"Gerçekten" haber verir 27 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Mehmet C. GÖKÇE

Ölüm nasihati



Pek çok insanın hafızasında yer alan Bediüzzaman’a ait meşhur bir ifade var: “Dost istersen Allah yeter! Nasihat istersen ölüm yeter!”

Bazen insanoğlu olarak gaflete dalar, kendimizi unutur ve görevlerimizi ihmâl ederiz. İşte tam o sırada sarsıcı ve uyarıcı ikazlar peş peşe gelir. Şüphesiz “ders” alındığı takdirde bütün mesajlar yerini bulur.

Son bir kaç günlük zaman dilimi içerisinde–çok şükür–bu türden bolca “nasihat” aldık.

Önce, Cumartesi sabahı; Ankara’da hasta yatan Davut Dursun arkadaşımızın durumunu öğrenmek niyetiyle açtığımız telefondan–o dakikada–cenazesinin yıkandığını öğrendik. Pazar sabah 08.30’da da namazını kılıp ebedî istirahatgâhına ve sonsuzluk diyarına yolcu ettik. Gençti, delikanlıydı; ancak ecel yaş farkı gözetmiyordu. Saati dolan gidecekti. Sessiz-sedasız gidişiyle bizleri çok üzdü; ancak geride hoş bir seda bıraktı. Mesaî arkadaşları, komşu ve dostları bütünüyle kendisinden memnundu. Konuşmayı pek sevmez, iş yapmayı ve koşuşturmayı tercih ederdi. Harran Üniversitesi’nde memur olarak başladığı görevini kurum değiştirmek sûretiyle bir kaç yıl Mardin’de sürdürmüş ve yakın tarihte tekrar Şanlıurfa’ya geri dönmüştü. Yeni görev yeri olan Şanlıurfa SGK müdürlüğünde bir hafta kadar çalıştıktan sonra ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Kalp ve ciğerinin artık bedenini taşıma niyetleri yoktu. Sonuçta da taşıyamadılar. Gün, Pazar ve saat erkence olmasına rağmen Damat Süleyman Paşa Camiinin avlusu sevenleri tarafında hıncahınç doldurulmuştu. Herkes hüsn-ü şehadette bulunuyordu. Yasinler, Fatihalar, hatim ve duâlarla ahirete uğurlanan Davut kardeşimize rahmet ve mağfiret diliyor; kederli ailesine sabr-i cemil niyaz ediyoruz. Düğününü yapmak bizlere nasip olduğu gibi ebediyete uğurlanması da bizlere kısmet oldu. Mekânı Cennet olsun.

Aynı gün aynı camide ikindiden sonra da Şahinalp ailesinin gencecik bir ferdinin namazını kılmak nasip oldu. Ölüm, elbette hak ve hakikattir; ancak bu gibi gençlerin vefatı insanı daha fazla etkiliyor. Kendileri asıl memleketlerine gitmekten hoşnut ve memnun iseler de geride kalanların üzülmemesi mümkün değildir. Bu vefatlar İnşaallah hepimiz için ikaz edici ibret dersi olur. Genç Şahinalp için de rahmet ve mağfiret diliyor; ailesine sabırlar temenni ediyoruz.

Bu vefatların taziyetleri devam ederken Çarşamba günü de salihât-ı nisvandan bir hanımefendi teyzemizin vefat haberi geldi. Ayşe teyzemiz, Adıyaman emekli il müftüsü Mehmet Arslan Hocamızın annesiydi. Ayşe teyze, son derece takva sahibi, şefkatli, gayretli ve misafirperver bir hanımefendi idi. Çok ağır hasta olduğu dönemlerde bile namaz vakitlerini soruyor, zikir ve duâlarına devam ediyor, her an Rabbi ile olan irtibatını sürdürüyordu. Yüce Allah’tan kendisine rahmet ve mağfiret diliyor; Arslan ailesinin bütün fertlerine taziyetlerimizi sunuyoruz. Yeri Cennet olsun, İnşaallah...

Kuşkusuz, ölüm bir yok oluş değil; sadece bir yer değiştirmedir. Ebedî bir ayrılık değil, sayıları daha fazla olan dost ve akrabalara kavuşma aracıdır. Ayrıca herkes ve her şey için geçerlidir. Kimsenin ve hiçbir şeyin kayırtılmadığı önemli bir olgudur. Fakir, zengin, genç ve yaşlı farkı olmaksızın bütün insanların karşı karşıya oldukları mühim bir hakikattir. Seyid Ali Findiki ne güzel söylüyor:

“Di Dinyayé heçi rabé,

Feqir u şéx u axabé,

Jiber mirné xelas nabé,

Di şerq u hem di xerbéde...”

Yani:

“Dünyaya kim gelirse gelsin

Fakir, şeyh ya da ağa olsun

Ölümden kurtulması mümkün değil,

Doğuda veya batıda...”

