|
|
Cevher İLHAN |
Kriz yönetimi ile seçime yatırım… |
|
Mecliste bütçe maratonu başladı. Gündem, şüphesiz yine ekonomik kriz. Döviz, faiz ve carî açık cenderesine sıkışan üretim ve yatırımdan yoksun ekonomi politikalarına yeniden “IMF anlaşması” tartışmaları damgasını vurmakta.
Uzun süre “Bizi vurmaz teğet geçer” dediği küresel kriz için Başbakan şimdi “Tepe noktasını aştı” dese de, fabrikalar kapanmaya, işten çıkarmalarla işsizlik artmaya devam ediyor. Tıpkı milletin inanç değerlerinden türeyen “Hamdolsun!” kelimesi gibi siyasî söylemlerle krizi hafife alma teşebbüsleri de tiye alınıyor.
Diğer yandan bayram öncesi bugün yarın açıklanacağı belirtilen “tedbirler” bir türlü açıklanmıyor. Başbakan “Kriz inişe geçti” diyedursun, Merkez Bankası Başkanı açık açık, krizde resmin henüz net olmadığını belirterek, “Krizin neresinde olduğumuz belli değil” diyor, “İhtiyatlılığı devam ettirmeliyiz” diye konuşuyor. Krizin reel sektöre tahribatının ve malî sektöre etkilerinin zaman içerisinde önümüzdeki dönem görüleceğini belirtip ihtiyat çağrısı yapıyor.
Bütün bunların arasında Başbakan’ın baştan beri “Ümüğümüzü sıkmasınlar!” diye zâhirde “rest çektiği” havasını verdiği IMF ile el altından görüşmeler yapıldığı yine Erdoğan’ın açıklamalarıyla ortaya çıkıyor.
TÜRKİYE’NİN DEĞİL,
IMF’NİN ÖNCELİĞİ…
Aslında son Amerika ziyaretinde Erdoğan’ın, “IMF bir akreditasyon kuruluşudur, yani o sizi akredite ederse dünya finans kuruluşlarından kredi desteği alırsınız” ifadesi, IMF ile işbirliğinin bir işareti idi.
Bir taraftan Başbakan ve ilgili bakanlardan, “IMF ile herhangi bir program talebinde bulunmadık” ifâdesi, diğer taraftan bayram öncesi, “IMF ile anlaşmanın olup olmayacağı”na ilişkin bir soruya Başbakanın, “Biliyorsunuz bizim bayramımız var, ama IMF’nin bayramı farklı zamanlara denk geldiği için IMF ile çalışmalar devam ediyor. Arkadaşlarımızın bir kısmı orada. Peyderpey bazı kalemlerde her geçen gün anlaşmalar gerçekleşiyor. Onların talepleri üzerinde şu anda arkadaşlarım çalışmalar yapıyor. Her akşam ben de hazineden sorumlu bakanımla görüşmeler yapıyorum” sözleri, yaman bir çelişkiyi su yüzüne çıkıyordu. Ve altı yıldır Kemal Derviş’in hazırladığı “IMF programı”nı sürdüren AKP siyasî iktidarının yine IMF ile yola devam ettiğini gösteriyordu.
Ki Merkez Bankası Başkanının peşinden, “Belirsizlik devam ediyor. Son durumda biz Türkiye olarak durumumuzu IMF’ye arz ettik. IMF’ye ön teklifte bulunduk. IMF de geri bildirimde bulundu, görüşmeler devam ediyor. Nasıl şekil alacağı henüz net değil” demeci, her şeyi açıkça ortaya koyuyordu.
Bunu Erdoğan’ın bazı gıda maddelerinde KDV oranlarının indirilmesiyle ilgili “IMF’nin talepleri”ni kamuoyuna duyurması tâkip etti. Erdoğan artık “IMF’ye rest” çekip “şartlı” anlaşma yerine, halka IMF’nin KDV’nin indirilmesine râzı olmadığını anlatıyor; “Şu anda gündemimizde KDV indirimi söz konusu değil. KDV indirimini talep edenler çok ilginç tezatlar içindeler. Bir taraftan ‘IMF ile anlaşın’ diyorlar, öbür taraftan ‘KDV indirimi’ diyorlar. Bilmiyorlar ki IMF, şu anda, ‘KDV’yi yükseltin’ diyor” sözleriyle indirimi talep edenlerin tezadından bahsediyordu.
Ancak farkında olmadan Başbakanın bir yandan millet nezdinde güya “rest çekip” diğer yandan “IMF bunu istiyor, karşı çıkmak olur mu?” anlamına gelen teslimiyetle, hükümetin IMF ile ilişkilerdeki tezadı da âdeta ikrar ediyordu.
Neticede AKP hükümetinin, IMF’den bağımsız ve tamamen Türkiye’nin önceliklerine göre politikalar izlediği iddiasına karşılık, tıpkı 28 Şubat “postmodernn darbe”sinin siyasî aktörü Anasol koalisyonları gibi IMF’nin yanında yer aldığı artık resmen itiraf ediliyordu.
PARÇA PARÇA “KRİZ
İTİRAFI”YLA OYALAMA...
Kısacası Başbakan’ın bayramdan önce TAI’de düzenlenen törenden sonra IMF ile gili soruları, “Bakın bunun altını çiziyorum, sonra IMF ile ilgili ne düşünülüyor, ne görüşülüyor, ne ediliyor falan filan”la başlayan ve dolambaçlı yollardan “tüm bu gerçekler ortada, onun için şu anda bizim KDV’de hükümetin kesin tavrının indirim diye bir durumumuz söz konusu olmadığı” cümlesiyle son bulan açıklamaları, IMF ile doludizgin görüşmelerin devam ettiğini gösteriyordu.
Lâkin “tedbirler paketi” hep erteleniyor; “Paket anlaşmadan sonra mı açıklanacak?” sorusunu da Başbakan, “Paketi biliyorsunuz açıkladım Kızılcahamam’da, 7 madde açıkladım” cevabıyla geçiştiriyordu. Anlaşılan parça parça ve örtülü “kriz itirafı”nda bulunulan yöntemle seçmeni alıştırma taktiğiyle psikolojik ve politik ortam oluşturmaya çalışılıyor.
Hükümet, resmî rakamlarla yüzde 10.1’i aşan, gerçeğinde kat kat olan işsizliğe karşı ciddî bir tedbir almıyor. Uzmanlardan gelen ekonominin talep yönünün güçlendirilmesi ve canlanması, zamların geri çekilmesi, KDV ve ÖTV’nin kaldırılması, reel sektöre destek verilmesi, işten çıkarmaların önünün alınması, çiftçiye ve esnafa faizsiz destek verilmesi, işverenin prim ve vergi yükünden kısmen de olsa kurtarılması tekliflerini görmezden geliyor.
