|
|
Paşalar arası mahalle baskısı
Bu “mahalle baskısı” deyimi fena bir deyim değil. Oldukça işlevsel bir niteliği var.
Bizde sık sık hatırlanması bu yüzden. İşte şimdi de ben, onu paşalar arası ilişkiyi değerlendirmek için kullanmak zorundayım. Malum, bir paşalar tartışması var şu günlerde. Paşalar tartışması dedimse, herhangi bir stratejik konuyu ya da ülke güvenliğini ilgilendirmiyor. Tartışma “Kim daha iyi içer ya da içmez?” noktasında toplanıyor.
İşin içine, Mustafa’da Mustafa Kemal Paşa’nın “içkici” olarak gösterilip gösterilmediği tartışması da girince epey şenlikli bir durum ortaya çıkıyor. Mustafa’da tartışılan konu neydi?
Mustafa Kemal Paşa’nın içkici olarak gösterilip gösterilmediği meselesi idi. Bir çevre, “Büyük Atatürk bu filmde çocuklara içkici olarak gösteriliyor. Bu da onun itibarını aşındırma niyetini ortaya koyuyor” diyordu. Bu kanaate göre “içki içiyor gözükmek” çocuklar nezdinde olumsuz bir imaja yol açardı. Ama paşalar nezdindeki tartışmada içki adeta bir “Paşalığın ayrılmaz vasfı” imiş gibi kabul ediliyor ve içki kullanmayan paşanın paşalığının azalmışlığına hükmedildiği düşünülüyor.
İlk defa Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün sütunlarına taşınan sahneyi hatırlayalım: Masada, yolsuzluktan mahkum olup rütbesi sökülen eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil var, eski Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu var, dönemin Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman var, eski Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök var. Bir MGK toplantısı sonrası evde stres atılıyor.
Herkesin elinde bir kadeh. Kadehlerin rengi içlerinde şarap olduğu izlenimi veriyor. Bu arada, İlhami Paşa, bir laf atıyor: -Hilmi’ninki şarap değil, kola, diyor. Özkök, savunma psikolojisi içinde kolaydı, şaraptı işine açıklık getirmeye çalışırken Kıvrıkoğlu (dönemin genelkurmay başkanı) devreye girerek hizmet eden askere sesleniyor:
-Oğlum şuradan bir şarap getir. Hilmi de doğru dürüst içki içsin, diyor.
İlhami Erdil, bu olayı anlatırken, Hilmi Özkök’e bir başka olaydan dolayı kızgınlığını da dile getiriyor. Bir başka olay, kendisi yolsuzluktan yargılanırken mahkeme salonunda sanık sandalyesinde görüntüsünün alınması, medyaya yansıması ve buna karşılık Hilmi Özkök’ün, Genelkurmay Başkanı olarak herhangi bir tepki göstermemesi...
Neyse, işin bu tarafında gelişen tartışmada sözün “adamlık sorgulaması”na kadar varması ayrı bir mesele. Biz şarap etrafındaki mahalle baskısına gelelim. Çünkü içki tartışması burada kalmıyor. Hilmi Paşa, Fikret Bila üzerinden cevap sunmaya (ya da içki ile ilgili savunmaya) devam ediyor. Fikret Bila, aldığı bilgilerden yola çıkarak Hilmi Paşa’nın içki ile ilgisini şu sözlerle anlatıyor: “Ankara’da gazetecilik yapanlar komutanlarla değişik ortamlarda bulunurlar. Sohbet ederler.
