına iki sene sonra, 1925 yılında geçildi. Bu amaçla Fethi Bey hükümeti düşürüldü, diktayı kuracak olan İsmet Paşa hükümeti geldi.
1925-1945 arası tek parti dönemi, “asıl” değil “arızadır” cumhuriyette... Kuruluşunda yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda tek parti diktası da, 1913-1918 arası, altı sene sürdü (altı yıldan iki ay eksik)... O da bir arızaydı.
1908 devriminden sonra tam dört buçuk yıl boyunca gene demokrasi vardı imparatorlukta...
Hem imparatorlukta hem de cumhuriyette bir sürü siyasi parti vardı... Üç ayrı sosyalist parti bile vardı. Dinci parti de vardı, liberal parti de vardı, azınlık partileri de vardı.
Birinci diktaya Balkan Savaşı, ikinci diktaya Şeyh Sait ayaklanması bahane edildi.
İstanbul’da olabilen demokrasi bozkırın ortasında yürümüyorsa, paşa babanız yirmi yıl sonra çok partili sisteme neden geri döndü? Bozkırı mı suladınız? Yirmi yılda ne olmuştu da halkımız demokrasiye hazır hale gelivermişti?.. Eğitim düzeyi mi çok yükselmişti, ekonomi mi gelişmişti, sınıflar mı oluşmuştu? Yoksa, tıpkı bugün olduğu gibi “dış dinamikler” mi zorlamıştı Türkiye’nin ağalarını?
Bozkırın ortasında demokrasi olmazdı da, 1930’da kısa süreliğine bir muhalefet partisine niçin izin verildi? “Muvazaa” derler, muvazaaya ne gerek vardı acaba?
Yoksa daha fazla söktürememiş, duvara mı toslamıştınız?
Boşa konuşuyorum. Sizi yormak istemem. Rahat olun. Bilmeyin, öğrenmeyin, düşünmeyin, tartışmayın. Kendi karanlığınızda debelenip durun. Size o yakışıyor.
Kafanızın, “cumhuriyet olmasaydı bir bayrağımız bile bulunmayacaktı” diyen kafadan ne farkı vardır?
“Çanakkale’de, İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da dalgalanan, İzmir’e dikilen yatak çarşafı mıydı?” diye sorarlar adama...
Sabah, 20 Aralık 2008
|
Engin Ardıç,
21.12.2008
|
|
Yüzde 48 alan parti var mı?
Yalçındağ, hem kriz döneminde güvenli bir duruş sergilemek için hem de kriz sonrasını bugünden şekillendirmek için AB ile ilişkilerin yeniden canlandırılması gerektiğini vurgulamış...
Dünyanın stratejik olarak yeniden yapılandığı bir dönemde rekabetçi bir ekonomi olarak var olabilmenin, istihdam yaratmanın ve halkın refah düzeyini yükseltmenin AB sürecini bugünkünden çok daha fazla ciddiyetle ele almayı gerektirdiğini kaydetmiş...
Bu süreçte AB’den kaynaklanan sorunların bir bahane olamayacağını söylemiş...
‘Biz bu ilişkiye bir tempo, bir ciddiyet kazandırmadıkça bu ortamı istismar etmek isteyenler hep olacaktır. Oysa küresel rekabet gücü hızla artan AB standartlarına ulaşmış ve halkının ‘Biz Avrupalıyız’ dediği bir Türkiye’nin AB üyeliği kaçınılmaz bir tarihsel gelişmedir’ diye konuşmuş...
Hükümetin son dönemlerde AB müzakere sürecini gündemden düşürmesinin, demokratikleşme ve ekonomik reform sürecini bir kenara itmesinin Türkiye’nin uzun dönem büyüme dinamiklerine büyük zarar verdiğini seslendirmiş...
Yalçındağ, 2008 yılının AB yılı ilan edildiğini ancak konunun yine ülke gündemi dışında tutulduğunu ve bu tutumun AB ülkelerindeki Türkiye karşıtı lobilerin ve siyasi odakların ekmeğine yağ sürdüğünü hatırlatmış...
‘Böyle bir dönemde AB’ye katılım konusunda gerçekten istekli bir hükümetten konuya birinci derecede sahip çıkıp, yönlendirici ve etkili bir iletişim modeli benimsemesi beklenmez mi?
Kabinenin zamanla yarışması, demokrasi, insan hakları ve yapısal uyum konusundaki eksikleri giderecek kapsamlı bir paket ve takvim açıklaması, hedefler koyarak toplumu hareketlendirmesi gerekmez mi?’ diye sormuş...
‘Şunu çok iyi kavramak lazım: AB üyelik sürecinin gerektirdiği reformlar aynı zamanda Türkiye’nin küresel rekabet gücünü artırmak için de gereklidir ve bu alanda atılacak her somut adım mevcut kriz ortamında zeminimizi güçlendirme işlevi görecektir’ demiş...
* * *
İş dünyasının AB konusundaki tavrı açık ve net... Müzakere ve reform sürecinin daha ciddiye alınıp ihtiyacımız olan ivmenin yakalanmasını talep etmekte...
Üstelik iş dünyası bu vurguyu, Türkiye’nin Brüksel’den Hükümetlerarası Konferans’ta Avrupa Birliği’yle ‘Sermayenin Serbest Dolaşımı’ ile ‘Bilgi Toplumu ve Medya’ başlıklarını müzakereye açtığı gün yapmakta...
Daha enerjik bir gayret istemeleri boşuna değil, çünkü 2005’te başladığı müzakerelerde dün iki başlık daha açan Türkiye’nin açtığı başlık sayısı 10’a ulaşırken, yalnızca 1 başlık kapanabildi.
Aynı tarihte müzakereye başlayan Hırvatlar ise dün açtığı başlık sayısını 22’ye, kapattıklarını 7’ye yükseltti...
* * *
İş dünyasının çok müspet baktığı AB sürecine toplum nasıl bakıyor? Onu da son yapılan anketten okuyabiliyoruz... Çünkü AB’nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu birimi Eurobarometre, son iki ay içinde yaptığı çalışmanın ilk bulgularını yayımladı.
Eurobarometre’ye göre, Türkiye’de AB üyeliğine destek verenlerin oranı bir önceki çalışmaya oranla yüzde 7 gerileyerek, yüzde 42 oldu.
Türkiye’nin AB üyeliğinden fayda sağlayacağını düşünenlerin oranı da yüzde 58’den yüzde 48’e geriledi. AB’nin olumlu bir imaja sahip olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 8’lik düşüşle, yüzde 41 oldu.
Neymiş?
İç sömürgeci anlayışın her türlü istismarına rağmen AB’nin ülkeye fayda sağlayacaklarını düşünenlerin oranı yüzde 48...
Hiçbir partinin oylarının ulaşamadığı kadar yüksek bir oran...
* * *
Ankara labirentlerinde yerel statükonun kezzaplı ataletine kurban gitmek yerine... Türk toplum ve devletini dönüştürmeyi tek hedef haline getirip... Toplumun AB taraftarı olan çok büyük ve en nitelikli kesiminin desteğiyle dünyalaşmaya doğru hızlıca yürümek daha anlamlı değil mi?
Star, 20 Aralık 2008
|
Mehmet Altan
21.12.2008
|