Belli ki hükûmet mahallî seçimler arefesinde hükümet, IMF ile yaptığı görüşmeleri ve kriz ortamında sıfır yatırımı telkin eden anlaşmaları ötelemeye çalışıyor. Seçim öncesi para ve kömür dağıtımıyla kamuoyunu oyalama peşinde. Kendince seçim için kriz yönetimini uyguluyor.
Ama olan millete oluyor…
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asya ve Avrupa |
|
Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, Neşe Düzel’e verdiği mülâkatta, 2009’a girerken Türkiye’nin yeni bir yol ayrımına doğru gittiğini ifade ederek, “Bir yanda AB ve demokratikleşmiş Türkiye, diğer yanda Asyalaşmış otoriter Türkiye” tesbitini yapıyor. (Taraf, 15.12.08)
Aslında bu yorumun, Avrupa’yı demokrasiyle, Asya’yı da otoriterlikle tanımlaması açısından rahatsız edici bir tarafı var. Bilhassa tarih boyunca peygamberler beşiği ve medeniyetler yatağı olmuş, Avrupa’ya da rehberlik ve üstadlık yapmış Asya’nın bugün baskıcı rejimlerle anılması, kolay kolay hazmedilebilecek birşey değil.
Asya’nın bu durumundan, en çok, sömürgeci ve hegemonyacı politikalarıyla Avrupa’nın sorumlu olması da konunun bir diğer acı boyutu.
Ancak karşı karşıya olunan tablo meydanda.
Gelinen noktada Avrupa bir demokrasi ve özgürlükler adası, Asya ise baskıcı yönetimlerin kıskacında geri kalmış bir kıt'a olarak görünüyor.
Tabiî, özellikle geçen yüzyılda iki dünya harbinin sillesini yedikten sonra adım adım bu noktaya gelen Avrupa’da da yeni dengeler tam olarak oturmuş değil. Özgürlüğün tanımı, sınırları, ahlâkî değerlerle ilişkisi ve daha birçok konu, doğru bir temelde netleştirilmeye muhtaç.
Bunun için Avrupa’nın eski Asya medeniyetlerinden, bilhassa da İslâmdan alması gereken birçok ders var. Bu noktada da, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye nâfi (insanlığın sosyal hayatına faydalı) san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları (fenleri) takip eden birinci Avrupa”ya (Lem’alar, s. 119) çok önemli görev ve sorumluluklar düşüyor.
AB çatısı altında hukuk, demokrasi ve özgürlükleri temel alan yeni bir yapılanma sürecini yaşayan Avrupa, herşeyden önce kendisini bu seviyeye ulaştıran ilhamların ilk kaynağı durumundaki Asya’ya borcunu ödemek; ikincisi, tarihinde kara bir leke olarak duran sömürgecilik döneminde bu kıt'aya yaptığı ve tahripkâr sonuçları hâlâ devam eden kötülükleri telâfi etmek için bu sorumluluklarını yerine getirmeli.
Bunlarla da bağlantılı bir üçüncü sebep ise, Avrupa’nın hukuk, demokrasi, özgürlük ve barış gibi değerler üzerine bina etmeye çalıştığı yeni küresel vizyonun bunu gerektiriyor olması.
Avrupa, kendi içinde yüzyıllar süren savaş ve çatışmaları bitirerek kıt'a sakinlerini ortak hedeflerde buluşturan pozitif değerleri Asya’ya da taşımak için yapıcı bir diyalog ve katkı seferberliği başlatmalı. Ve bir sonraki etapta Avrupa ile Asya yaşlı yerkürenin iki kadim, komşu ve birbirine bağlı kıt'ası olarak ele ele verip, Afrika başta olmak üzere dünyanın öteki diyarlarına da yardımcı olabilecek bir inisiyatif geliştirmeli.
İki kıt'a arasındaki diyaloğun çok önemli bir boyutu da, ifade ettiğimiz gibi, Avrupa’nın en çok eksikliğini hissettiği manevî ve ahlâkî değerler noktasında, Asya’nın maruz kaldığı bunca tahribat ve yaşadığı bu kadar dejenerasyona rağmen hâlâ “verici kaynak” özelliğini koruması.
Bu da, her halde yine Said Nursî’nin defaatle vurguladığı üzere, İlâhî iradenin insanlığa hakkı tebliğ etmekle vazifelendirdiği peygamberleri hep şark ve Asya topraklarında göndermek suretiyle verdiği mesajın bir tezahürü olarak, bu coğrafyadaki toplumsal mayanın vahiy gerçeğiyle yoğrulmuş olmasından gelen çok sağlam temellerle izah edilebilecek bir sosyal vakıa olmalı.
Materyalist felsefenin karanlıklı bakışıyla, medeniyetin fenalıklarını iyilik zannederek insanlığı sefahet ve dalâlete sevk eden “ikinci Avrupa” kaynaklı iç çürümeyi durdurup, manevî ve ahlâkî alanlarda yeni bir dirilişle kendisine gelebilmek için, Avrupa’nın Asya’ya çok ihtiyacı var.
Tabiî, iki kıt'a arasında, her ikisine de ihtiyaçları olan kazanımları getirecek olumlu bir diyalog ve etkileşim sürecinde Türkiye kendisine has konumuyla çok özel bir misyon üstlenebilir.
Asya ve Avrupa değerlerini mezcederek...
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Pabuçlar Bush’un başına! |
|
Çok dikkat çekici hadiselere şahit oluyoruz. Bunlardan biri de Irak’ta yaşandı. Her ne kadar üzerinde çok sözler söylendi ise de, bir iki söz de biz söylesek her halde israf olmaz.
Yakında görevini, yeni seçilen başkan Barack Hüseyin Obama’ya devredecek olan ABD Başkanı George W. Bush, ‘zaferlerini kutlamak ve veda etmek için’ Irak’ı ziyaret etti. Bush’un beklentisi, Bağdat’ta ‘gül’lerle karşılanmaktı, ama ziyaret esnasında umduğunu değil Iraklıların ‘pabuç’larını buldu!
Hatırlanacağı üzere Bush, Irak Başbakanı Maliki ile bir basın toplantısı düzenledi ve bu toplantıda Irak’a nasıl da demokrasi getirdiğini anlattı. Konuşmasının alkışlanması ve belki de bu sebeple kendisine teşekkür edilmesini bekledi. Ama teşekkür yerine bir gazetecinin ayakkabılarını kendisine fırlatmasına şahit oldu. ABD’nin gidici başkanı, her ne kadar gazeteci Muntasar El Zeydi’nin fırlattığı ayakkabıdan kendisini koruduysa da, Iraklıların ahından ve dünyanın nefretinden kendisini koruyamadı. Bu hareketle Bush’un bütün karizması çizildi, diktatörlüğü yerle bir olmuş oldu.