Evet, her mûsibet için diyoruz ki: “İnna lillah ve inna ileyhi raciun / Biz Allah’a aidiz ve ancak O’na döneceğiz”

Ölüm nasihatinden ders almak dileğiyle....

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

“Allah'tan ümidinizi kesmeyin”



Var olmak, var olduğunu bilmekle başlar. Var olduğunu bilmek için de kendi özünün ve kendi benliğinin diğer varlıklardan ayrı olduğunu bilmek gerekiyor.

Öyleyse varlığı aydınlığa çıkaran şey nedir? Bilgidir. Cansız varlık bilgiden yoksun olduğu için, o varlıktan da kendi varlığından da habersizdir. İnsan, düşünmek, bilmek ve bilgi sahibi olmak için yaratılmıştır. Var olmak ile, bilmek ve bilinmek arasındaki derin ve köklü bağlardan dolayıdır ki; insan, ancak bilinmek sayesinde varlığını yaşatabileceğine inanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, var olmak ile bilmek arasındaki bağa ilk âyeti ile dikkat çeker: “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yaratmıştır. Oku! Ki O senin cömert Rabbin kalemle yazmayı öğretmiş; insana bilmediğini O öğretmiştir.” (Alâk, 1-5)

Bu âyetler sadece okuyup öğrenmeye teşvik etmiyor, aynı zamanda bilmekle var olmak arasındaki sırra da ilgi çekiyor. Çünkü yaratılmakla bilmek bir arada zikredilmiştir.

Yalnız kendi varlığımız da değil kâinatın varlığı da yine bu bilinmek sırrından doğmuştur: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de mahlûkatı yarattım” kudsî hadisi de yine bu sırra işaret eder. İnsan oğluna verilen nimetlerin en büyüğü akıldır. Hz. Peygamber’e (asm) sordular: “Yâ Resûlallah, Allah’ın, arştan daha büyük yarattığı şey var mıdır?” Efendimiz (asm) “Evet vardır, o şey akıldır” cevabını verdiler.

Aklın en büyük bir nimet olduğu birçok yönlerden anlaşılabilir. Aklın az bir miktarı dahi, sahibini memnun kılacak değerde ve ölçüdedir. Bir de ne kadar kullanılırsa kullanılsın, bitip tükenecek yerde aksine daha da gelişiyor olmasıdır. Hayata ait faaliyetlerin dayandığı bilgiler onun sayesinde elde ediliyor.

İşte insan bu akıl nimeti sayesinde sistemli bilgilere ulaşabiliyor. Bu yönüyle bakıldığında düşünmek, boş gözlerle seyretmek demek değildir. Düşünmek farzdır. Olmazsa olmazdır. Aklın biricik meyvesidir. Düşünmek, insanı bilmeye, bilmek ise bir sırrı çözmeye doğru götürür. Kâinattaki olayları tanımak, bilmek demek değildir. Bilmek, aklın ve tefekkürün ışığında olayların ve kanunların arkasındaki kudreti ve iradeyi görmektir. Dünyanın ve insanın işleyiş düzenini, İlâhî ahengini ve sırrını anlamaktır. Sadece dünyadan haberdar olmak da değildir. Bilâkis, dünya hayatı ve ahiret hayatını bir bütün olarak görmektir.

İnsanın bilgi sayesinde yükselebilmesi, öğrendiklerini yaşaması ve ruhunda duyması ile mümkündür. Bu da kuvvetli bir inancın ve derinden bir bağlılığın yani imanın işaretidir. Kur’ân-ı Kerîm’de: “İçinizden iman edenleri Allah yüceltir. Kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat yüceltir” (Mücadele: 11) buyrulmaktadır.

***

İnsan, arayan bir varlıktır. Ömrü aramakla geçer. İnsanların bir kısmı para, bir kısmı şöhret arar, onların peşindedir. Bunlarla huzura kavuşmak, mesut olmak ister. Bir kısmı da ilim arar, hakikat peşindedir. Onların da gayesi, sonunda mutlu olmaktır.

İnsanın kendisi ne kadar dağınık ve perişan olsa da, o mükemmel olanın peşindedir ve onu aramaktadır. Bir şey arayan insan hâliyle telâşlı olur, sıkıntılı ve huzursuzdur. İşte ümitsiz, huzursuz insanlardan biri de Hz. Vahşi’dir. Şimdi onun hidayet öyküsüne bir göz atalım:

Hz. Vahşi, cahiliye devrinde atıcılığıyla meşhur olmuş bir köleydi. Kiralık olarak tutulduğu Uhud Savaşı’nda Hazreti Hamza’yı (ra) şehit etti. Aradan çok zaman geçmeden Allah, Vahşi’ye hidayet nasip etti. Vahşi, Müslüman olacağı zaman Efendimiz’e (asm) haber göndermişti. Suçunun mahcubiyetiyle daha önce Amr b. Âs’ın yaptığı gibi ahireti adına bir teminat almak istiyordu. Kendisi için Mevlâ’nın son sözünü, son beşaretini ve yüzlerde beşaret hâsıl edecek son müjdeyi duymak istiyordu. Şu âyeti Allah Resûlü’ne (asm) söyledi veya yazdı:

“Furkan Sûresi 68. âyet-i celilesinde Allah kendisine şirk koşulmaması gerektiğini söylüyor ama ben ortak koştum, haksız yere bir cana kıymayın diyor, ama ben insan öldürdüm, ben günah işledim yâ Resûlallah! Kur’ân ise benim gibiler hakkında bir şey söylemiyor?”