Özkök Paşa sosyal ortamların gerektirdiği hallerde içki içer. Genellikle mayasız içkileri tercih eder; viski, votka gibi. İçkiye düşkünlüğü yoktur. Hilmi Paşa dini değerleri bilen ve önemseyen bir komutandır. İçki içmenin haram sayıldığını bilir ama Allah’ın affetme büyüklüğüne de inanarak, sosyal ortam gerektirdiğinde içer. Ama Ramazan’a daha hassastır. Oruç tutar ve Ramazan ayı boyunca içki içmez. Değişik vesilelerle yaptığımız sohbetlerde, “Keşke hiç içmesem. Çocuklarım da ‘Babam hiç içmiyor, ne güzel’ diyebilseler. Onlara örnek olsam. Midem de rahatsız, ama bazen mayasız içki içiyorum” dediğini anımsarım.”
Paşalar arası içki tartışması böyle... Gelelim olayın çağrışımlarına... Paşalar arası içki tartışmasını izleyince, benim aklıma YAŞ kararıyla atılan subayların dosyaları geldi. YAŞ kararıyla Ordu’dan ihraç edilen subayların dosyalarına “Disiplinsizlik” diye giren şeylerin önemli bir kısmı, “Subay profili”ne uymayan bir “yaşam tarzı” içinde olmaktı. Bir çok kere dinlemişimdir: Gözaltında olan ya da “kuşku”lu bulunan subaylar, “üst”ler tarafından “sosyal ortamlar”da içki içmeye zorlanır, bir şekilde içmemeye çalışanlar üzerindeki kuşku derinleşir, bu defa eşlerin “sosyal ortamlar”a katılıp katılmadığı, katılmışsa dans edip etmediği, not edilir vs... Sonra dosya tekemmül eder.
-Disiplinsizlikten re’sen ihracına... karar verilir. Birçok subay bilirim, tıpkı Hilmi Paşa gibi içki içmenin günah olduğunu bildikleri, inançlarının gereğini yerine getirme duyarlılığına sahip oldukları halde, yıllarca hizmet verdikleri Ordu’dan atılmamak için bu yoğun “mahalle baskısı”na direnememiş ve “sosyal ortamlar”da içki kullanmak zorunda kalmışlardır.
Ben bir başka Paşa’nın, sırf, general olduktan sonra terfileri etkileyen küçük artı ve eksilere dikkat etmek için “Hiçbir Paşa’nın Cuma namazına gitmediği”ni söylediğini hatırlıyorum. General oluyorsunuz, ama mahalle baskısı peşinizi bırakmıyor. Son söz: İnsanları mahalle baskısına karşı koruyalım, ama herkesi koruyalım. Paşaları da...
Ahmet Taşgetiren
Bugün, 24.12.2008
|
25.12.2008
|
|
Ayine, iş, kişi, laf, şahıs, rütbe akıl, eser!
Askeri mahkemede akçalı suçtan mahkûmiyet ve rütbe sökümüne rağmen kimi “silah arkadaşı”, kimi “holding arkadaşı”, kimi “medya arkadaşı” arasında (ne güzel) itibar kaybetmediği anlaşılan eski Komutan İlhami Erdil ne demiş...
Hani, Hürriyet Genelkurmay Başkanı Özkök’e eski Cumhuriyet Genelkurmay Başkanı Özkök’ün kadehlerini çekiştirmişti ya...
İşte karşı taraftan “Ben adamın lafının ve adamlığının değerine bakarım” mealindeki Mevlana alıntısı gelince, çok bilinen “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”ı patlatmıştı hani...
Kendine mi söylüyor yani, diye düşünmüştüm ben de.
Neyse işte “askeri ve komutansal” girizgâh niyetine andım bunu.
Konumuz, “Ayinesi iştir kişinin”.
Konumuz, “Lafa bakılmaz”.
Konumuz , “Şahsın görünür rütbei aklı eserinde”.
Konumuz, “Rütbe”.
Konumuz “Akıl ve eser”.
Şu anda memlekette iki önemli kesimin “hayatı için hayati” kararlar gündemde.
Zaten herkesin hayatı öyle hayati ipler üstünde de...
Misal, asgari ücret belirleniyor.
Sanmayın ki memlekette azınlıktır; üniversite mezunları da dahil, yaygındır.