Kısaca hatırlamak gerekirse ABD Başkanı Bush, görev yaptığı yıllar boyunca; bir iki ülke hariç bütün dünyayı ve insanlığı karşısına alarak yüzde yüz yanlış olan bir yolda ilerledi. Kendince Irak ve Afganistan gibi ülkelere demokrasi götürmek istedi. Oysa dünya âlem şahit oldu ki bu ülkelere demokrasi değil; kan ve gözyaşı götürüldü.
Irak’taki basın toplantısında Bush’a ayakkabısını fırlatan gazeteci Muntasar El Zeydi, bütün bir insanlığın birikmiş hıncına tercüman olmuş oldu. (Bu hareketi ‘teknik’ anlamda hatalı bulanlar, ‘Gazetecilik mesleğine yakışmaz’ diyen ‘uzman’lar olabilir. Hadisenin bu yönü ayrıca tartışılabilir.) İnsan haysiyet ve onurunun bu kadar aşağılanmış olması böyle bir tepkiyi hak ediyordu. Ne yazık ki Bush, bu hareketin anlamını da kavramış görünmedi. Zaten kavrayabilecek olsaydı her halde bu kadar yanlış bir yolda ilerlemekte ısrarcı olmazdı...
Pabuç fırlatma hadisesini biraz karikatürize ederek şöyle söylemek mümkün: Irak, Bush’a pabucunu fırlatan bu gazeteciyi yakın bir zamanda ‘bakan’ yapabilirse; işte ancak o zaman Irak’a demokrasi gelmiş olur!
Haberlere bakılacak olursa, gazeteciye ‘Para karşılığı mı bu işi yaptın? Kim sana para verdi?” diye soruluyormuş. Belki hiç kimse para vermemiştir, ama para karşılığı bu işi yapacak olsaydı her halde dünyanın en zengin gazetecisi olurdu. Çünkü büyük çoğunluk, böyle bir harekete ‘katkı’ yapmak isterdi.
Keşke Bush ve benzeri yöneticiler halktan kopuk olmasa... Kendi sırça köşklerinde oturup, milletin ne düşündüğünden habersiz yaşamasalar... Haydi yaşadılar, hiç değilse böyle hadiseler Bush’u uyandırmıyorsa bile diğer yöneticileri uyandırsa... Uyansalar da yanlışta ısrarın fayda vermediği, vermeyeceğini görseler...
Bush’a fırlatılan ‘pabuç’un Irak’tan başlamak üzere bütün zalim yöneticilerden kurtulmaya vesile olmasını dileyelim ve duâ edelim. Bu hareket görünüşte basit, ama mânâ itibarıyla büyüktür. Tükürün zalimlerin hayasız yüzüne!
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Trafik kazası mağdurlarının hakları (2) |
|
Yeni Asya’nın 25 Ocak 2006 günü yayınlanan nüshasında ilkini yazdığımız trafik kazası mağdurlarının hakları konusundaki makalemiz üzerine bugüne kadar gerek gazetede gerekse internet yoluyla yazıyı okuyan pek çok kazazede veya yakınlarından sorular geldi, bilgi talepleri oldu. Hemen hepsine cevap vermeye çalıştıysak da gerek yasalarda meydana gelen son değişiklikler gerekse bu konudaki bilgilerin güncellenmesinin doğurduğu zorunluluk sebebiyle tekrar bir yazı yazma ihtiyacı hasıl oldu.
Bir bayramı daha geride bıraktığımız şu günlerde hemen her gün gelen kaza haberleri yine binlerce aileye acı, ayrılık ve gözyaşı düşürmeye devam ediyor. Kabaca bayram süresince ve hemen ardından sadece bir hafta içinde meydana gelen 150’den fazla ölümlü kazada 200’ü aşkın vefat, 800 civarında yaralı olduğu resmî makamlarca ifade ediliyor. Ancak bu rakamlar tabiri caizse buz dağının görünen kısmı. Zira gerçek rakamlar çok daha ciddî boyutlarda. Çünkü bu veriler kaza anında polisin olay yerinde tuttuğu ilk raporlara yansıyan sayılar. Daha sonra hastanede veya tedavinin ardından vefat edenler bu sayıyı arttırıyor. Ayrıca Türkiye’de jandarmanın sorumluluğunda olan bölgelerdeki kazalardaki istatistiksel bilgiyi de dahil edersek olayın vehameti ortaya çıkar. Her sene ortalama 10.000 insanımız kazalarda vefat ederken bunun neredeyse 8 katı kadar da yani 80.000 kişi civarında insanımız ise yaralanıyor veya sakat kalıyor. Ülkemiz nüfusunun yaklaşık yüzde 8’inin özürlü vatandaşlarımızdan oluştuğunu düşünürsek her sene bu sayıya trafik kazaları sebebiyle ciddî bir katılımın olduğunu söylemek mümkün. Trafik kazalarında her yıl kaybettiğimiz insan sayısının 10 yılda ortalama bir ilçe hatta bir ilimizin nüfusuna denk düştüğünü belirtirsek vahim tablo daha da ortaya çıkacaktır.
Trafik kazalarının ceza hukuku
bakımından değerlendirilmesi
Trafik Kazalarının cezaî sorumluluğu yönüne çok detaya girmeden kısaca bir göz atalım önce. 26. 09. 2004 tarih 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuz trafik kazası sonucunda ölüme veya yaralanmaya sebebiyet verme fiilini kasten işlenen bir suç değil taksirle işlenebilecek bir suç olarak öngörmüş ve düzenlemiştir. Bunun anlamı kazaya yol açan kişi kaç kişinin vefatına yol açarsa açsın aslında çok yüksek miktarda ceza almayacak demektir. Meselâ kazaya yol açan sürücü, bir veya birden fazla kişinin ölümüne ve /veya bir veya birden fazla kişinin de yaralanmasına sebebiyet vermiş ise yargılanacağı ceza miktarı 2 yıldan 15 yıla kadar olacaktır. Hakim, sürücünün bu fiili bilinçli taksirle (kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın neticenin meydana gelmesi hali) işlediği kanaatindeyse arttırılabilecek miktar üçte birden yarıya kadar olabilecektir en fazla. Demek ki onlarca kişinin ölümüne de yol açsa bir araç sürücüsünün alabileceği ceza en fazla 22,5 yıl olacaktır. Bu yargılama niteliği itibarıyla Ağır Ceza Mahkemesinin görev alanına girer. Peki kaza sonucu sürücü sadece bir kişinin ölümüne yol açmış ise ne olacak? Bu durumda istenecek ceza miktarı 2 yıldan 6 yıla kadar olacak ve yargılamayı Asliye Ceza Mahkemeleri yapacaktır. Gazetelerde gördüğümüz pek çok haberde kaza mağdurları veya yakınlarının mahkeme kararlarına karşı isyanlarının sebebi de aslında bu. Ancak mahkemelerin de yapacak çok fazla bir şeyi yok ne yazık ki. Zira gördüğünüz gibi kanun hükmü bu yönde. Bununla birlikte hakimlerimizin en azından kaza sonrası sürücüyü belli bir sürede olsa tutuklamaları, alt sınırdan değil de biraz daha üst sınıra yakın ceza takdir etmeleri, bir nebze olsun mağdur yakınlarının acısını dindirebilir. Hele 2 yıl ve altında cezaya hükmedilmesi durumunda bunun bir de paraya çevrilmesi gerçektende mağdur ve yakınları için çok yaralayıcı oluyor. Bunun pek çok örneğini bizzat yaşadığımız için o insanların adalete duydukları güvenin ne derece sarsıldığını ya da suçluyu cezalandırmak için kendilerinin bir takım kanun dışı yollara tevessül ettiklerini görmek mümkün.