Çok geçmeden bir âyet nazil oldu:

“Hatalarından dönüp tövbe edenler ve salih amel işleyenler var ya, Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara dönüştürür.” (Furkan Sûresi, 25/70)

Ancak Hz. Vahşi işi sağlama bağlamak istiyordu:

“Yâ Resûlallah, salih amel burada mutlak zikrediliyor. Ya ben bu salih amelin altından kalkamazsam, Allah beni kabul etmezse?” Allah Resûlü (asm), “Şirkten başka bütün günahları Allah dilerse mağfiret edecektir.” (Nisa Sûresi, 4/48) âyetini okudu.

Vahşi işi o kadar sağlama bağlamak istiyordu ki, “Yâ Resûlallah burada da meşiet-i İlâhî var, ya Allah dileyip de beni affetmezse ne yapacağım?” diyordu. Affedilmesi için onun (asm) bir duâsı yeterdi. Bunu bildiği için Efendimizin (asm) huzurunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine Nebiler Serveri (asm), İmam-ı Rabbani’nin tâbiriyle en büyük velinin dahi atının burnundaki bir toz olamayacağı Vahşi’nin ve bizim karşımıza şu âyet-i kerimeyle çıktı:

“Ey haddi aşıp günaha giren ve nefislerine karşı israfta bulunan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zira Allah bütün günahları affeder. O, gufran ve rahmet sahibidir.” (Zümer Sûresi, 39/53)

Vahşi bunu duyunca bütün vahşetini aşmış, Resûl-i Ekrem’e (asm) dehalet etmişti. O’na sığınmış ve ileri gelen Müslümanlar arasında yerini almıştı.

***

Evet bizler de, Hz. Peygamber’in (asm) o engin rahmet, o sonsuz şefkat ve şefaatinden hissedâr olmayı diliyoruz. Yine ümit dolu mübarek sözlerinden bir gül demeti sunuyoruz.

Hz. Hureym bin Fâtik’ten (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“Her kim Allah yolunda bir harcama yaparsa, karşılığında yedi yüz kat sevabını alır.” (Tirmizî; Nesâî)

...

Hz. Mikdam ibni Madikerib’den (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“Ailene yedirdiğin senin için bir sadakadır. Çocuklarına yedirdiğin senin için bir sadakadır. İşçilerine, hizmetçine yedirdiğin senin için bir sadakadır. Kendine yedirdiğin de senin için bir sadakadır.” (Ahmed bin Hanbel; Ebu Nuaym, Hilye)

...

Hz. İbni Abbas’tan (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“‘Lâ ilâhe illallah’ sözü, onu samimiyetle söyleyenden, doksan dokuz belâyı def eder ki, bunun en küçüğü gam ve kederdir.” (Deylemi)

...

Hz. Ebû Hureyre’den (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“Bir adam hiç iyilik işlemezdi. Sadece (herkese) borç para dağıtırdı. Ödeme zamanı gelince, tahsildarına:

“İmkânı olanlardan al, durumu sıkıntılı ve müsait olmayanlardan alma; belki Allah da (bu sebeple) bizim günahlarımızı bağışlar” derdi.

Nihayet adam öldü. Allah (cc) (bildiği halde hikmeti gereği) ona sordu:

“Herhangi bir iyi amelin var mıdır?”

“Hayır, sadece halka borç para dağıtırdım, tahsil etme zamanı gelince, hizmetçimi gönderirken: Durumu müsâit olanlardan al; olmayanlardan alma! Belki Allah da bunun sebebiyle bizi bağışlar, derdim.”

Allah da ona şöyle buyurdu:

“Ben de seni affedip, günahlarından geçiverdim.” (Buhârî; Nesâî)

...

Hz. Berâ’dan (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“İki Müslüman karşılaşıp el sıkışırlarsa, daha ayrılmadan Allah (cc) onları bağışlar.” (Ebû Davud; Tirmizî)

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Rahmet ve Cehennem



Cemil Bey: “Mesnevî-i Nûriye’nin 125. sayfasında geçen taammüm ile âmm kavramları arasında fark var mıdır? Eğer ikisi de ‘umûmî’ ve ‘genel’ anlamları taşıyorsa bu cümleleri nasıl anlayacağız?”

