Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün hata, kusur ve zaaflarına rağmen, yine de büyük, güçlü ve dinamik bir devlettir. Bırakın dışarıyı, içeriden defalarca yıkılmaya, tahrip edilmeye çalışıldığı halde, yine de dimdik ayakta duruyor. Kan kusturan darbelerle, yıkıcı anarşi ve yakıcı terör belâsıyla başı defalarca belâya sokulduğu halde, yine de ümitsizlik girdabına düşmeden, azgın dalgalara mağlup olmadan, tıpkı vakur bir gemi gibi istikbâl sâhillerine müteveccihen yoluna devam edip gidiyor.
Ne var ki, aynı şeyleri bu muazzam devletin tek başına iktidarda olan hükûmeti için söylemek imkânsız.
Altı seneyi aşkın bir süredir tek başına ülkeyi idareye çalışan mevcut hükûmet, halihazırda tam bir zaaf ve acziyet içinde görünüyor.
İşte tablo meydanda: Kötü ekonomik gidişatı kontrol altına alamayan, AB ile müzakere sürecini hakkıyla yürütemeyen, tepetaklak yuvarlanan KOBİ'lere bir çare bulamayan, terörü durduramayan, fakirleşmeyi önleyemeyen, sayısı hızla çoğalan işsizler ordusunu dizginleyemeyen, sağlık hizmetlerini bir türlü düzene sokamayan, kanlı baskınlarda ihmali görülen komutanları hesaba çekemeyen hükümet, bir ülkenin en hayatî damarlarından biri olan bürokrasiye de artık tesir edemez bir hale geldi.
Evet, bürokratik nizamın kalbinde kriz üstüne kriz yaşanırken, hükümet, buna seyirci kalmanın ve zaman zaman şaşkınlığını ifade etmenin ötesine gidemiyor: "Aa, Türkiye'de ikinci bir Anayasa Mahkemesi varmış" şaşkınlığı...
Oysa, şaşırmaya hiç gerek yok.
Zira, varsa vardır; yoksa yoktur. Ya vardır, ya yoktur. Ancak, hayrete düştüğünüz yerde, bundan "hem vardır, hem yoktur" neticesi çıkar ki, bu da acziyetin en bâriz bir göstergesi olur.
Ne acıdır ki, sembolü terazi olan ve tam bir adâlet ölçüsü içinde hareket etmesi gereken yargı kurumları arasında derin yarıklar oluşmaya başladı. Üstelik, bu yarıkların Danıştay, Yüksek Seçim Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi en yüksek mevkide görev yapan kişi ve gruplar arasında yaşandığı görülüyor.
Tepe noktasındaki bu "bağımsız" kurumların böylesi bir vaziyete düşmesi, amiyane tâbirle "tuzun kokması" demektir.
Ancak, o tuzu muhafaza etmesi ve kokmaması için, vakt–i zamanında gerekli tedbiri alması gereken de hükümetin kendisidir. Çünkü, hükümet, önünü görmesi, ileride olacakları ihtimal dahilinde tutarak strateji geliştirmesi, icabında köklü reformlar yaparak sistemi işlettirmesi gereken muvazzaf bir makam ve mevkidir.
Ancak, şimdi ortaya çıkan tıkanmalar, sürtüşmeler ve çarpıklıklar gösteriyor ki, bu muvazzaf hükümet, gerekli zamanda gereken tedbiri almamış ve mevcut hanlıklara, hımbıllıklara seyirci kalmakla yetinmiştir. Belki de, kendilerini tarif için sonradan uydurdukları "muhafazakâr demokratlık"tan anladıkları şey budur.
Oysa muhafazakârlık, inançta, ahlâkta, kültürde, örf ve adette olur; siyasette değil. Siyasette muhafazakârlık, düpedüz statüko ve tutuculuk anlamına gelir. Zira siyaset, hızla değişen ve gelişen dinamik bir sahadır. Onun için, bu sahaya statükoculuk değil, özgürlük ve dinginlik yaraşır. O da, mevcut iktidar partisinin ruhunda yok, zihninde yok, idrakinde yok.
Dolasıyla, her gün biraz daha hantallaşan ve hür iradeden çok statükocu kişi ve kurumların adeta boyunduruğu altına giren mevcut hükümetin yığıldıkça yığılan hata, ihmâl ve günahlarının şeriki, ortağı olmadığımız gibi, bu noktada bazı dostlarımızı da açıkça uyarmak istiyoruz: Lütfen, artık desteğinizi çekin ve katar katar yola dizilen taktik ve stratejik günahlara ortak olmayın.
Hâsılı, devlet boşluk kabul etmediği gibi, siyaset ve hükümet de boşluk kaldırmaz. Her ne kadar şu an itibariyle ciddî bir alternatif görünmüyor olsa da, bu halin uzun sürmeyeceğine ve siyasette yeni bir ümit, yeni bir heyecan dalgasının zuhûr edeceğine inanıyoruz.
Tarihin yorumu 27 Aralık 1907
Jöntürkler'in Paris'te II. Kongresi
Sonradan "Jöntürkler" ismini alan Yeni Osmanlılar, hareketin II. Kongresini yapmak üzere Paris'te biraraya geldiler.
Toplam üç gün (27–28–29 Aralık 1907) sürecek olan bu kongrede önemli bazı kararlar alındı. (I. Kongre 1902)
Alınan kararların başında ise, yaklaşık otuz senedir Sultan II. Abdülhamid'in başında bulunduğu Mutlakıyet rejimi döneminde işlenen hata ve günahların İslâmiyete mal edilmemesi gerektiği şeklindeki ifadedir.
Hürriyetin ilân edilmesi, Meclis'in açılması, anayasanın yeniden yürürlüğe konulması, dolayısıyla Meşrûtî Monarşinin yeniden tesisi yönündeki fikrî kararlılığın da teyid edildiği bu kongrede, bazı fikir ayrılıkları suyüzüne çıktı.
Askerî Tıbbiye kaynaklı İttihat–Terakki Cemiyeti taraftarları, merkezî otoriteye dayalı ve gerektiğinde komitacılık faaliyetlerinin de yürütülebileceği bir metodik eğilimden yana tavır takınırken, Prens Sabahaddin Beyin temsil ettiği "Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet"çi görüştekiler ise, herşeyin açık şekilde ve şeffafiyet içinde yürütülmesi, Osmanlı'ın da bundan böyle federatif ve liberal bir yönetim şekliyle idare edilmesi gerektiği fikrini savundular.
Jöntürkler içindeki bu iki görüş, bir müddet sonra (1908'de) kesin hatlarıyla birbirinden ayrı ve farklı isimler altında partileşti: İttihat ve Terakki Fırkası ile Ahrâr–ı Osmaniye Fırkası.
Türkiye'deki siyaset, işte tâ o tarihlerden itibaren iki ana eksen üzerinde şekillenmeye başlamış oldu.
Aynı temayüller, 1950'li yıllarda ise, Halkçılar ve Demokratlar olarak kesin hatlarla belirginlik kazandı.
27.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|