Mağdurların maddî hakları
Trafik kazalarında vefat eden, yaralanan, sakat kalan kişilerin veya mirasçılarının ne gibi maddî hakları olduğu konusundan da kısaca bahsedelim. Bu hususta en önemli yasal dayanak 13. 10. 1983 tarih 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu (KYTK) dur. Bu kanunla motorlu araç sahibi herkese (kanunî tanımla işleten) aracı için, herhangi bir sigorta şirketine Zorunlu Malî Mesuliyet Sigorta Poliçesi (Z. M. M. S. P.) düzenletme mecburiyeti getirilmiştir. Bu poliçe bedeli her sigorta şirketi ve il bazında değişkenlik göstermekte olup meselâ bir otomobil için bu miktar 150-250 YTL civarında değişebilmektedir. Ancak bu kadarlık bir bedel bile kaza vukuunda araç sahibi ve kusurlu sürücüsünü yüz binlerce YTL’lik tazminat külfetinden korumaktadır.
Trafik sigorta poliçelerinde düzenlenmiş olan 3 temel koruma teminatı vardır: Vefat, maluliyet ve tedavi. Bu teminatların limiti 01. 07. 2008 yılı itibarıyla kişi başına 125.000 YTL’ye yükseltilmiştir. Şimdi bir örnekle nasıl bir korunma sağlandığını izah etmeye çalışalım: Bir aracın şarampole devrilmesi sonucu araç içinde yolcu olarak seyahat etmekte olan Ahmet vefat etmiş, Murat ise ağır yaralanmıştır. Ahmet evli ve iki küçük çocuğu vardır. Murat ise 22 yaşında olup herhangi bir işte çalışmamaktadır. Bu durumda Ahmet’in yasal mirasçıları olan eşi ve iki küçük çocuğunun aracın (ZMMS) Trafik poliçesini düzenleyen sigorta şirketinden destekten yoksunluk tazminat talep etme hakkı vardır. Bu miktar, aktüer denilen hesap uzmanlarınca yapılacak bir hesaplamanın ardından tesbit edilecek bir meblâğ olup 125.000YTL’yi (2008 yılı itibarıyla) geçemeyecektir. Murat ise aylarca süren tedavinin ardından yüzde 40 oranında malûl (sakat ) kalmıştır. Bu durumda Murat’ın yine sigorta şirketinden 125.000 YTL’ye kadar tedavi masraflarını talep etme hakkı olduğu gibi, yine yapılacak aktüerya hesabı sonunda 125.000 YTL’ye kadar da malûliyet tazminatı alma hakkı vardır.
Yine hem Ahmet’in mirasçılarının hem de Murat’ın, 125.000 YTL’nin üzerindeki maddî zararlarını bir dâvâ ile kusurlu araç sürücüsü veya ruhsat sahibinden talep etme hakkı olduğu gibi manevî tazminat da isteyebilirler. Manevî tazminat talebi sigorta poliçesinin kapsamı dışında olup sigorta şirketince ödenmez. Peki talep edilen bu paradan dolayı araç sahibi veya sürücünün bir sorumluluğu var mıdır, yani sigorta rücu eder mi? Bu soruya verilecek cevapta kazaya etken olan husus ve sürücünün durumu önem arz eder. Meselâ sürücü ehliyetsiz ise veya alkollü ise elbette rücu edilecektir.
Son olarak halkımızın çokça karıştırdığı bir hususa daha kısaca değinelim. Garanti Fonu olarak bilinen ve 14. 06. 2007 tarih, 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu ile Güvence Hesabı adını alan bu kurum, sigorta poliçesinden ayrı ancak bir o kadarda benzerlikler taşımaktadır. Güvence Hesabı yukarıda sıraladığımız poliçelerdeki teminatları yine mağdurlara tanımaktadır. Ancak tek şartla; şayet aracın zorunlu trafik poliçesi yok ise. Aracın poliçesi varsa zaten Güvence Hesabı herhangi bir ödeme yapmaz. Güvence Hesabı yaptığı ödemeyi poliçe yaptırmayan araç sahibine rücu ederek talep eder.
Trafikte yaklaşık 13.000.000 araç olduğu ifade edilmektedir. Bunun yaklaşık yüzde 20 kadarının halen daha bilerek ya da bilmeyerek poliçesinin olmadığı –yasal zorunluluğuna rağmen- belirtilmektedir. Oysa sadece 150-200 YTL’lik bir poliçe düzenletilmesi araç sahibi ve sürücüsünü çok büyük miktarlardaki sorumluluktan koruyacaktır.
Ülkemizde meydana gelen kazalardan dolayı geride kalan pek çok mağdur insanımızın sahip oldukları bu haklardan habersiz bir şekilde mağduriyetlerinin devam ettiği bir gerçektir. Çevremizdeki mağdur insanlara bu bilgileri paylaşarak haklarından haberdar etmek aynı zamanda insanî bir vecibedir. Kazalarda vefat eden kardeşlerimize Allah’tan (c.c) rahmet, geride kalan yakınlarına ise sabır ihsan etmesini dua ediyoruz.
(Sorularınız için: 0 (212) 517 25 14)
17.12.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Robert MİRANDA |
Kurban Bayramı ve Noel |
|
Geçtiğimiz hafta dünya Müslümanları Kurban Bayramı’nı idrak etti. Kurban ki Hz. İbrahim’in (as) oğlunu sırf Allah rızası için kurban etme fedakârlığının hatırası ve hatırlanmasıdır.