Mûsîbetin taammüm etmesi, mûsîbetin herkese bir gelmesi, herkesi kucağına alması, herkesi bir taciz etmesi, herkese bir sıkıntı vermesi, yani genelleşmesi demektir. Fakat böyle genele gelen mûsîbette, “Ben de emsâlim gibiyim” diyen ve yük altından kaçmak isteyen adam sadece kendisini kandırmaktadır. Birinci cümle yük altından kaçmak isteyen adamın vehmini ve yanılgısını anlatmakta, ikinci cümle ise bu yanılgıya karşı hakîkatin soğuk yüzü ile sıcak temas kurmaktadır. Yani mûsîbetin yalnızca kendisiyle sınırlı kalmayıp genele geldiğini görmekle tesellî bulmak isteyen adam, genele gelen mûsîbetteki katmerleşen acıyı başlangıçta nazara almamakta ve yanılmaktadır.

Gerçekte ise umûma gelen mûsîbetler, kişisel mûsîbetlerden daha acı olmakta, acısı ve elemi katmerlenmiş bulunmaktadır. İkinci cümle bu hakîkati ifâde etmektedir. Demek birinci cümlede ehl-i gafletin yanılgısı nazara verilmekte, ikinci cümlede ise bu yanılgıya karşılık hakîkatin gerçek ve soğuk yüzü gösterilmektedir.

Mûsîbetin umûma gelmesinin acıyı katmerleştirdiğini açıklarken, “çünkü” diyor Üstad Bedîüzzaman, “kendisi gibi akrabâsı, ahbâbı da o mûsîbete dâhildir. Çünkü insanın rûhu, ebnâ-i cinsiyle alâkadardır; ne kadar umûmî olursa, o kadar da elemi fazla olur.”1

Mûsîbet yalnız kendisi ile sınırlı kalsaydı, acısı da kendisiyle sınırlı olacaktı. Fakat sevdiklerini de alacak şekilde herkese gelen mûsîbet, sevdiği her kişi ile birlikte bir kat daha artmış olarak acı ve elem vermektedir.

Mûsîbetin en büyüğü ve en dehşetlisi şüphesiz “sırf yokluk” mûsîbetidir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Cehennem inancının inkârcı için bile aslında rahmet getirdiğini, çünkü neticede Cehennem de olsa bunun bir “varlık” olduğunu ve nihâyet “yokluktan kurtuluş” hükmünde bulunduğunu, bunun ise inançsıza bile bir nev'î merhamet demek olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, Cehennem fikri îmândan gelen lezzetleri korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü Allah’ın rahmeti hadsizdir, sonsuzdur, her şeyi ve Cehennemi bile kuşatmıştır. Rahmet, korkan adama demektedir ki: “Bana gel! Tövbe kapısıyla gir!”

Tövbe kapısından Allah’ın rahmetine giren ve sığınan bir günahkârın, Cehennemin varlığından korkmayacağını, bilâkis Cennetin lezzetlerini tam hissedeceğini kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, hakkına ve hukûkuna tecâvüz edilen hadsiz mahlûkâtın intikâmlarının da ancak Cehennemle alınacağını, böylece Cehennemin varlığının sayısız derecede hakkı gasp edilmiş mazlûma lezzet ve keyif vereceğini bildirir.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre; eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennemin varlığı bin derece–senin vehminin düşündüğü ve korktuğu—“sırf yokluktan” daha hayırlıdır. Hattâ, Cehennemin varlığı bu sebeple kâfirlere, inkârcılara, inançsızlara ve her şeyin yok olacağını düşünüp korkudan ve dehşetten gözleri kararanlara da bir nev'î merhamettir. Çünkü kim olursa olsun; insan, hattâ yavrulu hayvan dahî, akrabasının, yakınlarının, sevdiklerinin, evlâdının, çocuklarının, dostlarının ve arkadaşlarının lezzetleriyle lezzetlenir, saadetleriyle mesût olur, mutluluklarıyla mutlu olur, sevinçleriyle sevinir. Iztıraba ve mûsîbete düşen insan, en azından çok sevdiği yakınlarının kurtulmasını arzu eder! Eğer yakınlarının da aynı mûsîbetin pençesinde kıvrandığını öğrense, yıkımı ve acısı yakınları sayısınca katlanacaktır. Fakat onların kurtulduğunu öğrendiğinde azabı, ıztırabı ve acısı hafifleyecektir.

Şu halde bir inkârcı, inançsızlığı ve bâtıl düşünceleri dolayısıyla ya ebedî yokluğa düşecek,—zâten ona dehşet veren korku da budur!—; ya da Cehenneme girecektir! Başka ihtimal yoktur! Dipsiz bir karanlık olduğundan kayıtsız şartsız şer olan yokluk ise, bu inkârcının nazarında, mutluluklarından lezzet aldığı bütün sevdiklerini, bütün akrabalarını ve yakınlarını da yokluğa mahkûm edecektir. Ki bu, binler derece Cehennemden ziyâde onun rûhunu, kalbini ve insanlık özünü yakıp, yandıracaktır.

Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz! Her şey, her şey ve her şey onun inkârı nazarında kayıtsız şartsız yokluğa düşer. Oysa eğer bu inkârcı—kendisinin inanmadığı, fakat bir İlâhî merhamet gereği hazır bulundurulan—Cehenneme girse, yani “varlık” çerçevesinde kalsa, sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının ve akrabalarının ya Cennette olduklarını öğrenecek ve bundan sonsuz mutluluk duyacak, ya da varlık dâirelerinin birinde bir cihette merhamete mazhar olduklarını haber alacak ve yine mutlu olacaktır. Her iki ihtimâl de onun için, sevdiklerinin yok olup gitmesi acısından çok daha, çok daha ve çok daha memnûniyet verici olacaktır, yani merhametli olacaktır.

Demek hiç çâre yok, herkes, Cehennemin var olmasına taraftar olmalıdır. Çünkü Cehennem aleyhinde bulunmak yokluğa taraftar olmak demektir. Bu da kendisiyle birlikte hadsiz dostlarının ve sevdiklerinin de yok olmasına taraftarlık demektir.

Zaten de Cehennem, “sırf yokluk” demek değildir. Cehennem, mutlak hayır olan varlık dâiresinin Hâkim-i Zülcelâlinin hakîmâne ve âdilâne bir hapishânesi vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcut ülkesidir.2

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 125, 126

2- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Huzursuzluğunu İslâmla yendi



İnsanı en mükemmel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatan Allah, yer ve göklerdeki sayısız nimeti bu organ, duygu ve kabiliyetlerin önüne bir sofra hâlinde sermiştir. Herbirine doyabileceği ayrı ayrı maddî veya manevî gıdalar ihsan etmiştir. Aç kalmaları ve zararlı gıdalarla beslenmeleri rahatsızlık ve huzursuzlukları demektir.

Demek insan ancak fıtrî nimetlerle doyar. Mide ekmekle, suyla doyurulabilir, ama ruh ve kalp için mânevî gıdalar gereklidir. Bu da ancak İslâmın emirlerine uymakla mümkündür.

Huzursuzluktan bunalan insanlık ancak İslâm’a sığındığında aklen, ruhen, kalben tatmin olabilir. Gerçek huzur ve mutluluğu buna bağlıdır ve bu bütün insanlık için geçerlidir.

Timeturk’ten (Almanya) Emine Karahocagil Arslaner’in Alman mühtedi Meryem Hanımla yaptığı röportajda da bunu açıkça görüyoruz. “Avrupalı hayat tarzından yorulmuştum. Huzursuzdum ve huzursuzluğumu yavaş yavaş eşime de yansıtıyordum. O dışarı çıkmak istedikçe ben eve kapanmayı arzuluyordum. İçime kapanıyordum” diyen yeni ismiyle Meryem Hanım, Türkiye’ye yaptığı tatilde eline geçen Kurze Worte’nin (Küçük Sözler) nasıl hayatının akışını değiştirdiğini, orada tanıştığı insanların misafirperverliklerinin, namaz kılan bir gencin namazını nasıl etkilediğini kendisiyle yapılan röportajda Emine K. Arslaner kardeşimize anlatmış.

İstanbul’da geldiğinde Florya’da kalmış, Türkiye’yi beklediğinden daha güzel görmüş, misafir kaldıkları evde namaz kılan delikanlının namaz kılışı onu oldukça etkilemiş. “Genç adamın hareketlerindeki denge, yüzündeki mahcup ifade ve terbiyesi ve tabi namaz kılması beni düşündürmüştü” diyen Meryem Hanım gencin büyük özenle sakladığı kitap Küçük Sözler’i kendisine göstermek için raftan indirdiğini, kitabı biraz karıştırıp bavula attığını söylüyor ve “İslâm’ı aradığımı bilmiyordum, henüz kafam çok boştu. Derken tatil bitti ve biz Almanya’ya döndük. Ben döndüğümü sanıyordum ama aklımı ve kalbimi Türkiye’de bıraktığımı fark etmem çok zaman almadı…” diyor.

Meryem Hanım Almanya’ya dönmüş, ama aklı, kalbi hep Türkiye’de kalmış. “Türkiye’ye gitmek istiyordum. Almanya beni boğuyordu. Artık eşimi üzme pahasına, aile huzurumu kaçırma pahasına partilere gitmiyor, eş dost dâvetlerine katılmıyor, herkesten kaçıyordum. Türkiye’yi arıyordum. Oradaki samimiyeti, sıcaklığı, ezan seslerini, insan sohbetlerini…” diyor. Bir akşam karar verip tekrar Türkiye’ye geliyor. Bu seyahati onu ailesinden koparsa da İslâma yaklaştırıyor. Meryem Hanım o kadar mutlu ki, bu mutluluğunu, “Çölde aradığı vahayı bulmuş bedevi gibiydim” şeklinde dile getiriyor.

