Risaleleri bir defa gözden geçirdiğini, ama daha sonra “döne döne” tekrar okuma gereği duymadığını söyleyenler olmuştu biliyorsunuz. Oysa ilk emri “Oku” olan Kur’ân’ın bu çağa dersi ve mesajı niteliğindeki Risale-i Nur “döne döne, tekrar tekrar” mütalâa edilmesi, Zübeyir Gündüzalp’in ifadesiyle “dem ve damarlara karışacak derecede” okunması ve hazmedilmesi gereken çok önemli bir külliyat.
Öyle olmasa, bizzat müellifi, kendi eserlerini son anlarına kadar, yüzlerce defa okuma ihtiyacı duyar; her okuyuşunda yeni ve farklı mânâlar keşfederek çok istifade ettiğini söyler miydi?
Bu durum hem külliyatın ağırlıklı bölümünü teşkil eden imanî bahisler, hem de imanî prensipleri hayata taşırken dikkate alınması gerekli parametreleri gösteren lâhikalar için geçerli.
Üstadın dediği gibi, risalelerin birini diğerine tercih etmek mümkün değil. Her birinin, kendi makamında riyaseti var. Ve insan bir okuyuşunda fark edemediği bir incelik ve nüansı sonraki okuyuşlarından birinde görebiliyor. Böylece her okuyuş insana yeni ufuklar açıyor. Şuurlu ve dikkatli bir okumanın sürekli kılınması ise, insanı sonu olmayan bir tekâmül sürecine taşıyor.
İşin bir de, hayatın akışı içinde değişen hadiselerin insanı karşı karşıya getirdiği farklı durumlara bakan boyutu var ki, orada da nazarî ölçülerin yaşanan hayata fiilen tatbiki söz konusu.
İşte onlardan birinin ifade edildiği bir pasaj:
“Nasıl ki, gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın büyük kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar; düşman tarafı en büyük ordusunun cihazat-ı muharebesini (savaş teçhizatını) kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek, ehl-i iman taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vasıtayı kullanır, ehemmiyetli bir istinadgâhı kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır, Müslüman taburunun her bir neferine karşı cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir, bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı hengâmda Hızır gibi biri çıkar, der:
“ ‘Me’yus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûp olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz, kâinatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlûbiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı manevîye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevî ve bir cemiyet hükmüne geçsin’ dedi ve tam kanaat verdi.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 61)
Bu dehşetli zamanda iman-küfür mücadelesinin bu şekli aldığını; ehl-i dalâletin taarruzuna karşı “cephe savaşı” veren ehl-i iman taburundaki her bir ferdin, özellikle moralleri bozmayı hedefleyen komiteci bir muhasara altına alınabildiğini; ayrıca o taburdakilerin arasına fitne sokarak tesanüdlerini sarsmaya yönelik tezgâhların ve yanı sıra, haddizatında ehl-i iman safında yer alan bazı kuvvetleri türlü hile ve desiselerle yanına çekerek ehl-i imanı zayıf düşürmenin de aynı stratejinin bir parçası olduğunu ifade eden Üstad, tam o hengâmda Hızır gibi yetişen Risale-i Nur’un şu dersine dikkat çekiyor:
Manevî dayanaklarınız çok kuvvetli olduğu halde “cemaat ve şahs-ı manevî” şeklinde gelen hücumlara ferden ferdâ mukabele etmeye çalıştığınız için mağlûp duruma düşüyorsunuz. Bu hatanızı bir an evvel düzeltin ve siz de kuvvetli bir şahs-ı manevî teşkil edip sarsılmaz bir tesanüdle mukabele ederek taarruzları püskürtün.
Yani, bilhassa İhlâs ve Uhuvvet Risalelerinde dile getirilen ikazlar, burada stratejik öneme sahip nüanslarla yeniden dikkatimize sunuluyor.
Manevî cihadda cephe savaşı veren mücahitlerin, dayanmak ve başarmak için ihlâslı bir şahs-ı manevî teşkilinden başka bir çareleri yok.
21.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|