Var olmak, var olduğunu bilmekle başlar. Var olduğunu bilmek için de kendi özünün ve kendi benliğinin diğer varlıklardan ayrı olduğunu bilmek gerekiyor.
Öyleyse varlığı aydınlığa çıkaran şey nedir? Bilgidir. Cansız varlık bilgiden yoksun olduğu için, o varlıktan da kendi varlığından da habersizdir. İnsan, düşünmek, bilmek ve bilgi sahibi olmak için yaratılmıştır. Var olmak ile, bilmek ve bilinmek arasındaki derin ve köklü bağlardan dolayıdır ki; insan, ancak bilinmek sayesinde varlığını yaşatabileceğine inanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, var olmak ile bilmek arasındaki bağa ilk âyeti ile dikkat çeker: “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yaratmıştır. Oku! Ki O senin cömert Rabbin kalemle yazmayı öğretmiş; insana bilmediğini O öğretmiştir.” (Alâk, 1-5)
Bu âyetler sadece okuyup öğrenmeye teşvik etmiyor, aynı zamanda bilmekle var olmak arasındaki sırra da ilgi çekiyor. Çünkü yaratılmakla bilmek bir arada zikredilmiştir.
Yalnız kendi varlığımız da değil kâinatın varlığı da yine bu bilinmek sırrından doğmuştur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de mahlûkatı yarattım” kudsî hadisi de yine bu sırra işaret eder. İnsan oğluna verilen nimetlerin en büyüğü akıldır. Hz. Peygamber’e (asm) sordular: “Yâ Resûlallah, Allah’ın, arştan daha büyük yarattığı şey var mıdır?” Efendimiz (asm) “Evet vardır, o şey akıldır” cevabını verdiler.
Aklın en büyük bir nimet olduğu birçok yönlerden anlaşılabilir. Aklın az bir miktarı dahi, sahibini memnun kılacak değerde ve ölçüdedir. Bir de ne kadar kullanılırsa kullanılsın, bitip tükenecek yerde aksine daha da gelişiyor olmasıdır. Hayata ait faaliyetlerin dayandığı bilgiler onun sayesinde elde ediliyor.
İşte insan bu akıl nimeti sayesinde sistemli bilgilere ulaşabiliyor. Bu yönüyle bakıldığında düşünmek, boş gözlerle seyretmek demek değildir. Düşünmek farzdır. Olmazsa olmazdır. Aklın biricik meyvesidir. Düşünmek, insanı bilmeye, bilmek ise bir sırrı çözmeye doğru götürür. Kâinattaki olayları tanımak, bilmek demek değildir. Bilmek, aklın ve tefekkürün ışığında olayların ve kanunların arkasındaki kudreti ve iradeyi görmektir. Dünyanın ve insanın işleyiş düzenini, İlâhî ahengini ve sırrını anlamaktır. Sadece dünyadan haberdar olmak da değildir. Bilâkis, dünya hayatı ve ahiret hayatını bir bütün olarak görmektir.
İnsanın bilgi sayesinde yükselebilmesi, öğrendiklerini yaşaması ve ruhunda duyması ile mümkündür. Bu da kuvvetli bir inancın ve derinden bir bağlılığın yani imanın işaretidir. Kur’ân-ı Kerîm’de: “İçinizden iman edenleri Allah yüceltir. Kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat yüceltir” (Mücadele: 11) buyrulmaktadır.
***
İnsan, arayan bir varlıktır. Ömrü aramakla geçer. İnsanların bir kısmı para, bir kısmı şöhret arar, onların peşindedir. Bunlarla huzura kavuşmak, mesut olmak ister. Bir kısmı da ilim arar, hakikat peşindedir. Onların da gayesi, sonunda mutlu olmaktır.
İnsanın kendisi ne kadar dağınık ve perişan olsa da, o mükemmel olanın peşindedir ve onu aramaktadır. Bir şey arayan insan hâliyle telâşlı olur, sıkıntılı ve huzursuzdur. İşte ümitsiz, huzursuz insanlardan biri de Hz. Vahşi’dir. Şimdi onun hidayet öyküsüne bir göz atalım:
Hz. Vahşi, cahiliye devrinde atıcılığıyla meşhur olmuş bir köleydi. Kiralık olarak tutulduğu Uhud Savaşı’nda Hazreti Hamza’yı (ra) şehit etti. Aradan çok zaman geçmeden Allah, Vahşi’ye hidayet nasip etti. Vahşi, Müslüman olacağı zaman Efendimiz’e (asm) haber göndermişti. Suçunun mahcubiyetiyle daha önce Amr b. Âs’ın yaptığı gibi ahireti adına bir teminat almak istiyordu. Kendisi için Mevlâ’nın son sözünü, son beşaretini ve yüzlerde beşaret hâsıl edecek son müjdeyi duymak istiyordu. Şu âyeti Allah Resûlü’ne (asm) söyledi veya yazdı:
“Furkan Sûresi 68. âyet-i celilesinde Allah kendisine şirk koşulmaması gerektiğini söylüyor ama ben ortak koştum, haksız yere bir cana kıymayın diyor, ama ben insan öldürdüm, ben günah işledim yâ Resûlallah! Kur’ân ise benim gibiler hakkında bir şey söylemiyor?”