İslâmın sıcak sinesinin ön adımları oluyor bunlar Meryem Hanım için. Sonra da bizzat İslâmla yüzyüze geliyor. Bunu da bir sonraki makalemizde anlatalım İnşaallah.

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İrade zaafiyeti



Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bütün hata, kusur ve zaaflarına rağmen, yine de büyük, güçlü ve dinamik bir devlettir. Bırakın dışarıyı, içeriden defalarca yıkılmaya, tahrip edilmeye çalışıldığı halde, yine de dimdik ayakta duruyor. Kan kusturan darbelerle, yıkıcı anarşi ve yakıcı terör belâsıyla başı defalarca belâya sokulduğu halde, yine de ümitsizlik girdabına düşmeden, azgın dalgalara mağlup olmadan, tıpkı vakur bir gemi gibi istikbâl sâhillerine müteveccihen yoluna devam edip gidiyor.

Ne var ki, aynı şeyleri bu muazzam devletin tek başına iktidarda olan hükûmeti için söylemek imkânsız.

Altı seneyi aşkın bir süredir tek başına ülkeyi idareye çalışan mevcut hükûmet, halihazırda tam bir zaaf ve acziyet içinde görünüyor.

İşte tablo meydanda: Kötü ekonomik gidişatı kontrol altına alamayan, AB ile müzakere sürecini hakkıyla yürütemeyen, tepetaklak yuvarlanan KOBİ'lere bir çare bulamayan, terörü durduramayan, fakirleşmeyi önleyemeyen, sayısı hızla çoğalan işsizler ordusunu dizginleyemeyen, sağlık hizmetlerini bir türlü düzene sokamayan, kanlı baskınlarda ihmali görülen komutanları hesaba çekemeyen hükümet, bir ülkenin en hayatî damarlarından biri olan bürokrasiye de artık tesir edemez bir hale geldi.

Evet, bürokratik nizamın kalbinde kriz üstüne kriz yaşanırken, hükümet, buna seyirci kalmanın ve zaman zaman şaşkınlığını ifade etmenin ötesine gidemiyor: "Aa, Türkiye'de ikinci bir Anayasa Mahkemesi varmış" şaşkınlığı...

Oysa, şaşırmaya hiç gerek yok.

Zira, varsa vardır; yoksa yoktur. Ya vardır, ya yoktur. Ancak, hayrete düştüğünüz yerde, bundan "hem vardır, hem yoktur" neticesi çıkar ki, bu da acziyetin en bâriz bir göstergesi olur.

Ne acıdır ki, sembolü terazi olan ve tam bir adâlet ölçüsü içinde hareket etmesi gereken yargı kurumları arasında derin yarıklar oluşmaya başladı. Üstelik, bu yarıkların Danıştay, Yüksek Seçim Kurulu ve Anayasa Mahkemesi gibi en yüksek mevkide görev yapan kişi ve gruplar arasında yaşandığı görülüyor.

Tepe noktasındaki bu "bağımsız" kurumların böylesi bir vaziyete düşmesi, amiyane tâbirle "tuzun kokması" demektir.

Ancak, o tuzu muhafaza etmesi ve kokmaması için, vakt–i zamanında gerekli tedbiri alması gereken de hükümetin kendisidir. Çünkü, hükümet, önünü görmesi, ileride olacakları ihtimal dahilinde tutarak strateji geliştirmesi, icabında köklü reformlar yaparak sistemi işlettirmesi gereken muvazzaf bir makam ve mevkidir.

Ancak, şimdi ortaya çıkan tıkanmalar, sürtüşmeler ve çarpıklıklar gösteriyor ki, bu muvazzaf hükümet, gerekli zamanda gereken tedbiri almamış ve mevcut hanlıklara, hımbıllıklara seyirci kalmakla yetinmiştir. Belki de, kendilerini tarif için sonradan uydurdukları "muhafazakâr demokratlık"tan anladıkları şey budur.

Oysa muhafazakârlık, inançta, ahlâkta, kültürde, örf ve adette olur; siyasette değil. Siyasette muhafazakârlık, düpedüz statüko ve tutuculuk anlamına gelir. Zira siyaset, hızla değişen ve gelişen dinamik bir sahadır. Onun için, bu sahaya statükoculuk değil, özgürlük ve dinginlik yaraşır. O da, mevcut iktidar partisinin ruhunda yok, zihninde yok, idrakinde yok.

Dolasıyla, her gün biraz daha hantallaşan ve hür iradeden çok statükocu kişi ve kurumların adeta boyunduruğu altına giren mevcut hükümetin yığıldıkça yığılan hata, ihmâl ve günahlarının şeriki, ortağı olmadığımız gibi, bu noktada bazı dostlarımızı da açıkça uyarmak istiyoruz: Lütfen, artık desteğinizi çekin ve katar katar yola dizilen taktik ve stratejik günahlara ortak olmayın.

