Başbakanın yakınlarda “İnişe geçti” dediği, ama bizi yeni yeni sarsmaya başlayan ekonomik kriz her geçen gün daha da büyüyen bir kâbus gibi üzerimize çöküyor.
Aylardır krizi küçümseyen, “Bizi teğet geçecek, en az etkilenen ülke Türkiye olacak” beyanlarıyla vakit geçiren hükümet yetkililerinin, hâlâ tekrarlamaya devam ettikleri bir söz var:
“Bünyemiz eskisi gibi zayıf değil. Yapılan reformlarla daha sağlam ve dayanıklı hale geldik.”
Demek ki, eğer Ecevit’le Bahçeli’nin Anasol-M hükümeti iş başındayken yakalandığımız ve cumhuriyet tarihinin küçülme rekorunu yaşadığımız 2001 krizinden sonra yapılan kısmî reformlar olmasaymış şimdi de halimiz harapmış.
Bunların ötesinde, bizi eskiye nisbeten daha muhkem hale getiren asıl faktörün AB sürecinde yapılanlar olduğunu ise Ali Babacan söyledi.
17 Aralık 2004’e kadar AB adayı, o tarihten 3 Ekim 2005’e kadar Brüksel’den müzakere tarihi almış ve ondan sonraki süreçte de resmen üyelik müzakerelerine başlayan bir ülke olmamızın hem iç dengelerde, hem de dışarının bize bakışında meydana getirdiği olumlu değişim, ekonomide de önümüzü açan gelişmeleri tetikledi.
AB süreci dünya ile entegre olmamızın yolunu açarken, kalıcı yatırım için gelen yabancı sermaye akışı hızlandı. Devletin ekonomideki ağırlığını azaltıp, hür teşebbüsün faaliyet alanını genişleten reformlar iktisadî hayatı canlandırdı.
Ama bu alanda da yapılanlar, demokratikleşme reformlarında olduğu gibi, yapılması gerekenlerin yanında devede kulak mesabesinde kaldı; arkası getirilemediği için bir yerde tıkandı.
Devlet eliyle birilerini zengin etme mekanizması olarak işleyen ihale düzenini çağdaş AB kriterlerine uygun şekilde ıslah etmekten kaçınılması; yerli ve yabancı girişimcileri canından bezdiren bürokratik formalitelerin mâkul düzeye çekilemeyişi gibi olumsuzluklar devam etti.
Keza, genel bütçede, görünen ve görünmeyen kalemleriyle en önemli masraf hanelerinden birini oluşturan savunma harcamalarının azaltılamaması da ciddî bir handikap olarak duruyor.
Bu konunun krizle bağlantısını Prof. Seyfettin Gürsel “Ekonominin krizden çıkışı üç siyasî sorunun çözümüne bağlı. Çünkü para Ege, Kıbrıs ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor. Bu üç sorun çözülürse savunma harcamaları azalır” (Neşe Düzel, Taraf, 15.12.08) sözleriyle kuruyor.
Savunma harcamalarının azalması ise, asker üzerindeki sivil kontrolün sağlanmasına bağlı.
Şimdiye kadarki AB raporlarında defaatle ve ısrarlı bir şekilde vurgulanan bu hususun gereği ne yazık ki şimdiye kadar bir türlü yapılamadı.
Bu konuda yapılanlar, 2003 yazında Meclisten geçen kısmî MGK reformuyla sınırlı kalırken, asker-sivil ilişkilerinin yapısal temelinde neşter vurulmayı bekleyen temel sorunlara hiç yaklaşılamadı bile. Aktütün saldırısıyla su yüzüne çıkan sınır karakolu ve golf skandalları, bu durumu ele veren hazin örneklerden sadece birkaçı.
Netice olarak, sadece ekonomiyi ilgilendirenlerin değil, siyaset alanındaki demokratikleşme reformlarının da tamamlanmayıp eksik ve yarım bırakılması, ekonomiyi kırılganlaştırıyor.
Çünkü yine Gürsel’in ifade ettiği gibi:
“Ekonomik ve siyasî reformlar yapılamayınca Türkiye büyüyemeyecek ve işsizlik artacak...”
Onun için Türkiye, kriz olayını yalnızca ekonomik boyutuyla değil, siyasî ihtilâtlarıyla da birlikte bir bütün olarak görüp değerlendirmek ve yapılması gerekenleri o çerçevede kapsamlı bir bakış açısıyla tesbit ederek gereğini yapmak gibi kaçınılmaz bir zorunlulukla karşı karşıya.
Ne yazık ki AKP, başından beri böyle bir bakış açısına sahip olamadı ve ya asıl niyeti farklı olduğu, ya da olayı doğru anlayıp takipçisi olma kapasitesine sahip olmadığı için, aldığı oyların hakkını veremeyerek tarihî bir fırsatı kaçırdı.
Türkiye’ye tam altı sene kaybettirdi.
Bakalım, daha da kaybettirecek mi?
20.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|