Çok geçmeden bir âyet nazil oldu:
“Hatalarından dönüp tövbe edenler ve salih amel işleyenler var ya, Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara dönüştürür.” (Furkan Sûresi, 25/70)
Ancak Hz. Vahşi işi sağlama bağlamak istiyordu:
“Yâ Resûlallah, salih amel burada mutlak zikrediliyor. Ya ben bu salih amelin altından kalkamazsam, Allah beni kabul etmezse?” Allah Resûlü (asm), “Şirkten başka bütün günahları Allah dilerse mağfiret edecektir.” (Nisa Sûresi, 4/48) âyetini okudu.
Vahşi işi o kadar sağlama bağlamak istiyordu ki, “Yâ Resûlallah burada da meşiet-i İlâhî var, ya Allah dileyip de beni affetmezse ne yapacağım?” diyordu. Affedilmesi için onun (asm) bir duâsı yeterdi. Bunu bildiği için Efendimizin (asm) huzurunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine Nebiler Serveri (asm), İmam-ı Rabbani’nin tâbiriyle en büyük velinin dahi atının burnundaki bir toz olamayacağı Vahşi’nin ve bizim karşımıza şu âyet-i kerimeyle çıktı:
“Ey haddi aşıp günaha giren ve nefislerine karşı israfta bulunan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zira Allah bütün günahları affeder. O, gufran ve rahmet sahibidir.” (Zümer Sûresi, 39/53)
Vahşi bunu duyunca bütün vahşetini aşmış, Resûl-i Ekrem’e (asm) dehalet etmişti. O’na sığınmış ve ileri gelen Müslümanlar arasında yerini almıştı.
***
Evet bizler de, Hz. Peygamber’in (asm) o engin rahmet, o sonsuz şefkat ve şefaatinden hissedâr olmayı diliyoruz. Yine ümit dolu mübarek sözlerinden bir gül demeti sunuyoruz.
Hz. Hureym bin Fâtik’ten (ra):
Allah Resulü (asm) buyurdu:
“Her kim Allah yolunda bir harcama yaparsa, karşılığında yedi yüz kat sevabını alır.” (Tirmizî; Nesâî)
...
Hz. Mikdam ibni Madikerib’den (ra):
Allah Resulü (asm) buyurdu:
“Ailene yedirdiğin senin için bir sadakadır. Çocuklarına yedirdiğin senin için bir sadakadır. İşçilerine, hizmetçine yedirdiğin senin için bir sadakadır. Kendine yedirdiğin de senin için bir sadakadır.” (Ahmed bin Hanbel; Ebu Nuaym, Hilye)
...
Hz. İbni Abbas’tan (ra):
Allah Resulü (asm) buyurdu:
“‘Lâ ilâhe illallah’ sözü, onu samimiyetle söyleyenden, doksan dokuz belâyı def eder ki, bunun en küçüğü gam ve kederdir.” (Deylemi)
...
Hz. Ebû Hureyre’den (ra):
Allah Resulü (asm) buyurdu:
“Bir adam hiç iyilik işlemezdi. Sadece (herkese) borç para dağıtırdı. Ödeme zamanı gelince, tahsildarına:
“İmkânı olanlardan al, durumu sıkıntılı ve müsait olmayanlardan alma; belki Allah da (bu sebeple) bizim günahlarımızı bağışlar” derdi.
Nihayet adam öldü. Allah (cc) (bildiği halde hikmeti gereği) ona sordu:
“Herhangi bir iyi amelin var mıdır?”
“Hayır, sadece halka borç para dağıtırdım, tahsil etme zamanı gelince, hizmetçimi gönderirken: Durumu müsâit olanlardan al; olmayanlardan alma! Belki Allah da bunun sebebiyle bizi bağışlar, derdim.”
Allah da ona şöyle buyurdu:
“Ben de seni affedip, günahlarından geçiverdim.” (Buhârî; Nesâî)
...
Hz. Berâ’dan (ra):
Allah Resulü (asm) buyurdu:
“İki Müslüman karşılaşıp el sıkışırlarsa, daha ayrılmadan Allah (cc) onları bağışlar.” (Ebû Davud; Tirmizî)
27.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|