Ama şimdi tutacaklar, krizi asgari ücretin tepesine geçirecekler.
Oysa, fiilen en asgari geçimin de altındadır. Ama bugün için konumuz “askeri ücret”. Uyak olsun diye öyle dedim; “askeri” ama sadece ücret, maaş değil.
“Birleştirilmiş Komutanlar Toplantısı” yapılıyor. Son toplantıda, “askeri hekimlerin durumunun iyileştirilmesi” konuşulmuştu; “subay, astsubay özlük hakları konuşulacak” denmişti.
Bu gündem biraz dar.
Müsaadeleriyle; binlerce asker ve emeklisiyle, subaylarla da ama özellikle astsubay ve muvazzaf ile sözleşmeli “uzmanlar”la, sivil askeri memurlarla, askeri hemşirelerle, askeri lise ve harp okullarından ay(ı)rılan ve durumlarına bakmadan ağır “para cezaları”na esir edilen öğrencilerle, henüz ayrılmamışların aileleriyle, kimi YAŞ mağduruyla, askeri darbelerde ordudan atılmış ve hakları teslim edilmemişlerle, hepsinin “insan” halleri ve halsizlikleriyle “sıcak” temasta olan bir gazeteci, “gündem daha dolu, daha yoğun olmalı” diye düşünür.
Çünkü, “Ayinesi iştir kişinin... laf... rütbe... akıl... eser”!
Bu sütunda, yukarıdaki tüm kesimlerin sorunları, kimi daha sık kimi daha az, dile getirildi.
Tek tek saymıyorum artık.
Binlerce “ordu mensubu” sadece emir komuta zincirlerinin zincirli köleleri değil; “herkesin... eşit, imtiyazsız” sayıldığını ilan eden “Cumhuriyet”te birer vatandaş; çoluk çocuğu, hayatı, geçimi, umudu, hakları olan birer insan.
Bu konular, benim için (ve kimi üniformalı çok kişi için de) “hakiki cumhuriyet(çilik)” açısından, öyle laiklikten de önceki kritik kriter haline geldi.
Ya cumhuriyetçisinizdir; adalet, eşitlik, özgürlük, hak, hakkaniyet, imtiyazsızlık, insana değer vermek, kimseyi aşağılamamak, ezmemek, haysiyetiyle oynamamak, esir ve rehin almamak gibi değerleriniz vardır, “evet, sevk ve komuta ederken dahi!” bunların ışığında davranırsınız; ya da “cumhuriyet” sizin için laftır. Bizim için de!
Çünkü; ayinesi iştir kişinin...
Şahsın görünür rütbei aklı eserinde!
Benim ısrarlarıma gelince;
Bir “Pandora kutusu” açtım.
Bir “Kral”a “çıplaksın” dedim.
“Hakikat”i fark ettim ve inatla yazdım.
O da, binlerce insanın yüzde yüz yaşadığı “Hakikat”in ancak yazıya sığan yüzde şu kadarını. Ve içim acıdı ki, bu memleketin çok siyasetçisi de, çok gazetecisi de bu konuları ne hakikat gereği, ne insani, ne mesleki açıdan önemli, ne cumhuriyet kriteri, ne demokrasi mevzuu sayıyor. Ne insanlık kıymeti, ne haber değeri görüyor.
Eğer “tabu” idilerse...
İşte artık değiller!
Umur Talu / Sabah, 24.12.2008
|
25.12.2008
|
|
Ortak acı!