Biz Müslümanlar için Kurban Bayramı oldukça ehemmiyetli günlerdir, iki büyük bayramımızdan biridir... Kurban Bayramı ayrıca Hac döneminin sonunda bulunmaktadır. Gücü yeten her Müslüman’ın hayatı boyunca en az bir defa yapmakla yükümlü olduğu bu kutsal Hac yolculuğu Kurban Bayramı gibi müjdeli günlerde sona erer.
Bu benim Müslüman olduktan sonra yaşadığım ikinci Kurban Bayramım... Bu sene Kurban konusu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmayı kendime ödev olarak kabul ettim. Müslümanlar için Kurban Bayramı’nın bir anlamı bir küçükbaş yahut büyükbaş hayvanı Allah’ın rızası için kurban etmek ve onun etlerinden akrabalara, yakın dostlara ve cümle fakir, fukaraya dağıtmaktır.
Ayrıca biz Müslümanlar için Kurban Bayramı İbrahim Aleyhisselâm’ın imtihanını hatırlatır. O ki; sırf Allah’a olan imanını göstermek için her şeyini sorgusuz sualsiz feda etmeye hazırdı.
Ayrıca bu Kurban Bayramı’nda sevdiğim bir başka şey de, alış veriş yapmak ve tüketmek için herhangi bir baskı unsuru hissetmememdi. Hıristiyanların Noel günleri ile kıyaslandığı zaman, Amerikan aileleri sanki birilerine ve kendilerine bir şeyler satın almak zorunda oldukları hissiyle kuşatılmış durumda gibiler. Hz İsa’nın (as) hatıratını yad etme fikri ise onlar için sanki ikinci planda kalmış gibi. Bu tatil gününde en şaşaalı hediyeyi almak onlar için asıl mesele olmuş.
Amerika Birleşik Devletleri gibi materyalist ve seküler ruhlu toplumlara sahip ülkelerde, Noel günlerinin günümüz Hıristiyanları için aslında ne ifade ettiğini görmek ve Noel’in asıl mânâsını kaybetmek hiç de zor değil. Aslında Hıristiyanlar bugünlerde hediyeleşirler çünkü Allah onlara bugünlerde çok önemli bir hediyeyi göndermiştir: Hz İsa’yı (as)...
Fakat Hıristiyanlar bu mânâyı idrak ederken bir tür tüketim toplumu olduklarını ve bu kutsal günleri bir nev'î ticaret ve panayır günlerine çevirdiklerinin farkında değildirler.
Bütün Müslüman kardeşlerimden görüp öğrendiğim iman derslerinin tam aksine olarak, Amerikalı Hıristiyanlar Noel günlerinde tüketimi kışkırtacak bir haleti ruhiyeye giriyorlar. Gerçekten de, ABD’deki medya organlarına ve kitle iletişim araçlarına baktığımız zaman Noel günlerinde son çıkan XBOX VE POWER RANGERS gibi şeyleri almak için müthiş bir baskı ve propaganda yapıldığı görülüyor.
Bu günlerin ifade ettiği tüketim sezonu mantığı ne yazık ki Hıristiyanların Noel’in gerçek mânâsını ve manevî hazlarını kaçırma ve kaybetme bedbahtlığına sürüklemektedir.
Tabiî çoğu Hıristiyan bu durumdan şikâyetçi değildir. Meselâ California’lı yazar John Boykin, bütün Hıristiyanları Noel’in sekülerliğini benimsemeleri için çağrıda bulunmuş. Onun teorisine göre Amerika toplumu gibi çok dinli ve kültürlü bir toplumda Noel gibi topluca kutlanan kutsal günler başka dinlere ve kültürlere mensup kişileri yabancılaştırabilir. Ayrıca, sekülarizm ve kapitalizm karşısında verilen mücadele baştan kaybedilmiş bir mücadeledir. Boykin’e göre Noeller toplumdaki her dine mensup insanlar için birbirlerine birşeyler verebilme ruhunun pekiştiği günler haline gelmelidir. Bay Boykin’e göre bunun böyle olması da Hıristiyanlık açısından bir problem teşkil etmemektedir. Zira Hıristiyanlık temel olarak Hz İsa’nın (as) doğumuyla doğrudan ilgili değildir. Boykin şöyle buyurmuş: “Hıristiyanlık temelde Noel ile değil Paskalya Yortusu ile ilgili bir dindir. Çünkü Hz. İsa’nın doğmuş olması Hıristiyanlığın ana meselesi olmayıp, asıl onun ölümü ve yeniden dirilişi önemlidir. Eğer Hıristiyanlar Noel’e verdikleri ehemmiyet kadar Paskalya’ya önem vermiş olsalar, Hıristiyanlığın mesajı dünyaya daha güçlü bir şekilde yansıyabilirdi”...
Şimdi... Dünyanın, Paskalya Tavşanı’nın bizleri bir araya getirmesine henüz hazır olduğundan pek emin değilim doğrusu. Fakat şundan kat’î derecede eminim ki; bir gün Hz. İsa (as) dünya insanlarını birleştirmek için gelecekse, bir elinde barışın sembolü Kur’ân-ı Kerim ve diğer elinde ise dünyanın her noktasından yankılanan “Bismillahir Rahmanir Rahim” sadası olduğu bir şekilde, dünyayı Allah’ın rızası doğrultusunda bir araya gelmeye çağıracak bir şekilde gelecektir. TERCÜME: UMUT YAVUZ
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Üstün olmanın yolu |
|
“Gevşemeyin ve üzülmeyin.
İnanıyorsanız üstün olan sizsiniz.”1
Cenâb-ı Hak Kur’ân’ında böyle buyuruyor. Demek inanan insan olumsuzluklar karşısında moralini bozmayacak, sıkıntı veren, üzücü olan olayların geçici olduğunu düşünüp ümidini kesmeyecek, gevşemeyecek. Çünkü işler her zaman istenildiği gibi yolunda gitmeyebilir. Eğer istenilen sonuç elde edilememişse bunda şüphesiz bizim eksiklerimiz, kusur ve hatalarımız vardır. Kul tevekkül etmekle görevli ve tevekkül de sebeplere sarıldıktan sonra sonucu Allah’a bırakmak olduğuna göre ancak ihmal edilen, eksik bırakılan sebeplere dönüp onları tamamlamak düşer insana.
İnanmak bizatihî üstünlüktür.
Ancak inanmak gerekleriyle birlikte düşünüldüğünde hakkı verilmiş ve tam inanılmış olur. Aksi halde zayıf veya eksik kalır. Daha açıkçası İslâm insanı üstün yapacak bütün esas ve prensipleri, maddî ve manevî donanımı da beraberinde getirmiştir. Onlara uyulduğunda maddeten ve mânen üstün olmamak için hiçbir engel kalmaz.
