|
|
Hadis-i Şerif Meâli
Irkçılığa çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir.
Câmiü's-Sağîr, No: 3327
|
25.12.2008
|
|
Öyle acip bir istibdat ki...
Evet, öyle acip bir istibdat ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler. (Zannederim, asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hatâ bir cephede hücum göstermişler.) Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer mâsumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.
Şuâlar, s. 513, (yeni tanzim, s. 928)
***
Bu yakınlarda ehl-i ilhâdın perde altında tecavüzleri gayet çirkin bir suret aldığından, çok biçare ehl-i imana ettikleri zalimâne ve dinsizcesine tecavüz nevinden, bana, hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mâbedimde hususî bir iki kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahâle edildi. “Niçin Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?” denildi. Sükûtta sabrım tükendi. Kabil-i hitap olmayan öyle vicdansız alçaklara değil, belki milletin mukadderâtıyla keyfî istibdatla oynayan firavunmeşrep komitenin başlarına derim ki:
Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevap isterim.
Birincisi: Dünyada hükümet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz.
İkincisi: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hâlde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız hâlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?
Üçüncüsü: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usulüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öylelerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!
Devamı için bakınız: Mektûbât, s. 417,
(yeni tanzim, s. 729)
asr-ı âhir: Son asır.
hiss-i kablelvuku: Birşeyi olmadan önce hissetme.
tecziye: Cezalandırma.
tehcir: Hicret ettirme, göçe zorlama.
ehl-i bid’a: Sünnetin dışında bir yolda giden.
ehl-i ilhâd: Hak yoldan sapanlar, dinsizler.
kabil-i hitap: Hitap edilebilen, kendisiyle konuşulabilen.
istihkar: Hakir görme, küçümseme.
lâdinî: Din dışı, dinle alâkası olmayan.
mukadderât: Allah tarafından takdir edilenler.
istibdat: Baskı.
firavunmeşrep: Nefsini, benliğini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkartacak derecede büyük görme.
ibâdât: İbadetler.
nev-i beşer: İnsanoğlu.
hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti.
mutaassıbâne: Aşırı derecede taraftarlık göstererek.
cebrî: Zorla.
|
Bediuzzaman Said Nursi
25.12.2008
|
|
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek b
Sakın,
benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lâzım ve elzemdir.
Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 57
|
25.12.2008
|
|
Nur yüzlü Mehmed
Siz, bizim Mehmed’i pek tanımazsınız. O, bizim Bursa’daki bir senelik sohbet arkadaşımızdır. Ama sohbete gelen arkadaşlardan da öyle herkes tanımaz Mehmed’i. Yaklaşık on senedir tanışırım onunla. Kendisinin özel bir oto tamir servisi vardır. Birbirimizi severiz. Birkaç defa, vakfımızın Ramazan ayındaki iftar yemeğine davet etmiştim onu. Gelmiş ve çok da memnun olmuştu. Cemaatimize karşı hürmeti de vardı o yüzden.
Bursa’dan ikiüç yıllık bir ayrılıktan sonra tekrar dönüşümde, yine buluştuk. Bir gün ona “Mehmed, bizim vakfımızı biliyorsun. Orada Cumartesi akşamları sohbetimiz oluyor, gelsene” dedim. “Tamam Osman ağabey, gelirim” dedi. Ve o akşam geldi, dikkatli bir takiple yapılan sohbetleri dinliyor, memnuniyeti gözündeki ışıltılardan belli oluyordu. Çay arası sohbette, çok memnun olduğunu ifade etti.
Birkaç gün sonraki görüşmemizde, “Osman ağabey, o akşam sohbetten geldikten sonra hanıma anlattım, çok memnun oldu (zaten hanımı müttakî biridir), neyse yattık, sabah kalktım, hanım bana dedi ki: ‘Ya Mehmed, sen gece uyurken ben uyandım ve şöyle senin yüzüne bir baktım, vallahi bir gecede yüzün nurlandı.’ Tabiî gülüştük.
