Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, Neşe Düzel’e verdiği mülâkatta, 2009’a girerken Türkiye’nin yeni bir yol ayrımına doğru gittiğini ifade ederek, “Bir yanda AB ve demokratikleşmiş Türkiye, diğer yanda Asyalaşmış otoriter Türkiye” tesbitini yapıyor. (Taraf, 15.12.08)
Aslında bu yorumun, Avrupa’yı demokrasiyle, Asya’yı da otoriterlikle tanımlaması açısından rahatsız edici bir tarafı var. Bilhassa tarih boyunca peygamberler beşiği ve medeniyetler yatağı olmuş, Avrupa’ya da rehberlik ve üstadlık yapmış Asya’nın bugün baskıcı rejimlerle anılması, kolay kolay hazmedilebilecek birşey değil.
Asya’nın bu durumundan, en çok, sömürgeci ve hegemonyacı politikalarıyla Avrupa’nın sorumlu olması da konunun bir diğer acı boyutu.
Ancak karşı karşıya olunan tablo meydanda.
Gelinen noktada Avrupa bir demokrasi ve özgürlükler adası, Asya ise baskıcı yönetimlerin kıskacında geri kalmış bir kıt'a olarak görünüyor.
Tabiî, özellikle geçen yüzyılda iki dünya harbinin sillesini yedikten sonra adım adım bu noktaya gelen Avrupa’da da yeni dengeler tam olarak oturmuş değil. Özgürlüğün tanımı, sınırları, ahlâkî değerlerle ilişkisi ve daha birçok konu, doğru bir temelde netleştirilmeye muhtaç.
Bunun için Avrupa’nın eski Asya medeniyetlerinden, bilhassa da İslâmdan alması gereken birçok ders var. Bu noktada da, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye nâfi (insanlığın sosyal hayatına faydalı) san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları (fenleri) takip eden birinci Avrupa”ya (Lem’alar, s. 119) çok önemli görev ve sorumluluklar düşüyor.
AB çatısı altında hukuk, demokrasi ve özgürlükleri temel alan yeni bir yapılanma sürecini yaşayan Avrupa, herşeyden önce kendisini bu seviyeye ulaştıran ilhamların ilk kaynağı durumundaki Asya’ya borcunu ödemek; ikincisi, tarihinde kara bir leke olarak duran sömürgecilik döneminde bu kıt'aya yaptığı ve tahripkâr sonuçları hâlâ devam eden kötülükleri telâfi etmek için bu sorumluluklarını yerine getirmeli.
Bunlarla da bağlantılı bir üçüncü sebep ise, Avrupa’nın hukuk, demokrasi, özgürlük ve barış gibi değerler üzerine bina etmeye çalıştığı yeni küresel vizyonun bunu gerektiriyor olması.
Avrupa, kendi içinde yüzyıllar süren savaş ve çatışmaları bitirerek kıt'a sakinlerini ortak hedeflerde buluşturan pozitif değerleri Asya’ya da taşımak için yapıcı bir diyalog ve katkı seferberliği başlatmalı. Ve bir sonraki etapta Avrupa ile Asya yaşlı yerkürenin iki kadim, komşu ve birbirine bağlı kıt'ası olarak ele ele verip, Afrika başta olmak üzere dünyanın öteki diyarlarına da yardımcı olabilecek bir inisiyatif geliştirmeli.
İki kıt'a arasındaki diyaloğun çok önemli bir boyutu da, ifade ettiğimiz gibi, Avrupa’nın en çok eksikliğini hissettiği manevî ve ahlâkî değerler noktasında, Asya’nın maruz kaldığı bunca tahribat ve yaşadığı bu kadar dejenerasyona rağmen hâlâ “verici kaynak” özelliğini koruması.
Bu da, her halde yine Said Nursî’nin defaatle vurguladığı üzere, İlâhî iradenin insanlığa hakkı tebliğ etmekle vazifelendirdiği peygamberleri hep şark ve Asya topraklarında göndermek suretiyle verdiği mesajın bir tezahürü olarak, bu coğrafyadaki toplumsal mayanın vahiy gerçeğiyle yoğrulmuş olmasından gelen çok sağlam temellerle izah edilebilecek bir sosyal vakıa olmalı.
Materyalist felsefenin karanlıklı bakışıyla, medeniyetin fenalıklarını iyilik zannederek insanlığı sefahet ve dalâlete sevk eden “ikinci Avrupa” kaynaklı iç çürümeyi durdurup, manevî ve ahlâkî alanlarda yeni bir dirilişle kendisine gelebilmek için, Avrupa’nın Asya’ya çok ihtiyacı var.
Tabiî, iki kıt'a arasında, her ikisine de ihtiyaçları olan kazanımları getirecek olumlu bir diyalog ve etkileşim sürecinde Türkiye kendisine has konumuyla çok özel bir misyon üstlenebilir.
Asya ve Avrupa değerlerini mezcederek...
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|