Diyelim ki siz maddeten de üstünlük sağlamak istiyorsunuz. İnanıyorsunuz, ama sefalet içindesiniz, geri kalmışsınız, başkalarına el avuç açar durumdasınız. Hemen bir muhasebe yapıyorsunuz. “Hani inanmak üstün olmaktı. Demek eksik bıraktığım bir kısım şeyler var” diye. Hemen Kur’ân’a dönüyorsunuz. Kur’ân bu konuda da üstünlük sağlayacak şeyleri zaten emretmiş. Bildiğimiz ve bilmediğimiz düşmanlara karşı kuvvet hazırlamamızı istiyor.2
Kuvvetten maksat günün şartları içerisine maddeten ve manen düşmanı alt edebilecek gerekli donanıma sahip olmaktır. Eğer yapılacak mücadele maddiyatla ilgili ise en az düşmana eşit, daha öte onu aşabilecek donanıma sahip olunacaktır.
Eğer bu iş ilim, fenle ilgili ise ilmen ve fennen onlardan geri kalınmayacak, onlarla yarışabilecek, hatta onları geçebilecek altyapıya ulaşılacaktır.
İşte bu kuvvet her şeyden önce korkutucu ve caydırıcı bir unsur olacaktır. Düşmanlar kötülük yapamayacak, yapmaya yeltenemeyecektir. Ama zayıf olunursa güçlü olanları hücumdan engellemek için bir sebep kalmaz.
Şu bir örnek bile gösteriyor ki İslâm inanan insanı üstün hâle getirebilecek bütün esasları da beraberinde getirmiş, inanan insanın inancının izzetine yakışır tarzda üstün olmasını da istemiştir. Yeter ki biz dini iyi anlayalım ve onu hayata geçirelim.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 139.
2- Enfal Sûresi: 60.
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tenkit meselesinde dikkat edilecek hususlar |
|
Mevlânâ, Mesnevî’de tenkitle ilgili şu hikâyeyi anlatır: Bir zamanlar her konuda derin bilgisi olan, herkesi kendisine hayran bırakan ve yalnızca İshak ismindeki bir adamın onun her dediğini kabul etmediği, yanlış bulduğu hususları cesurca tenkit ettiği bir âlim yaşardı. Adam öldü, âlim üzüldü. Ona,
“Neden bu kadar üzüldünüz, neredeyse her söylediğinizi eleştiriyordu?”
“Şu anda cennete doğru kanat çırpan arkadaş için değil, kendim için üzülüyorum. Herkes beni hayran hayran dinlerken o mertçe hatalarımı söylüyordu, beni gelişmeye zorluyordu. Şimdi gelişememekten korkuyor ve üzülüyorum.”
***
Tenkit meselesinde öncelikle şu temel cemaatî prensibi nazara almak gerekir:
Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder (yerer), tefâhur edemez (övünemez). Millet (ve cemaat) nâmına tefahur eder (gurur duyar), hazm-ı nefs edemez.1 Diğer taraftan Bediüzzaman, tenkit konusunda şu uyarılarda bulunur:
- Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zarûretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz.2
- Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’înden gıpta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.3
- Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler.4
- Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.
- Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var.5
- Demek, bu dünyada o adâlet-i İlâhiye noktasında muâmele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten (sayısal olarak) veya keyfiyeten (nitelik olarak) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır. 6
- Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz.7
- Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapmakla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve selef-i salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.8
Bu ölçüleri ve prensipleri üst üste, ehl-i hizmetin hizmetlerini ve hatalarını alt alta koyup; “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir” 9 hükmünce kararımızı infaz edelim!
Dipnotlar: 1- Sünûhat, s. 20.; 2- Kastamonu, s. 183.; 3- Lem’alar, 164-165.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 5- Barla Lâhikası, s. 87.; 6- Mektûbât, s. 354.; 7- Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 8- Muhakemat, s. 32. 9- Kur’ân, Nisâ, 135.
17.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Vahiy ve hüküm |
|
Mustafa Bey: “Biz iki çeşit sünnet vardır diye biliyoruz: Sünnet-i Müekkede, Sünnet-i Gayr-i Müekkede. Oysa On Birinci Lem’anın Altıncı Nüktesinde ‘Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var: Bir kısmı vaciptir; terk edilmez’ deniyor. Vacipler sünnet midir? Bu konuyu açıklar mısınız?”
İslâm Dininin kaynağı Peygamber Efendimiz’dir (asm). Yani mensubu bulunmakla şeref duyduğumuz İslâm dini, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sözlerinden, fiillerinden ve hallerinden çıkmıştır. Farzlar da, vacipler de, sünnetler de O’nun sözlerine, fiillerine ve hallerine dayanır. Şöyle ki: Vahiy, bütün insanlık adına, Peygamber Efendimiz’in (asm) şahsına iniyor. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine inen vahyi alıyor, emiyor; vahyi, fiilleriyle, sözleriyle ve halleriyle bütünleştiriyor. Vahyi önce kendisi tamamen uyguluyor ve uygulamalı biçimde insanlığa tebliğ ediyor.
Böylece hiçbir vahiy emri nazariyede kalmamış; bütün emirler ilk ve mükemmel olarak Peygamber Efendimiz (asm) tarafından uygulanmış, hemen ardından sahabeler tarafından uygulanmış, hemen ardından takip eden sair nesiller tarafından uygulanmıştır.
Sahabelerden sonraki ilk şerefli nesil (mezhep imamları), uygulama alanında bulunan bütün vahiy emirlerini almış; farz, vacip ve sünnet olarak sınıflara ayırmıştır. Mezheplerin sınıflandırmasında “sünnet” her ne kadar kendisine dar bir terim mânâsı alarak, Peygamber Efendimiz’in (asm) nafile olarak yapageldiği davranışlarla sınırlandırılmış ve bu hâliyle farz ve vacipten soyutlanmışsa da; Bediüzzaman’ın dilinde “sünnet” ifadesi, “İlâhî yol / Peygamber yolu” mânâsında farzları ve vacipleri de kapsamaktadır. (Hiç şüphesiz mezheplerin, İlâhî emirlerin derecelerini belirlemek için Peygamber Efendimiz’in (asm) nafile olarak yaptığı davranışlara sünnet, mecburî bir Allah emri olarak yaptığı davranışlara da farz veya vacip diyerek; ümmete emir değerleri tesbit edilmiş bir din bırakmaları bakımından sarf ettikleri olağan üstü gayretin değeri tartışılamaz. Bediüzzaman bu bakımdan mezhepleri takdir eder. Bu ayrı bir konudur.)
Bediüzzaman, “Peygamber Efendimiz’in (asm) birer Allah emri olarak uygulaya geldiği davranışları” mânâsında algıladığı sünnet-i seniyyeyi üç kısımda incelemiştir: 1- Farzlar ve vacipler, 2- Nafileler, 3- Peygamber Efendimiz’in (asm) sair amelleri, güzel âdet ve davranışları.