Hâsılı, devlet boşluk kabul etmediği gibi, siyaset ve hükümet de boşluk kaldırmaz. Her ne kadar şu an itibariyle ciddî bir alternatif görünmüyor olsa da, bu halin uzun sürmeyeceğine ve siyasette yeni bir ümit, yeni bir heyecan dalgasının zuhûr edeceğine inanıyoruz.

Tarihin yorumu 27 Aralık 1907

Jöntürkler'in Paris'te II. Kongresi

Sonradan "Jöntürkler" ismini alan Yeni Osmanlılar, hareketin II. Kongresini yapmak üzere Paris'te biraraya geldiler.

Toplam üç gün (27–28–29 Aralık 1907) sürecek olan bu kongrede önemli bazı kararlar alındı. (I. Kongre 1902)

Alınan kararların başında ise, yaklaşık otuz senedir Sultan II. Abdülhamid'in başında bulunduğu Mutlakıyet rejimi döneminde işlenen hata ve günahların İslâmiyete mal edilmemesi gerektiği şeklindeki ifadedir.

Hürriyetin ilân edilmesi, Meclis'in açılması, anayasanın yeniden yürürlüğe konulması, dolayısıyla Meşrûtî Monarşinin yeniden tesisi yönündeki fikrî kararlılığın da teyid edildiği bu kongrede, bazı fikir ayrılıkları suyüzüne çıktı.

Askerî Tıbbiye kaynaklı İttihat–Terakki Cemiyeti taraftarları, merkezî otoriteye dayalı ve gerektiğinde komitacılık faaliyetlerinin de yürütülebileceği bir metodik eğilimden yana tavır takınırken, Prens Sabahaddin Beyin temsil ettiği "Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet"çi görüştekiler ise, herşeyin açık şekilde ve şeffafiyet içinde yürütülmesi, Osmanlı'ın da bundan böyle federatif ve liberal bir yönetim şekliyle idare edilmesi gerektiği fikrini savundular.

Jöntürkler içindeki bu iki görüş, bir müddet sonra (1908'de) kesin hatlarıyla birbirinden ayrı ve farklı isimler altında partileşti: İttihat ve Terakki Fırkası ile Ahrâr–ı Osmaniye Fırkası.

Türkiye'deki siyaset, işte tâ o tarihlerden itibaren iki ana eksen üzerinde şekillenmeye başlamış oldu.

Aynı temayüller, 1950'li yıllarda ise, Halkçılar ve Demokratlar olarak kesin hatlarla belirginlik kazandı.

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ekonomik krizi aşma ve kalkınma imâna bağlı



Müslümanların güçlü bir ekonomiye sahip olması, zenginleşmesi ve iktisadî krizleri aşmasının temeli inanca, iman gücüne bağlı. “İman mânevî bir olgu olduğuna göre, maddî olan ekonomi ile ne ilgisi olabilir?” diye düşünülebilir.

Halbuki imtihan, imân, “tevhîd-ulûhiyet”, hikmet, tevekkül, cihad/çalışma/üretim, duâ (sözlü ve fiilî, yani çalışarak yapılan duâ), tüketim, israf (yeme-içme, giyinme vs.), iktisat, kanaat, helâl-haram, zekât/paylaşım ve faizin yasaklanması gibi mefhumlar, ekonomik hayatın anahtar kelimeleridir. Dolayısıyla Müslümanın ekonomik gücü; iman kuvvetiyle orantılı. Zira, bu kavramların pratik hayata yansıması iman gücü ve ibadetlerin ifasıyla mümkün.

Aslında her sistem, her düşünce, her doktrinin de temeli inanca dayanır. Zira, bir insan veya toplum kapitalizme inandığı, prensiplerine bağlı kaldığı nispette onu hayata geçirir!

Evet, imanın ibadetle pratik hayata yansıması, dünya ve ahiret mutluluğuna vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini tanzime de sebeptir. Yani, ferdin ve toplumun olgunlaşması, gelişmesi, kalkınması da iman ve ibadetlerini düzenli olarak ifa etmesine bağlı.1 İman, hem nur, hem kuvvettir.2 Kuvvet enerji/güç; nur ise, feraset, aydınlık, ışık, hakikati gösteren projektördür. Nasıl ki, elektrik fırına nüfuz ettiğinde yemekleri pişirir; buzdolabında, soğutur, korur; ampulde aydınlatır, herhangi bir makine, motor veya cihaza girdiğinde onu çalıştırır. İman da mânevî elektrik gibi, insan hayatının bütün safhalarına, toplumun bütün katmanlarına nüfuz ederek icraatını yapar. Zira, ruhumuzu, duygularımızı çalıştıran iman bizatihî ilme yönelmeyi, çalışmayı, dayanışmayı, kaynaşmayı, ilerlemeyi netice veren ibadetleri îfâ etmemizi sağlayan bir güç kaynağıdır.

