Batıyı, özellikle laik çevreleri endişelendiren konulardan birisi İslâm’daki cihad anlayışıdır. Aslında onları endişelendiren ve ürküten, Kur’ân’ın öngördüğü cihad değil; bir kısım “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” ve İslâmın ruhunu kavrayamamış bazı safdillerin anlayışı, radikal halleridir.
Güya “Cihad ediyoruz; İslâmiyeti müdafaa ediyoruz!” diye, menfî/olumsuz yaklaşımlar sergileyerek şiddete, radikalizme yönelerek hizmet yerine, hezimete sebep oluyorlar. İlim ve fikirle mücadele edemeyen kaba kuvvete, şiddete sarılır!
Ne yazık ki, “ifsat ve zındıka komiteleri”, cehalet, dışlanmışlık, sindirilmişlik ve sıkışmışlığın eseri olan bu radikal hareketleri İslâmdan kaynaklanıyor gibi gösteriyor ve kullanıyor...
Gerek 20. asrın başlarında, gerekse 20. asrın ortalarında Ortadoğu’da, sair İslâm veya Batı ülkelerinde İslâm adına sergilenen menfî hareketler, şiddete dayalı tepkiler bu cümleden sayılabilir.
Eğer, Bediüzzaman’ın Türkiye’deki gibi ortaya koyduğu müsbet hareket benimsenseydi, Mısır, Cezayir, Tunus gibi İslâm ülkelerinde şiddet yaşanmaz, ortalık kan gölüne dönmezdi.
Evet, gerek gayr-i müslimlerin, gerekse laik çevrelerin endişelendikleri hususlardan birisi de Kur’ân’daki “cihad” kavramıdır. Cihadı, sanki şiddete dayalı bir mücadele zannediyorlar.
Oysa Arapça, “c-h-d” kökünden türeyen cihad; çalışmak, çabalamak, gayret etmek; meşakkati yüklenme adına olanca takatı göstermek, düşmana karşı yapılan müdafaada bütün gücü harcama, anlamındadır. Maddî güç, silâhlı mücadeleden ziyade manevî, ilmî, fikrî mücadeleyi ifade eder. Kur’ân’ın, “Sakın kâfirlere itaat etme ve Kur’ân’a dayanarak onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad gerçekleştir”1 fermanı bu hakikati vurgular. Savaş izninin bu âyetten 13 sene sonra verilmesi, “cihad”ın mânevî, kültürel olduğunu gösterir.
İslâm literatüründe silâhlı mücadele/savaş daha ziyade “kıtal” kelimesi ile ifade edilmesi de bu hakikati teyid eder. İslâmın savaş anlayışı, tecavüze değil, müdafaaya yöneliktir. Savaşların başlatıcısı Müslümanlar değildir. Daima hakkı ve adaleti yayma, müdafaa veya zulmü ortadan kaldırma makamındadırlar.
Yüce Nebî (asm), İslâm mukadderatıyla ilgili büyük bir savaştan dönüşte “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” demişti. Büyük cihadın ne olduğu sorulduğunda, “Kişinin hevâ ve hevesine karşı gerçekleştirdiği savaştır ki, bu cihadın en büyüğüdür” şeklinde cevap vermesi de2 bu mânâyı ispatlar.
Cihad, zahirdeki düşmana karşı müdafaayı, şeytana ve nefse karşı direnme ve mücadeleyi esas alır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde cihad, İslâm adına yapılan her türlü aktivitedir.3 Ruh ve duygularımızı tekâmül ettirmek için hayatın bütün katmanlarında geçerli olan ibadet ve ahlâkî hakikatleri hayata geçirmenin de adıdır.
Cihad, “Bizi Allah’tan uzaklaştıracak her şeye karşı uyanık ve tetikte olmak; Allah’ın bizim şahıslarımızda ve İslâm toplumunda murad ettiği uyumu gerçekleştirmek adına verilen gayrettir.”4 “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır...” 5 emri de buna yönelik.
Bahtiyarız ki, Bediüzzaman, maddî cihad yerine, “mânevî cihad”ı öne çıkararak ve “müsbet hareket” stratejisini geliştirerek fitne, fesat, nifak ve şikakı doğuracak, asayişi zedeleyecek her türlü hareketlerin önüne set çekmiştir. Bu husustaki sağlam ölçüleri, bizzat nefsinde yaşayarak ortaya koymuştur. Böylece insanlarımızı şiddete düşmekten, başkalarını da şiddete maruz kalmaktan kurtarmıştır. Ne var ki, onun geliştirdiği bu strateji, hem ilim-fikir ehli, hem yöneticiler tarafından tahlil edilmeyi, müzakereyi, anlaşılmayı, yaygınlaşmayı ve uygulanmayı bekliyor.
Dipnotlar:
1- Furkan: 52; 2- Feyzü’l-Kadir, 4/511; Keşfü’l-Hafâ, 1/511; 3- Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, 96. 4- Nasr, İslâm, 97. 5- Nahl: 125.
22.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|