Bilerek veya bilmeyerek her insan yanlış yapar, hata yapar. Doğru olmayan hâl ve hareketler, tasvip edilmeyen söz ve davranışlar her zaman her insanda bulunabilir. Bunun bir tek istisnası vardır; o da peygamberlerdir. Onlar, “ismet” sıfatının bir gereği olarak, hususî mânâda Yüce Allah tarafından günah ve kusurlardan mahfuz kalmışlardır. Peygamberlerin bir alt tabakasında olan Sahabe-i Kirâm dahi hata ve kusurlardan mahfuz kılınmamıştır. Bilerek veya bilmeyerek zaman zaman onlardan da bazı hata ve kusurlar sudur etmiştir. Sıffîn ve Cemel vak’alarında olduğu gibi...
Peygamber cemaati, peygamber dostu o güzide insanlardan bile bazı yanlışlar, bazı hatalar sudur ettiğine göre, bu asrın adeta ateş çemberinde günahlarla iç içe olan mü’minlerin hata ve kusurlardan uzak durmaları, günahlardan yakalarını sıyırmaları imkânsız gibidir.
Onun için biz biliyoruz ki, her insan bilerek veya bilmeyerek hata işler, yanlış yapar. Günaha girer, kusur yapar... Şerlere, kötülüklere meyyaldir, her an onlara girebilir. Bazen de iyilik niyetiyle kötülük yapabilir. Doğruluk adına bilmeden yanlışı savunur. Dürüstlük adına yanlışlıkta ısrar eder. Kendisi doğru yerde olduğu halde, yanlış konuşur, yanlış istikametlere yönlendirmelerde bulunur.
İnsanoğlunun tuhaflığı, garipliği, bununla da sınırlı değil. Çok mükemmel diye bildiğimiz insanlardan da hiç umulmadık kusur ve hatalar sudur edebilir. Çoğu insanın, örnek insan, rehber insan olarak bilip, itimat ettiği insanlar da zaman zaman yanlışlara, vartalara girebilir. Nice seçkin, güzide, nümune-i imtisâl olmaya lâyık insanlar, bazı istenmeyen hâl ve davranışlar sergileyebilir.
Akıl, zekâ, basiret gibi avantajlı duyguların dahi insanları kusur ve hatalardan alıkoymaya yetmediğini... Diploma, kariyer, tecrübe gibi şeylerin bile bu meyanda bazen bir fayda sağlamadığını... Hatta bu gibi avantajların, insanları, farkına varmadan bazan gurur, kibir gibi bazı hata ve kusurlara sevk ettiğini görüyoruz.
İşte tam da bu noktada insanların bu nev'î zaaflarını, hususiyetlerini gözönünde bulunduran Bediüzzaman’ın, eserlerinde verdiği ölçülerden, bilhassa kudsî hizmetlerimizin selâmeti için insanlara karşı “hüsn-ü zan ve adem-i itimat” içerisinde bulunmak gerektiğini anlıyoruz. Hem şahsımızın, hem de ulvî dâvâmızın, insanların işlemesi muhtemel olan hata ve kusurlarından etkilenip zarar görmemesi için, bütün insanlara karşı yaklaşımımızda bir taraftan hüsn-ü zan içinde olurken, diğer taraftan da adem-i itimadı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Bediüzzaman’ın bu mânâda pek çok beyanı vardır. Meselâ “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir” sözüyle bu zamanda yanlış yerde duran bir çok insanın, doğru yerde durduklarını iddiâ ederek sûret-i haktan göründüklerini, kusur ve hatalarını gizlediklerini haber veriyor. Bu tesbitten sonra da, böyle durumlarda ne yapmamız gerektiğine dair “Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor” diyerek, bu noktada da çok dikkatli, titiz ve uyanık olmamızı açık bir dil ile ifade ediyor. Bu durumun önemini belirtmek için de, daha anlaşılır bir ifade ile kendi şahsından örnek veriyor:
“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münâzarât, s. 49)
Bediüzzaman’ın, kendi söylediklerinin dahi bir mihenge vurulmasını, doğrudan kabul edilmemesini, kalbe sokulmamasını tavsiye etmesi, Nur talebelerinin kılı kırk yararcasına ehl-i tahkik, duyarlı ve dikkatli olmaları içindir. “Ağam bilir” anlayışı yerine, kimden çıkarsa çıksın, söylenenleri Kur’ân, Sünnet-i Seniyye ve onların bir tefsiri olana Risâle-i Nur penceresinden değerlendirmek doğru olacaktır.
22.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|