Türk mü, Ermeni mi tartışmalarına sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kendi kriterlerine göre “Müslüman ve Türk’üm” cevabını verdi, ama hâlâ kafatasçıların tasallutundan kurtulamadı. DNA tahlili yaptırması istendi gerçekten Türk mü diye..
Bize göre sayın Abdullah Gül’ün Müslümanlığını da, Türklüğünü de karıştırmasına gerek yoktu. “Ben herkes gibi bir insanım ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” demesi yeterliydi. Velev ki Ermeni kökenli olsun. Abdullah Gül yerine adı Mıgırdiç Gulyan olsun. Ve daha düne kadar bir Hıristiyan iken bu gün itibariyle İslâm dinini kabul etmiş bir kişi olsun, ne olacak ki? Demokratik, çağdaş, lâik devletlerde insanlar dinlerine ve ırklarına göre değil, vatandaşlıklarına göre, kişilik ve davranışlarına göre değerlendirilmiyor mu?
Bazı kafatasçıların çağdaş, sosyal demokrat ve laik geçinmelerine rağmen savundukları fikirlere taban tabana zıt uygulamalarda bulunmaları iki ihtimali akla getiriyor. Birinci ihtimal fikir namusunu muhafaza etmemeleri. İkincisi savundukları görüşlerin de göründüğü gibi olmayışları yani gerçek muhtevasının bugünkü çağdaş kafatasçı, DNA’cıların söylediği şekil ve içerikte olması. Basit bir örnek verecek olursak: Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” görüşünün resmiyette Türk ırkından gelmese de kişinin kendisini Türk hissetmesinin yeterli olacağı biçiminde yorumlanmasına karşın Atatürkçüyüz diye piyasada dolaşanların bu felsefeye çok zıt bir biçimde DNA testi istemeleri bu konuda çifte standart uygulandığını gösterir. Öte yandan Mustafa Kemal’in “Delikosefal mı, brekosefal mı?”diye kafatası araştırmaları yaptırmış olması da ayrı bir handikap içermektedir. Hitlervari bir ırkçılık anlayışı ile hareket edildiğinde kimlerin hangi ırka mensup oldukları araştırılsaydı, sonucun ilk evvelâ bu araştırmayı yapanları mahcup edeceği ve tartışma konusu yapacağı aşikârdı.
Bediüzzaman Said Nursî’nin binlerce yıllık muhtelif ırkların kaynaşması sürecinde komşuluk, akrabalık ilişkilerinden dolayı kimin gerçek Türk, kimin gerçek Kürt ya da gerçek Ermeni olduğunun anlaşılmasının neredeyse imkânsız olduğunu ifade ederek “Ancak Levh-i Mahfuz’a bakmak lâzım” hükmünü koyması boşuna değil.
Hal böyleyken insanların değerli ya da değersiz oluşlarını, asil ya da sefil sayılmalarını dezoksiribonükleik asitlere indirgemek, asit bazlı bir felsefeyle insanları değerlendirmek, enzimlere, epidermik yapılara veya ne bileyim mitokondriyel ve kofulsal yapılara göre asil-sefil ayrışmasını yaparak arıtımda bulunmak modern dünyada ve çağdaş kafalarda pek makbul sayılmayan bir üretim olarak nitelendirilir. Bu tür arıtım ve üretime kıyasla dünyamızdaki fotosentezlemeler için gerekli olan azotun hammaddesi olan hayvan gübresi bile daha ciddî ve önemli addedilmelidir.
“Yaradılanı hoş gördük Yaradandan ötürü” diyen Yunus Emreler nerede “DNA’nı hoş gördük RNA’dan ötürü” diyen çağdaşlarımız nerede..
Eğer biz insanlar Hz. Âdem’in çocuklarıysak ve Âdem de topraktansa, asil ırk, sefil ırk diye bir ayrıma girilmesi inananlarca zaten abestir. Geriye sosyolojik açı kalır ki o da insanın insan sayılması için sosyal kriterlerin asit-masit, deri-kemik, kan-bağırsak ile değil kişilik, ahlâk, bilgi, adalet gibi değerlerle ölçüldüğü gerçeği ile baş başa kalırız.
Ne yapalım herkes kendi penceresinden baksın bakalım..
25.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|