Türkiye’nin AB ve demokratikleşme ile otoriter bir Asyalaşma arasında tercih yapmak zorunda kalacağı yeni bir yol ayrımının eşiğinde durduğuna ilişkin, Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’in yorumunu dün aktarmıştık.
Gürsel bu yorumu, sözünü ettiği yol ayrımının, iktidardan ziyade, toplum olarak hepimiz için geçerli olduğunu düşünerek yapmış olmalı.
Çünkü iktidar partisi tercihini çok önceden yapmış görünüyor. Ki, Gürsel de AKP’nin kapatma dâvâsı sonrasında siyasî reformları yapmama konusunda orduyla uzlaştığını ifade ederek, bu tercihin ne yönde olduğunu belirtiyor.
Ama bizim kanaatimiz, söz konusu tercihin çok daha önce yapılmış olduğu istikametinde.
Ve bu işin evveliyatı 17 Aralık 2004’e gidiyor.
Hatırlanacağı gibi, o tarihte geceyarılarına kadar süren hararetli ve çekişmeli pazarlıklardan sonra AB Türkiye’ye müzakere tarihi vermişti.
Müzakereler 3 Ekim 2005’te başlayacaktı.
Bu kararın açıklanmasının ardından Başbakan büyük zafer kazanmış bir komutan edasıyla döndüğü Türkiye’de şenliklerle karşılanmıştı.
O günden sonra beklenen ve olması gereken, AB sürecine daha sıkı bir şekilde sarılarak, ard arda yeni reformları gündeme getirmek ve o zamana kadar yapılanları da kâğıt üzerinde kalmaktan çıkarıp bir bir uygulamaya yansıtmaktı.
Ve AB kriterleri çerçevesinde devleti yeniden yapılandırıp toplumu buna hazırlamak için, süreci gündemin bir numaralı maddesi yapmaktı.
Ama olmadı. AB ve demokratikleşme reformları için vites yükseltmesi beklenen hükümet, tam tersine rölanti ve patinaj pozisyonuna geçti. Müzakere sürecini takip ve koordine edecek başmüzakerecinin tayini bile aylarca sürdü.
3 Ekim 2005’te başlayan müzakerelerin o günden beri devam ettiği, teknik tarama süreçlerinin tamamlandığı, sekiz fasılın açıldığı söyleniyor, ama kamuoyunda hiç de öyle AB üyeliğine hazırlanan bir ülke görüntüsü mevcut değil.
Bizimle aynı gün müzakerelere başlayan Hırvatistan neredeyse fasılların tamamını açıp kapatma, müzakere sürecini tamamlayıp birliğe girme noktasında, ama biz hâlâ çok gerilerdeyiz.
Bu durumun, Sarkozy ve Merkel başta olmak üzere Türkiye’nin üyeliğine karşı liderlerin engellemeleri gibi AB içinden kaynaklanan sebepleri de var şüphesiz, ama asıl sorun “Bu reformları AB için değil, kendi halkımız için yapıyoruz” dediği halde ipe un seren AKP’nin tavrında.
AKP iktidarı AB’den uzaklaştıkça statükoya yanaştı. Kendisi dışında hazırlanıp uygulanması için eline tutuşturulan gizli anayasaya (kırmızı/mavi kitap, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi) “evet” dedi. AB’ye her rest çekişinde tekrarladığı “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yola öyle devam ederiz” sözünün gereğini, Ankara kriterlerine boyun eğerek yerine getirdi.
O Ankara kriterleri kâh 27 Nisan muhtırası, kâh 367 kararı, kâh kapatma dâvâsı olarak karşısına çıktı. Dâvâ sonucunda kapatılmadıysa da kapanmaktan daha beter bir şekilde kıskaca alınıp statükonun terbiyesi altında devam ediyor.
Son günlerde dış basında da birbiri ardı sıra çıkan yorumlarda dikkat çekilen işaretler bu “terbiye”nin sonuçları değilse başka ne olabilir?
Ne deniliyor o yorumlarda?
“Çoktandır reformları ağzına almayan Erdoğan devletçi, milliyetçi söylemlere yöneldi. Artık generallerin ve devletin ağzıyla konuşuyor.”
Buna karşılık, hükümette AB için hâlâ bir hareketlenme gözlenmiyor. Ağustos’un son haftasında Bakanlar Kurulu gündemine geldiği açıklanan Ulusal Programdan bir daha ses çıkmadı.
2008’e girerken ve kapatma dâvâsı sonrasında seslendirilen “Artık AB’de yoğunlaşacağız” sözlerinin yerini ise, Cemil Çiçek’in “AB raporlarında bize yapılan eleştiriler, ayaküstü değerlendirmelerin neticesi” ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın “Türkiye AB üyeliğiyle değil, kendi başına varlığını sürdürebilecek bir ülke” sözleri aldı...
18.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|