Sünnet-i Seniyyenin farz ve vacip kısmına uyma mecburiyeti vardır. Terkinde azap ve ceza vardır. Herkes bu kısma uymakla yükümlüdür.1 Çünkü bu kısım muhkemâttır. Yani dinin sağlam kaleleri ve temel direkleri hükmündedirler. Namaz gibi, Ramazan orucu gibi, zengin olan için zekât gibi, hac gibi emirler bu nev'îdendirler. Bu emirler hiçbir şekilde değişmez ve değiştirilemezler.2
Burada, bir Allah emri olarak uymakla yükümlü bulunduğumuz farzlar ve vacipler, İlâhî yolun “zorunlu uyulmayı gerektiren” emirleri olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) fiillerinden alındığı için sünnet çerçevesinde incelenmiştir. Fakat bu tür sünnetler, hiç şüphesiz, mezheplerin tesbit ettikleri şekilde hüküm olarak farz veya vaciptirler. Sünnet-i müekkede ve sünnet-i gayr-i müekkede olarak bilinen sünnetler ise, dereceleri farklı farklı da olsa (sünnet-i müekkede daha kuvvetli olmakla beraber), hükmen nafile nev'înden olan sünnetlerdendir.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 64 (11. Lem’a, 11. Nükte)
2- Lem’alar, s. 58 (11. Lem’a, 6. Nükte)
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kürtler, Kürt–Teâli Cemiyetini dinlemedi |
|
Değişik etkileri günümüze de yansıyan birçok fikrî, siyasî ve askerî çalkantı 1918 yılı Aralık ayı içinde yaşandı.
Bunların başında ise, Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) hemen ardından başlayan işgal hareketlerinin hem İstanbul, hem de Anadolu'da dehşet verici bir ivme kazanarak yaygınlaşmasıdır.
Bugünlerde İstanbul'da şiddetlenen baskılar sebebiyle, Dolmabahçe Sarayından Yıldız Sarayına taşınan Sultan Vahdeddin, kendisini ve bilumum hükûmet erkânını tam bir kuşatılmışlık hissi içinde görmeye başladı. Bu vaziyet, bundan sonraki bütün icraatlarına da olduğu gibi yansıdı. Manevra imkânı alabildiğine daraldı.
Haliyle, benzer hadiselerin devamı da adeta çorap söküğü gibi gelmeye başaldı.
Başta İstanbul'un bütün limân ve Boğaz sâhilleri işgal kuvvetlerince zabt edildi. Onlardan habersiz ve emirsiz hiçbir gemi dolaşamaz, gidemez, gelemez oldu.
Hemen ardından, yine deniz yoluyla asker ve mühimmat taşıyan İngiliz ve Fransız donanmaları, Akdeniz sâhillerinden karaya çıkarma yaparak Anadolu'yu işgale başladı., Kısa sürede Antakya, Adana, Mersin, Tarsus, İskenderun–Dörtyol, Gaziantep, Kilis, Maraş, Ceyhan, Osmaniye, Bahçe, İslâhiye, Pozantı, Urfa ve çevresi işgal edildi. Ayrıca, İzmir açıklarında da ilk Yunan gemileri görünmeye başladı.
Bütün bu işgal ve taarruzlar esnasında, dikkat çekici bir durum şu oldu: İşgal kuvvetleri içinde, bu devletlerin sömürgesi durumunda olan çok sayıda Afrikalı ve Hintli Müslüman askerler vardı. İşgalciler, bu sûretle Müslümanı Müslümana kırdırmanın yolunu bulmuşlardı.
İşgalin tetiklediği cemiyetler
İşte, işgal ve istilâ hareketlerinin bütün şiddetiyle devam ettiği böylesine yıkıcı ve boğucu bir atmosfer içinde, İstanbul merkezli ve Anadolu'da da şûbeleri bulunan birçok cemiyet, teşkilât, klûp ve fırka kuruldu.
Maksatları birbirinden farklı olan bu cemiyetlerin bir kısmını şu şekilde sıralamak mümkün:
* İzmir Müdafaa–i Hukuk–u Osmaniye Cemiyeti: 1 Aralık günü kuruldu.
* Trakya–Paşaeli Müdafaa–i Heyet–i Osmaniye Cemiyeti: 2 Aralık günü (Edirne'de) kuruldu.
* Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyeti: 4 Aralık günü kuruldu.
* Wilson Prensipleri Cemiyeti: 4 Aralık günü kuruldu.
* Kürdistan Teâli Cemiyeti: 17 Aralık günü kuruldu.
* Selâmet–i Osmaniye Fırkası: 17 Aralık günü kuruldu.
* Kilikyalılar (Adana–Mersin) Cemiyeti: 21 Aralık günü kuruldu.
* * *
1918 yılı Aralık ayı içinde kurulan bu cemiyetlerin çoğu ecnebi işgalinin karşısında durmak ve mücadele etmek maksadıyla kuruldu.
Ancak, bunlardan bir tanesi var ki, tam bir istisna teşkil ediyor: Kürdistan Teâli Cemiyeti
Bu cemiyetin kuruluş hazırlıklarına, yaklaşık bir yıl evvel başlanılmıştı. Üstelik, kuruluş maksadı içinde siyasî, ideolojik, yahut ayrılıkçı mânâda herhangi bir temâyül görünmüyordu. Daha ziyade, Kürt nüfusunun, büyük bir sarsıntı geçiren Osmanlı harabelerinin altından sağ–sâlim çıkarılması amaçlanıyordu.
Ne var ki, gerek resmî kuruluş tarihi ve gerekse dışa yansıyan görüntüler, daha ilk günden itibaren bu cemiyeti maksadından saptırdığını gösteriyordu.
Şemdinanlı Seyyit Ubeydullahı ahfadı, Bedirhaniler ve Babanzâdeler gibi İstanbul'daki Kürt aristokrat ailelerin tahsilli çocukları tarafından kurulan bu cemiyetin üst düzey yetkilileri, kısa sürede İngiliz ve Fransız işgalcilerle haşır–neşir olmaya başladı.
Oysa, dahilî mesele ne olursa olsun, öncelikle haricî tecâvüzâtı def etmek gerekiyordu. Din, vatan ve millet sevgisi bunu gerektiriyordu.
Ne var ki, bunlar tam tersini yapmaya koyuldular. Osmanlıyı ihyaya, yahut Anadolu ve Trakya'yı işgalden kurtarmaya azmetmiş olanlarla irtibatlarını kestiler. İşgalcileri kendilerine daha yakın görmeye başladılar.