Mehmed artık derslerimizin bir müdavimi olmuştu. İşi erken bittiği günlerde çoğu zaman herkesten de önce gelir vakfa. Arkadaşlarımızla da tanıştırdım peyder pey. Dersleri dikkatle dinliyor, aradaki çay sohbetlerinde de çok güzel haller vuku buluyordu. Bana bunları da izhar ediyor, “Allah razı olsun senden, eğer ben bu cemaatle tanışmasaydım, şimdi kahvehane köşelerinde, isin, pisin içinde olacaktım” diyordu. Ben de “Kardeşim, bizde bir şey yok. Bu Cenâbı Hakk’ın bir ihsanıdır ki, sana bu cemaate girmeyi nasib etti. Hem bak, ben sana bir şey diyeyim, burası var ya; cennet bahçelerinden bir bahçedir. İnsan burada duyduğu huzuru başka yerde pek görmez. Benim hafta sonu adresim hep burasıdır. Çok zorda kalmazsam, hani iki elim kanda da olsa buraya gelirim. Sonra bizim evde, Cumartesi ve Salı akşamları (mahalle sohbet günümüz) misafirliğe pek gidilip gelinmez” dedim.
Artık Mehmed hafta sonu umumî derslere geldiği gibi, hafta içi kendi mahallesindeki derslere de devam etmeye başladı. Yine bir gün çay sohbeti arasında, “Mehmed, bizim gazetemiz var biliyorsun, Yeni Asya. Seni de abone yapalım” dedim. “Tamam” dedi ve hemen gazete abonesi işleriyle ilgili arkadaşı çağırıp, evin adresini vererek gazetemize de abone oldu. Ailece gazetemizi çok güzel okuyorlar. Başka bir akşam, külliyatı almak istediğini söyledi ve yine arkadaşlarla irtibatını sağladım.
Aslında bu aziz dâvâmıza gönül verme serüvenlerini anlatacak “hidayet hâlleri” adı altında bir seri yazı yazmak istiyorum da, bakalım ne zaman, nasıl olur. Burada tabii bizim anlatmak istediğimiz; şahsî, nefsî hisseler değildir. Bir büyük hakikati nazara verirken, mecburen isimlerden bahsetmek durumunda kaldık. Bizim bu dâvâya dahil olmamıza sebeb olanlardan Allah razı olsun. Nasıl onlar bir vasıtaydı, bu iş için istihdam edilmişlerdi. Bizi de Cenâbı Hak, kendi sevk ve istihdamıyla bir çok akraba, eş, dost, arkadaş v.s. insanların hidayete kavuşmasına vesile kılmıştır. Yoksa bizim şahsımızda hiçbir özellik yok. Rabbim hidayet nimetini nasib etmiş, biz de buna vesile olmuşuzdur. Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Hidayet büyük bir nimettir, vicdânî bir lezzettir ve ruhun cennetidir.” Nasıl biz bu hidayet halleriyle; nimete, lezzete erdiysek, ruhumuz da bu dünyada cenneti hissedip yaşıyorsa, aynı şeyleri başkaları için de temenni etmeliyiz. Zaten bizim maksad ve gayemizin en büyüğü de; insanların imanlarının kurtulması ve hidayete ermesi değil midir?
|
OSMAN ZENGİN
25.12.2008
|
|
BAHÇEMİZİN GÜLLERİ
Çocuklarımız…
Rabbimizin nimeti, dünyamızın zînetidir çocuklarımız.
Onlar, bahçemizin gülleri, gönlümüzün bülbülleridir. Peygamberimiz (asm) çocuklar için “Cennet çiçekleri” tâbirini kullanmış. Onları ne de çok severmiş Efendimiz (asm).
Üstlerine titreyerek, onları maddî ve mânevî her musibetten muhafazaya çalışırsınız. Meselenin maddî kısmı belli. Oturmasına, kalkmasına, yemesine, içmesine dikkat edersiniz. Hasta olsalar; onlar uyur, siz uyanık kalırsınız. Onların başı ağrısa, sizin ruhunuz sızlar. Ayaklarına diken batsa, sizin kalbiniz kanar.
Fakat iş sadece yedirip içirmekten, giydirip kuşatmaktan ibaret değil ki!
