Ordunun dinle ilişkisi nedir?
Hiçbir iktidar salt elindeki maddi güce yaslanarak ayakta duramaz. Her iktidarın varlığını sürekli, muktedirliğini geçerli kılacak dayanaklara ihtiyacı vardır. Din; hem iktidarı kullananlara hem de iktidarın umdelerine bir kutsiyet kazandırdığından en önemli meşruiyet kaynaklarından biridir.
Din sayesinde iktidarın sahipleri aşkın bir kimliğe bürünür, cismani iktidardan neşet eden kurallar ruhani bir koruyuculuğa kavuşur. İtaat ile ibadet, suç ile günah eşleştirilir; öyle ki iktidarın suç saydığını yapmak günah sayılır, iktidara boyun eğmek ise ibadetin bir gereği olarak algılanır.
İktidara ve eylemlerine böylesine kutsallık yüklediğinden siyasal iktidarlar tarihin her döneminde statükoyu korumak ve tahkim etmek için dine başvurdular. (Tabii, bazen de mevcut hali sarsmak için muhalif unsurların da dine müracaat ettikleri unutulmamalıdır.) Modern öncesinde olduğu gibi modern dönemde de din, iktidarların devlet ve toplum modellerini meşrulaştırmakta sıklıkla istifade ettikleri bir kaynak olageldi. Misalen ulus-devletler gerek kurtuluş gerek kuruluş süreçlerinde dinî motiflere sıklıkla yer verirler. Keza ulus-devletler, dayandıkları millet egemenliği ilkesinin aşkın bir nitelik kazanmasında da dinin kitleler üzerindeki büyüleyici etkisinden faydalanırlar. Dolayısıyla her devlet (ve kurum) varlığını meşruluk zeminine oturtmak için dine başvurur. Dine karşı mesafeli duran ve hatta kendisini din karşıtı/dışı ilan eden iktidarlar bile, gerektiğinde dinin toplumsal birlik ve bütünlüğe dair mesajlarını kullanırlar.
DİNİN PRAGMATİK ALGILANIŞI
Türkiye’de devletin din ile ilişkisi bu bağlamda değerlendirilebilir. Ulus-devletin kurtuluş ve kuruluş aşamalarında dine –olumlu mânâda- vurgu vardır. Cumhuriyet’in kurucu babalarının söylemlerine, dine hürmette kusur etmeyen bir dil egemendir. Ne var ki, devlet kurulup kurucu kadro kendi modernleşme programını yürürlüğe koyduğunda bu dil değişir, dine karşıt bir tavır takınılır. Sebebi basittir: Pozitivist değerlerle bilenmiş kurucu kadronun indinde din, geçmiş zamanlara dair bir anlatıdır ve geçmişte kalması gerekir. Onlar, din ile modern hayatın, aklın ve bilimin bir arada olamayacağına kanidiler.
Toplumu dinden kurtarmak şeklinde özetlenebilecek bu politikanın odağında “laiklik” vardı(r). Cumhuriyetçi söylemde laiklik, devletin dinler arasında tarafsız kalmasını sağlayan yönetime dair bir ilke olarak görülmez. Aksine laikliğe ulvi bir misyon biçilir ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın sözlerinde olduğu gibi laiklik, “toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması; ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal ve kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisi” konumuna yükseltilir. Bu radikal laiklik anlayışıyla, dinsel inanışını iç dünyasıyla sınırlı tutan “laik birey”in yaratılması amaçlanır. Laik birey, Ahmet Necdet Sezer’in deyimiyle, “inanç dünyasıyla günlük yaşamını birbirinden ayıran; inancın dünya yaşamını etkilemesine izin vermeyen bireydir. Bireyin yurttaş olarak yaşamı ise dış dünya ile ilgilidir.”
ORDUNUN TOPLUM
VE BİREY HAYALİ
Düzenin arzu ettiği toplumun ve bireyin inşasında orduya çok önemli bir görev düşer. Ordu söz konusu laik(çi)lik programının, okul ile birlikte iki asli yürütücüsünden biridir. Bu meyanda ordunun, dinle iki yönlü ve paradoksal bir ilişkisi bulunur. Ordu, bir taraftan cumhuriyetin tarif ettiği makbul yurttaşın oluşturulması için hem kurumsal hem de toplumsal düzeyde dinle arasına kalın bir çizgi çeker. Kurum içinde, dinsel hassasiyet taşıyanları veya mütedeyyin olarak nitelenebilecekleri tez elden tasfiye eder. Ordunun komuta kademelerinde, dindar kimlikleriyle temayüz eden herhangi birilerine rastlanmaz. Günlük yaşamda namaz kılan, oruç tutan veya eşinin başı örtülü olan bir subaya tesadüf edilmez. Keza ordunun toplum ile temasa geçtiği noktalarda da dinî çağrıştıracak “semboller”in görünürlüğüne izin verilmez. Mesela başörtülü kadınlar orduevlerine ve askeri lojmanlara alınmazlar. Ordu toplumun laikleşmesine bekçilik ettiğinden sadece kendisine ait mekânlarla da yetinmez, örneğin gider başörtülü kızların üniversiteye gitmesine de itiraz eder.
