Müslümanların güçlü bir ekonomiye sahip olması, zenginleşmesi ve iktisadî krizleri aşmasının temeli inanca, iman gücüne bağlı. “İman mânevî bir olgu olduğuna göre, maddî olan ekonomi ile ne ilgisi olabilir?” diye düşünülebilir.
Halbuki imtihan, imân, “tevhîd-ulûhiyet”, hikmet, tevekkül, cihad/çalışma/üretim, duâ (sözlü ve fiilî, yani çalışarak yapılan duâ), tüketim, israf (yeme-içme, giyinme vs.), iktisat, kanaat, helâl-haram, zekât/paylaşım ve faizin yasaklanması gibi mefhumlar, ekonomik hayatın anahtar kelimeleridir. Dolayısıyla Müslümanın ekonomik gücü; iman kuvvetiyle orantılı. Zira, bu kavramların pratik hayata yansıması iman gücü ve ibadetlerin ifasıyla mümkün.
Aslında her sistem, her düşünce, her doktrinin de temeli inanca dayanır. Zira, bir insan veya toplum kapitalizme inandığı, prensiplerine bağlı kaldığı nispette onu hayata geçirir!
Evet, imanın ibadetle pratik hayata yansıması, dünya ve ahiret mutluluğuna vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini tanzime de sebeptir. Yani, ferdin ve toplumun olgunlaşması, gelişmesi, kalkınması da iman ve ibadetlerini düzenli olarak ifa etmesine bağlı.1 İman, hem nur, hem kuvvettir.2 Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz ettiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde onu çalıştırır. İman da mânevî elektrik gibi, insan hayatının bütün safhalarına, toplumun bütün katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Zira, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman bizatihî ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri îfâ etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.
Elbette hakikî iman, yalnızca “İnandım, kabul ettim!” sözcüğüyle gerçekleşmez. Dudakta değil, kalbe inen iman, zihnin bütün merhalelerinden geçerek istidatlarımızı (potansiyel hâlindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi inkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirir.
İbadetlerimizi ifa etmemizi sağlayan, yani, namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır. Dolayısıyla, İslâm’daki “ulûhiyet”i, iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir.
İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır, hayat standardının yükselmesidir. Yüksek maddî hayat standardı, refah ve üretim ile tüketim dengesi, başta tevhîd, Kur’ân ile sair iman esaslarının anlaşılması, özümsenmesi, benimsenmesi ve ihlâsla uygulanmasıyla mümkün. İman ne derece güçlüyse, ilim, teknoloji ve ekonominin gelişmişlik düzeyi de o nispettedir.
Her türlü sosyal veya ekonomik hareketin Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesi, Müslüman adamın kendine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma; kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek, insanı her şey, ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.3
Özetle, “üretim ve tüketim” içine giren her şeyin ölçüsünü yine iman, yani tevekkül ile ihlâsımız, ibadetlerimiz tayin eder.
Dipnotlar:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.
2- Sözler, s. 284.
3- Dr. Faruk Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.
27.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|