Taha Akyol’un CNN Türk için hazırladığı belgeselin ismi aslında bu olayı anlatmaya yetiyor: “Ortak acı”. Çok önemli ve çok doğru bir mantıkla 1915 tehcirini ele alan bu belgeselin mutlaka izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
‘Ortak acı’ ifadesi, Osmanlı’nın son elli yılını ne kadar da güzel özetliyor. Osmanlı’nın üzerinde kurulu olduğu topraklar, ulus devlet sevdasına çok büyük faturalar ödedi. Bu, herkesin, en çok da Müslümanların ödediği bir faturaydı. Oysa bizim müstağniliğimiz, acının yaygarasını yapmamamız ne kadar da yanlış anlaşılıyor. Sanki Müslümanlar, Türkler hiç acı çekmemiş, her şeyin suçlusu onlarmış gibi düşünülüyor. Ermenilerin ve Rumların Anadolu’dan ayrılışından dolayı yüzlerce kitap yazıldı. Binlerce ağıt yakıldı. Acılarını hiç bıkmadan, usanmadan ve hiç vazgeçmeden kuşaktan kuşağa, dilden dile anlattılar...
Bir de bize bakar mısınız? Bugün Türkiye’de milyonlarca Arnavut ve Boşnak yaşıyor. Yani ana yurtları Balkanlar olan milyonlarca vatandaşımız var. Osmanlı’dan sonra yurtları yuvaları yıkılan, haneleri talan edilen, çocukları öldürülen, göçe zorlanan, yurtlarından atılan milyonlarca Arnavut, Boşnak, Torbeş ve Türk.
Balkanlar tam 500 yıl Müslümanların hakimiyetinde kaldı. Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Yugoslavya’da binlerce cami, medrese, han, hamam vardı. Şimdi neredeler? Yunanlılar, Selanik’teki, Atina’daki, Kavala’da, Drama ya da Serez’deki, Yanya’daki camileri, medreseleri ne yaptılar? Sofya’daki, Belgrad’daki, Şumnu, Rusçuk, Filibe’deki hanlar, camiler, medreseler, çarşılar, bedestenler nerede şimdi? Sadece Belgrad’da 276 tane cami ve mescidin olduğuna kim inanır? Orada binlerce eser ortaya çıkartan milyonlarca Müslüman nüfus, şimdi nerede?
Balkan Savaşları’ndaki katliamları, Birinci Dünya Savaşı’ndaki acıları, komünist rejimlerdeki baskıları, zorla göç ettirilenlerin acılarını hiç kimseye anlatmadık. Hatta çocuklarımıza bile aktarmadık. Acı anlatılmazdı çünkü.
O dönemdeki Rus zulmünden kaçan Çerkeslerin, Kırımlıların, Gürcülerin, Abazaların, Ahıskalıların, hasılı bütün Kafkas Müslümanlarının dramlarını da kimseye anlatmadık. Bu dramın bırakın uluslararası yaygarasını yapmayı, kendi çocuklarımıza bile söylemeyi kendimize yakıştırmadık. Örttük üstünü. Başımıza geleni Hakk’tan bilip susup oturduk. Dedelerimizden böyle gördük, çocuklarımıza böyle tavsiye ettik. Acı anlatılmazdı.
Bütün bu faturaları ulus devlet sevdasına ödedik aslında. Bu sevda ile yıkılan ve onlarca devlete bölünen Osmanlı’nın tarih sahnesinden ayrılmasından sonra geriye kalan milletlerin nerede yaşayacağı ya da yaşamayacağı, neredeyse masa üstünde tespit edildi. Hal böyle olunca o koca coğrafyada hemen her millet çok büyük acılar yaşadı. Bu ulus devlet virüsüyle ayağa kalkan PKK yüzünden binlerce fidanımızı toprağa gönderdik. Görüyor musunuz ortalıkta bağıra bağıra ağıt yakan iki tane anne?..
Bütün bunlara rağmen bak biz konuşurken ortak acı diyoruz. Sadece kendi borazanımızı çalmıyoruz. Sizin de acılarınızı anlıyoruz diyoruz. Siz de dönüp biraz da bizim acılarımıza baksanıza...