Fakat beri taraftan ordu, bazı hayati konularda dine muhtaçtır ve bu konularda dinsel argümanları sonuna kadar kullanmaktan kaçınmaz. Ordu, her şeyden önce sadakat ve itaat üzerine kuruludur. Ordu, insanların beynine sadakat duymaları gereken başlıca değerlerin ulus/devlet/ülke olduğunu kazır ve onlara her koşul altında komutanlarına mutlak itaat etmeleri gerektiğini öğretir. Devlete sadakat ve komutana itaat adına insanlardan kendilerini feda etmelerini bekler ordu; buna göre insanlara ordunun biçimlendirdiği değerler için koşar adım ölüme gidebilmeli ve gözünü kırpmadan başkalarını öldürebilmelidir.
ALGI DEĞİŞMEYE Mİ BAŞLADI
Kabul edilmelidir ki, insanların büyük bir çoğunluğu için seküler değerler, kendi canlarından vazgeçmelerini gerektirecek kadar değerli değildir. Bu insanlar ancak kendi canlarından aziz bildikleri bir değer varsa kendilerini kurban ederler. İşte bahse konu olan bu değerler için doğru adres dindir ve ordu da, devlet adına ölmenin ve öldürmenin ne denli büyük bir şeref olduğunu dinsel kavramlara referansla açıklar.
Bu çerçevede ordunun kullandığı birçok dinî kavramın olduğu söylenebilir. Söz misali ordu “peygamber ocağı”dır, ordunun her bir neferi -Hz. Peygamberin isminin kısaltmasından oluşan bir tanımlamayla- “mehmetçik”tir, ordu safında ölenler “şehit”tir ve şahadet şerbetinden içen herkesin gideceği yer ise “cennet”tir. Tüm bu dinsel vurguların altında yatan murad; gerçekte farklı bölgelerden gelen insanların dinsel, dilsel ve düşünsel farklılıklarını törpüleyen ve onları ulus-devletin önem atfettiği değerlere uygun olarak yeniden biçimlendiren modern bir kurum orduya aynı zamanda dinsel bir hüviyet kazandırmak ve onu geniş halk kitlelerin nezdinde daha bir değerli kılmaktır. Ordunun dinle olan bu paradoksal ve sorunlu ilişkisi toplumda farklı yansımalar bulur: Seküler değerlerle daha fazla haşır neşir olmuş, kentli-eğitimli orta sınıf laik ailelerde ordunun dinî vurgularına önem atfedilmez. Bu aileler çocuklarını genel olarak askerlikten ve özel olarak da 25 yıldır bir savaşın hüküm sürdüğü Güneydoğu’da askerlik yapmaktan uzak tutmaya çabalarlar. Bunun için hem ekonomik kaynaklarını seferber ederler, hem de siyasi ve bürokratik nüfuzlarını kullanırlar. Ve eğer çocuklarına bir şey olursa bazen yüksek sesle hesap da sorarlar.
Ancak kahir ekseriyeti oluşturan geleneksel ve mütedeyyin ailelerde ise farklı bir tepki gösterilir(di). Bir kere bunların çocuklarını savaştan uzak tutma gibi bir şansları yok; zira ekonomik durumları da, siyasi/bürokratik bağlantıları da bunu sağlayamayacak kadar zayıf. Ayrıca dinî değerlerle hemhâl olduklarından çocuklarının kaybı söz konusu olduğunda onlar bu tarifi imkânsız acıyı daha bir metanetle ve tevekkülle karşılar, acılarını yüreklerine gömüp herhangi bir sorgulama faaliyetine girişmezler(di). Dolayısıyla bu ailelerin sahip olduğu dinsel değerler, ordunun gücünü tahkim eden, onun sorgulanabilir ve hesap verebilir hale gelmesini engelleyen bir işlev görür(dü).
TOPLUM ARTIK SORGULUYOR
Fakat artık bu durumun değiştiğini gösteren emareler var. Örneğin geçenlerde ilk kez mütedeyyin kesimden alışılmışın dışında bir ses yükseldi. Jandarma Er İsmail Uygun’un annesi, şehitlik söylemine iltifat etmedi ve oğlunun hesabını sorma yürekliliğini gösterdi. “Başın sağ olsun demek kolay,” diyordu anne: “Ben onu ne hallerde büyütüp yetiştirdim. Ne zorluklarla büyüttüm. Ciğerim yanıyor. Bazı şeyler çok zoruma gidiyor. Torpil olduğunu bilseydim ben de yaptırırdım. Hiç zengin ailelerin çocukları orada askerlik yapıyor mu?”
Bu çığlığa merkez medya şimdilik bu seslere karşı sağır olsa da, yaşanan acı o kadar büyük ve derin ki, yakında hiç kimsenin bu seslere kulaklarını kapatma ihtimali kalmayacak. Bugüne kadar ordunun en büyük destekçisi konumundaki bir kesimden itiraz seslerinin yükselmesi, ordunun her türlü sorgulamadan azade olduğu şeklindeki toplumsal algıda bir kırılmaya yol açacak ve bu süreç ordunun dokunulabilir ve hesap sorulabilir bir kuruma dönüşmesini kaçınılmaz kılacaktır. Süreç başlamıştır ve çocuğunu yitirmiş annelerden daha fazla kurban vermeye hazır olduklarını dünya âleme duyurmalarını talep edenlere inat annelerin korkmadan en değerli varlıkları olan evlatlarının hesaplarını devletten sormaya başlamaları bu sürecin artık geri döndürülemez bir hal aldığının kanıtıdır.
Doç. Dr. Vahap Coşkun
Taraf, 6.12.2008
|