Bundan dört yıl kadar önce iman ve hidayet dairesine giren sanatçı Yaşar Alptekin'in mukaddes beldelere gidip hac fârizasını yerine getirmesi, şu günlerde medyanın daha bir ilgi odağı haline geldi. Birçok medya organı ve özellikle televizyon kanalları, onunla ilgili haber yaptı, uzun söyleşilerde bulundu.
Kimileri olanı biteni olduğu gibi yansıtmaya çalışırken, kimileri de kasıtlı bir çarpıtma ile sanatçıyı karalamaya, onu hiç de hak etmediği bir zan ve töhmet altına sokmaya tevessül etti.
Biz de az–çok tanıdığımız değerli sanatçının son yaşadıklarını medyadan takip ettik, kendi konuşma ve beyanlarını dinledik, sıkıntılarını fark ettik, sevinçlerini hissettik ve bu çerçevede bazı düşünce ve mülâhazalarımızı hem sayın Alptekin'le, hem de sizlerle burada paylaşmak istedik.
Sabancı'nın cenaze namazında büyük bir "inkılâb" yaşadı
Halen kırk yedi yaşında olan Yaşar Alptekin, aslen Tekirdağ Şarköylü'dür. Sanat camiâsına dansçı, manken ve oyuncu olarak katıldı. Kısa zamanda büyük şöhret kazandı ve aranan bir sanatçı oldu.
Şân ve şöhreti gibi maddiyatı da yerindeydi. Bu minval üzere yıllar birbirini kovaladı, gitti.
Ne var ki, içinde büyük bir mânevî boşluk hissediyordu. Üstelik, bunu hiçkimseyle paylaşamıyordu. Çünkü, çevresinde dinden, mâneviyattan anlayan, yahut bu gibi şeylerden söz eden kimseler pek yoktu.
İç dünyasındaki arayış hissi ise, aynen devam ediyordu. Bir sevk–i İlâhî ile, aradığı hakikati 2004 yılının Nisan ayı ortalarında buldu.
* * *
12 Nisan 2004 tarihinde, İstanbul Fatih Camiinde, Türkiye'nin en zengin işadamlarından biri olan Sakıp Sabancı'nın cenaze namazı kılındı. Sanatçı Alptekin'in dünyası da, işte o gün hayret ve hayranlık uyandıran bir ruhî ve bedenî inkılâp ile o gün değişti.
Çeşitli röportajlarında ve bilâhare kaleme aldığı "Namazla Yeniden Doğdum" isimli kitabında anlattıklarına bakılarak, o tarihte yaşadıklarını şu şekilde özetlemek mümkün...
Cenaze merasim programından bir gün önce tevâfuken haberdar olan Yaşar Alptekin, insiyakî bir duyguyla bu merasime katılmayı arzu eder.
Hemen bir arkadaşını arar ve yardımcı olmasını ister. Çünkü, o güne kadar namaz kılmakla, camiye–cenazeye gitmekle hiç işi olmamış. Dolayısıyla, Fatih Camiinin nerede olduğunu dahi bilmiyor.
Neyse, ertesi gün gelir ve arkadaşıyla birlikte Fatih Camiine giderler. Sakıp Sabancı'nın cenaze namazını ise uzaktan seyretmek durumunda kalırlar.
İşte tam o esnada hiç umulmadık bir şey olur. Yaşar Alptekin, etrafa nazar gezdirirken, tam bir huzur ve huşû içinde duâlar eden yaşlıca bir teyze dikkatini çeker. Ona dikkatle bakar. Bakarken düşünür, düşünürken de iç dünyasında bir kaynama başlar. Bütün zerratı lerzeye gelir, baştan ayağa titrediğini hisseder.
Aniden, evet âniden basiret gözü açılır ve kendisi de namaz kılmayı, ibadet etmeyi arzu eder. Bu arzusunu arkadaşına anında iletir: "Bana namaz kılmayı öğretir misin?" der. Arkadaşı ise, "Kafana saksı mı düştü? Sen ne diyorsun?" tarzında mukabele eder.
Ne var ki, mesele son derece ciddidir. Hayatın geçici ve fâni olduğu bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır. İşte, tabuttaki şahıs. Dünya serveti itibariyle zengin mi zengin. Ama, bunun faydası işte buraya kadar. Peki, ya ötesi? Ötesi ne yapmak lâzım? Mutlaka birşeyler yapmak lâzım...
Bütün bu duygu ve düşünceler, Yaşar Alptekin'i almış, başka âlemlere götürmüş. O âlemde, artık sırf maddî ve dünyevî şeyler yok. İbadet var, mâneviyat var, mukaddesat var. Bunlara yönelmeli ve ona göre yeni bir hayata başlamalı.
Kesin kararlıdır. Bunları yapmaya koyulacak. Arkadaşından bir kez daha yardım ister: "Bu akşam gelip bana namazı öğretir misin?" der.
Meselenin ciddiyetini kavrayan arkadaşı, isteğine uyar ve evine giderek dediğini aynen yapar. Abdesti, namazı ona öğretir.
Sanatçı, gecenin geç saatlerinde farzları öğrenmeye ve hatta tek başına tatbik etmeye başlamıştır. İçi içine sığmaz olmuştur. Gözleri de artık uyku tutmaz olmuştur. Şafağın sökmesini, namaz vaktinin girmesini bekler, gidip sabah namazını camide kılmak ister.
Uyuyamayınca, gecenin bir vakti yürüyerek Kozyatağı Mehmet Çavuş Camii'ne gider. Ancak, vakit gecenin bir yarısı olduğu için, cami kapalıdır. Oracıkta henüz kimsecikler yoktur. Beklerken, bir yandan da korkuyla karışık tereddütler içindedir: "Beni tanıyanlar tarafından ya reddedilir, kovulursam? Ya, 'Senin gibilerin burada ne işi var!' azarına mâruz kalırsam?" diyor, kendi kendine...
Neyse ki, korktuğu başına gelmez. Uzun süre bekledikten sonra, cami kapısına doğru Hızır gibi bir zât gelir. Gerisini şöyle anlatır Alptekin: "Ak sakallı, ak saçlı, kırmızı süveterli bir dede gelip beni içeri aldı. Rabbimin huzuruna ilk gelişimdi. Ezan okundu, tüm vücudum, hücrelerim titredi. Unutamadığım bir namaz kıldım. Bu camide ilk namaz kılışımdı."
İşte, bu tarihten sonra iç dünyası gibi, iş dünyası da değişmeye başlar, Yaşar Alptekin'in. Kimi ona delirdi gözüyle bakar, kimi de haline akıl sır erdirmekte zorlanır.
Ne var ki, bu bir sevk–i İlâhî'dir. Bir hidayete mazhariyet meselesidir. Rabbim isterse, bir anda yazı kışa, kışı yaza çevirir. O isterse, İbn–i Hattab'ı bir gün içinde hak ve adâlet timsâli olacak bir Ömer'e (ra) döndürür. O'nun yanında hiçbir zorluk yoktur. Ancak, O'nun bütün işlerinde hikmet dolu sırlar vardır.
İşte o sırlı hikmetlerden biri de, sanatçı Yaşar Alptekin'in hayatında tecelli etmiştir. Başkasının bunu anlamaması, o mânânın tecellisine perde teşkil etmez.
....................................
Bir sonraki yazıda, aziz din kardeşimiz Yaşar Alptekin ve onun durumunda olanlara önemli bazı tavsiyelerde bulunmak arzusundayız.
20.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|