Mehmet Kamış /Zaman, 24.12.2008
|
25.12.2008
|
|
Dünya faizsiz ekonomiye dönüyor
Her ülke, ürün, hizmet ve bilgi üretim gücüne yeni boyutlar kazandırabilmek için, elindeki kaynakları, yatırım alanları arasında en verimli bir biçimde dağıtmak ve değerlendirmek zorundadır. Ülkelerin üretim gücü, entellektüel sermaye yanında doğal kaynakları ve finansal sermayelerine dayanır. Ülkelerin petrol ya da dolar denizinde yüzmeleri, onların sağlam bir üretim gücüne sahip oldukları anlamına gelmez.
Başta ekonomi bilimi olmak üzere, ister teknik, isterse sosyal olsun, bütün bilimlerin amacı, toplumların üretim gücünü büyütmektir. Üretim gücünü büyütmede sürükleyici olduğu kadar belirleyici de olan, finansal sermaye değil, entellektüel sermayedir. Bir ülkenin entellektüel sermayesi, o ülkenin güzel insanlarından oluşur. Güzel insanların güzelliği, ürettikleri ürünlere, hizmetlere ve bilgilere yansır.
Geçen hafta sonunda, İKDER, Sabahaddin Zaim Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sedat Murat’ın öncülüğünde, yakınları, arkadaşları ve sevenlerinin katılımıyla Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde Anadolu insanının yetiştirdiği güzel insanların önde gelenlerinden Zaim Hoca’yı anma toplantısı düzenlendi. Benim başkanlığını yürüttüğüm oturumda, Prof. Dr. Raquib Zaman, Prof. Dr. İsmail Özsoy, Prof. Dr. Tekin Akgeyik ve Doç. Dr. Halis Yunus Ersöz ile birlikte, onun çok boyutlu düşünce dünyasını anlamaya çalıştık.
Ülkelerin kültürel dokularıyla birlikte ekonomik yapılarının sağlamlığı, finansal sermayelerinden daha çok entellektüel sermayelerine dayanır. Bu yüzden, Zaim Hoca hayatın odak noktasında, seküler kültürün, “ekonomik insan”ı değil, kutsal kültürün “güzel insan”ının olması gerektiğini, her fırsatta tekrarladı. O sohbetin kitaptan aşağı kalmayan bir gücü olduğunu söylerdi. “Hiçbir şey konuşulduğu yerde kalmaz” diyerek, davet edildiği her toplantıya katılırdı.
Ekonomik insan, eline geçeni büyütmede, aklın ilkelerinden başka sınırlayacak bir ilke tanımaz. Güzel insan, kendisi için istediğini başkası için de isterken, aklın ilkelerinin dışındaki ilkelere değil, üstündeki ilkelere dayanır. Onun dünyasında belirleyici olan, görünen dünyanın ilkelerinden önce, görünmeyen dünyanın ilkeleridir. O, üretime katkıda bulunmayan para ticaretinin, iki dünyada da yıkıcı olduğunu bilir.
Amerika’da, reel ticaretten daha çok para ticaretine verilen önemin, yol açtığı finansal çöküş, faizin yüzyıllardan beri tartışılan sakıncalarını, yeniden bütün dünyanın gündemine taşıdı. Japonya ve Amerika merkez bankaları sıfır faizle birlikte faizsiz finansman yöntemleriyle tanıştı.
Para ticareti yapan bankalara alternatif yatırım kuruluşlarının başında, risk sermayesi şirketleri gelir. Artık her finans kuruluşu, temeli “mudarabe” ortaklığına dayanan risk sermayesi şirketi gibi, çalışmak zorundadır. “Faiz ekonominin zehiridir”.
Zaim Hoca, “Bill Gates varlığını bankalara değil mudarabe şirketlerine borçludur” derdi.
Dünya ticareti özendirmeli, faizi önlemelidir.
Nazif Gürdoğan
Yeni Şafak, 24.12.2008
|
25.12.2008
|
|
|
|