İyi bir eğitim alması da gerekir. Onu da temin edersiniz. İyi okullarda okutursunuz. “Adam” olsun istersiniz. Eh, olur da! Filanca kurumda görev alıp, iyi bir makama da yerleşir. Ağa olur, paşa olur; veya iş kurar, patron olur ve sâire…
Hiç “hamal” olmasını istemezsiniz. Gönül bu ya!
Bitti mi?
Hayır, bitmedi.
Bir zamanlar, babası oğluna: “Oğlum, sen adam olmazsın!” demiş. Oğul okumuş, başarmış, yüksek bir makama gelmiş. Bir gün, raiyyetindekilerden birine vazife vererek:
“Git, filân köyde, filân yerde, şöyle bir zât var” diye tarif edip “Onu buraya getir” demiş.
Gidilmiş. O zât getirilmiş.
Makamdaki “oğul”, huzurdaki “baba”ya:
“Bak, baba! Bana adam olmazsın demiştin. İşte görüyorsun, okudum ve ‘adam’ oldum” demiş. Acı bir tebessümden sonra, huzurdaki baba:
“Sen makam sahibi olmuşsun, ama yine de ‘adam’ olmamışsın” dedikten sonra, üzgün: “Eğer ‘adam’ olsaydın, beni yaka paça huzuruna getirtmez; kalkar, baba ocağına sen gelirdin” demiş.
Demek ki maddî ihtiyaçların yerine getirilmesi, tek başına yetmiyor. Onları, “Îmân insanı insan eder, belki insanı sultan eder” mânâsındaki hakikatlarla tanıştırmak, ahiretlerini kurtaracak İslâmî bilgilerle de donatmak gerekiyor.
Çocuklar ana babalarının yanında Cenâb-ı Hakk’ın bir emanetidir. Onların temiz kalpleri, asil ruhları, körpe dimağları istenildiği gibi işlenmeye elverişli saf bir cevherdir. Kalbinin daha ilk anda iman için genişlemesi, delil istemeksizin kabul etmesi Allah’ın bir lütfudur.
Çocuğu zevke, keyfe alıştırmamak; israf ve lüks düşkünlüğünden uzak kalmasını sağlamak; haram lokma yedirmemek, haram süt emzirmemek ana babanın dikkat edeceği hususlardır.
Onları İslâm ahlâkı ile bugün terbiye etmek gerekir. Yoksa yarın çok geç olabilir! Eğer başıboş bırakılarak yaramaz hâle gelmesine fırsat verilirse ahlâksızlaşır, sefahet bataklıklarında bocalar ve hem dünya hem de ahiret hayatları berbat olur. İşte o zaman anasını saymaz, babasını ayağına çağırır!
Tinerciler, baliciler benzolcüler gökten zembille gelmedi. Bunlar da bu toplumun insanı, bunların da anaları babaları var. Var, ama bunlar da var!...
Bunun örnekleri günümüzde az değil.
Çocukların dünyaları güzelliklerle doldurulmazsa, yerine güzel olmayan şeyler dolar. Çünkü kâinatta boşluk yok.
Çocuğun dünya ve ahiret mutluluğunu gözetmek, onun dünyaya gelmesine vesile olan insanların yani ana babanın önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. Bu hususta Peygamber Efendimiz (asm):
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz” buyurmuşlardır.
Demek ki çocuğun kendisine söylenenleri anlamaya başladığı ve düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren dinî bilgileri vermeye başlamak gerekiyor. Onları, dünya ve ahiret mutluluğunu temin edecek hayat yolculuğu için hazırlamakla mes’uldür ana baba.
Çocuklara ilk öğretilecek şeyin ise “Lâ ilâhe illallah” cümlesi olduğunu söylüyor Hz. Peygamberimiz (asm).
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin:
“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i îmanî almazsa sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabanî düşer” cümleleri, önemli bir teşhistir.
“Ağaç yaşken doğrulur” derler.
Umduğumuz her güzel şeyi, çocuklarımıza önce verelim ki sonra alalım; “eyvah” dememek için…
hocaoğ[email protected]
|
ALİ RIZA AYDIN
25.12.2008
|
|
|
|