Bu durum, dinî ve millî hamiyete ters düşmekteydi. Böyle olduğu içindir ki, Dârül–Hikmeti'l–İslâmiye âzası olan Bediüzzaman Hazretleri başta olmak üzere, o gün için Kürtleri temsil makamında olan sâir ülemâ ve eşrâf, işgalcilerin dümen suyuna giden ayrılıkçıları dinlemedi, onları desteklemedi, hatta mütecaviz işgalcilere karşı var gücüyle direnmeye, mücadele etmeye başladı.
Bunun ispatı şudur: Vilâyât–ı Şarkiye'deki bütün Kürt halkı ve onların temsil eden şeyhler, alimler ve ağalar, Ermeni çetecileri baş tacı etmiş Fransız ve İngiliz içgalcilere karşı özellikle Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te yapılan mücadeleye tereddütsüzce iştirak etti.
Ardından, Kürt–Teali Cemiyeti yerine, aynı tarihlerde kurulan Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetinin sözünü dinlediler ve hatta bu cemiyete dahil oldular. Erzurum ve Sivas Kongrelerine de bu cemiyetin üyesi olarak katıldılar.
Son olarak, Ankara'da teşkil olunan Millet Meclisi, 1921'de Kürdistan Teâli Cemiyetinin zararlı bir cemiyet olduğu ve kapatılması gerektiği yönünde karar verirken, bu kararın arkasında Kürt kökenli bütün mebusların desteği de vardı.
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Hüsn-ü zan ve sû-i zan |
|
Dünyaya imtihan edilmek için gönderilen insanoğlunun, gerçekten çok kompleks ve karmaşık bir yapısı vardır.
Normalde, imanının gereği olarak emir ve yasaklar çerçevesinde sürdürmesi gereken hayatını, çoğu zaman hudutların dışına taşarak mahveder. “İnsan, beşerdir şaşar” kaidesiyle yapılan hatâlar mâneviyâtını tahrip ettiği gibi, Allah korusun âhiret hayatının dahi berbat olmasına sebep olabilir.
Taklit mertebesindeki imanlar ne kadar tahkik mertebesine yükselirse, o nispette ahlâk da yükselir. İmanın verdiği şuûr ve her an huzûr-u İlâhide bulunmaktan gelen bir hâl ile hudut dairesinde kalınır. Böylece, dünya hayatı mânevî bir cennet olduğu gibi, âhiret hayatı dahi gerçek cennete dönüşür.
Güzel ahlâkların içinde en önemli olanlardan birisi hüsn-ü zandır. Bediüzzaman Hazretleri “İnsan hüsn-ü zanna memurdur” der. Allah kullarına, başkalarına karşı hüsn-ü zanla bakmayı emretmiştir. Bir hadis-i kudsîde de “Ben, kulumun hüsn-ü zannı üzerineyim” buyurmuştur. Yani, kul Allah’a ne nazarla bakarsa, Allah da ona öyle muâmele eder. Ancak fıtratında nankörlük hissi bulunan insan, hâşâ, Allah’a bile sû-i zanda bulunmak yanlışına düşer. Bu mânâyı Cenâb- ı Hak, Fecr Sûresi’nin 15. ve 16. âyetlerinde şöyle haber verir: “Ne zaman Rabbi onu imtihan etmek için kendisine nimetler verse ve ikramda bulunsa, insan ‘Rabbim beni üstün kıldı’ der. Ne zaman rızkını daraltarak imtihan etse, bu defa da ‘Rabbim bana hor baktı’ der.”
İnsan; eşinin, çocuklarının, hısım ve akrabalarının, dâvâ arkadaşlarının ve diğer insanların hâl, hareket, söz ve davranışlarına hüsn-ü zanla yaklaşmalı, hayra ve iyiye yormalıdır. Elde aksine delil olmadıkça yapılan hüsn-ü zan, her şeyden önce sahibini rahatlatır. Bu tavır, muhatapları da rahatlatmaya vesiledir. Sû-i zanla yapılan konuşmaları bile hüsn-ü zanla yorumlamak, alevlenmesi mümkün olan olayları kıvılcım halindeyken söndürmeye vesiledir. Merhum Mustafa Acet ağabeyden dinlediğim bir hatıra buna güzel bir örnektir: Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ ilçesinde ikâmet ettiği sıralarda, çevre köylerden birisinde imamlık yapan bir hocaya, Mustafa Acet ağabey Üstadı lehinde konuşma yapar. O da, her ne hikmetse Üstadın aleyhinde ileri geri konuşur. Mustafa Acet ağabey bu durumu Üstada bildirdiği zaman Üstad çok kızar ve “O büyük bir âlimdir. O benim kardeşimdir. O benim aleyhimde konuşmaz. Sen onunla benim aramı açmaya çalışıyorsun” diye bir hayli azarlar. Daha sonra o hocayla tekrar görüştüklerinde Mustafa ağabey Üstadın sözlerini aktarır. O zat “Bediüzzaman benim hakkımda böyle mi söyledi? Gerçekten o büyük bir insanmış. Ben onun büyüklüğünü şimdi daha iyi anlıyorum” diye bu sefer lehinde bir çok şeyler söylemiş. Üstadın hüsn-ü zannı o hocayı bu noktaya getirmiş.
Her şeyin aşırısı iyi olmadığı gibi, hüsn-ü zanda da îtidal şarttır. Aşırı hüsn-ü zan saflıktır ve aldatılmaya müsâit bir zemindir. Onun için “İtimat kontrole, kontrol itimada mâni değildir” denilmiştir. Bu zamanda öyle cereyanlar var ki, gözümüzü dört açmak bile bazen yeterli olmamaktadır. İnsanları ayaküstü aldatan ve uyutan nice insanlar türemiştir. Aşırı iltifat, ikram ve ihsan, güzel söz ve kırk türlü hile ve desiseler ile saf insanlar kandırılabilmektedir. Evet, Üstadın dediği gibi “İnsan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin ve başkaların bâzı harekâtını hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binâenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bâzı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyâtı zedeler.” (M. Nuriye 58) Ancak, delil ve âkıbet önemlidir. Zira, vücuda gelen deliller sağlamsa ve hangi alanla ilgili olup tahribât ve fitneye sebep oluyor ve ciddî anlamda tesanüdü bozuyorsa, o zaman iş sû-i zan olmaktan çıkar. Bu durumda yapılacak şey, alınacak tedbirlerle tahribâtın önünü kesmek ve tesanüdü muhkemleştirip fitne kapılarını kapatmaktır.
Bu hususta Cenâb-ı Hak’tan duâmız ve niyazımız, bizleri hüsn-ü zan dairesinde muhafaza edip sû-i zandan uzak tutması ve her türlü tahribât karşısında uyanık olmamızı sağlamasıdır.
17.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|