Elbette hakikî iman, yalnızca “İnandım, kabul ettim!” sözcüğüyle gerçekleşmez. Dudakta değil, kalbe inen iman, zihnin bütün merhalelerinden geçerek istidatlarımızı (potansiyel hâlindeki yeteneklerimizi) yüksek hasletlerimizi inkişaf ettirir; kabiliyetlerimizi geliştirir.

İbadetlerimizi ifa etmemizi sağlayan, yani, namaz kıldıran, oruç tutturan, zekât verdiren, faizden uzak durduran da imanımızdır. Dolayısıyla, İslâm’daki “ulûhiyet”i, iman düşüncesini kavramadan, onun ekonomik, ya da sosyal yapısını anlayabilmek mümkün değildir.

İslâmda aslolan zenginliktir, refahtır, hayat standardının yükselmesidir. Yüksek maddî hayat standardı, refah ve üretim ile tüketim dengesi, başta tevhîd, Kur’ân ile sair iman esaslarının anlaşılması, özümsenmesi, benimsenmesi ve ihlâsla uygulanmasıyla mümkün. İman ne derece güçlüyse, ilim, teknoloji ve ekonominin gelişmişlik düzeyi de o nispettedir.

Her türlü sosyal veya ekonomik hareketin Allah hakkındaki düşüncelerle doğrudan ilişkisi vardır. Zîrâ, İslâm’daki “ulûhiyet” düşüncesi, Müslüman adamın kendine bakışına, eşyaya bakışına, kendine ve eşyaya vereceği konuma; kazanmasına, harcamasına, çalışmasına, hattâ çalışma sahasına ve biçimine sınır getirecek, insanı her şey, ya da hiçbir şey olmaktan çıkaracaktır.3

Özetle, “üretim ve tüketim” içine giren her şeyin ölçüsünü yine iman, yani tevekkül ile ihlâsımız, ibadetlerimiz tayin eder.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.

2- Sözler, s. 284.

3- Dr. Faruk Beşer, İslâm’da Sosyal Güvenlik, Seha Neşr., İst., 1988, s. 15.

27.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevher İLHAN

Akıbetsiz “dış politika açılımları”



AKP’nin yalnız içteki “açılımları” değil, dış politikadaki “açılımlar”ı da akıbetsiz kaldı. Sonuçta CIA’nın Türkiye eski istasyon şefi Graham Fuller’in de ikrar etiği gibi, AKP siyasî iktidarıyla zirveye çıkan ABD ile Türkiye’nin hiçbir ortak payda ve çıkarının olmadığı bir defa daha ortaya çıktı.

Son beş yıldır Ankara’nın bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’taki işgale karşı tutumu, AKP siyasî iktidarının “dış politikadaki açılımı”nın açık bir göstergesi… Zira dünden bugüne “stratejik müttefiklik” çerçevesinde sürdürdüğü politikların iflâsına rağmen, hâlâ aynı dayatmalar sürüyor. Ankara, Irak’ta olduğu gibi bölgedeki diğer oldubittilere ve Afganistan’daki emperyal emellere âlet olmaya devam ediyor.

AKP’nin iktidara hazırlandığı dönemde Amerikan Yahudi lobisiyle başlayan “ABD ile ortaklık açılımı”, Türkiye’nin “büyük Ortadoğu projesi”nin “eşbaşkanı” olmasıyla, hükümetin Müslüman komşu Irak işgaline verdiği “destek hamûlesi”yle kalmadı. 5 Kasım’da Beyaz Saray’da Erdoğan’ın Bush’la başbaşa vardığı “stratejik ortaklık ve işbirliği”ne göre daha da derinleştirildi.

Ankara’nın onlarca havaalanı ve limanı işgali sürdüren Amerikan askerlerinin silâh, mühimmat ve savaş malzemesi nakil ve dağıtımına tahsis etmesine mukabil, Washington artık terör örgütü PKK’yi “müşterek düşman” tanımıştı!

Ne var ki yapılan “istihbarat paylaşımı”na rağmen bu süreçte yüzlerce terörist kalabalık gruplar halinde günlerce yürüyüp sınırdan onlarca kilometre içeri sızarak gün ortasında karakol baskınları yaptı. Onlarca asker şehid edildi. Ne bölgeyi sürekli gözeten Amerikan uyduları, ne de İsrail’den satın alınan insansız casus uçaklar, teröristlerin sızma hareketliliğini görmedi.

Böylece sınırdışı operasyonlarda istifade edildiği ileri sürülen “ABD ile terörle mücadele ortaklığı açılımı” daha ilk aylarda iflâs etti…

KIRMIZI ÇİZGİLER SİLİNDİ

Yine sözkonusu “anlaşmalar” gereği, işgal güçlerinin kontrollerindeki Irak’ta ve Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşan başta örgüt lideri Öcalan’ın kardeşi olmak üzere terörist elebaşlarını teslim edilmesi gerekiyordu. Başbakan ve yeni Cumhurbaşkanı bu hususu defalarca Bush’tan ve Dışişleri Bakanı Rice’tan rica ettiler. Bush’tan ve yetkililerden tekrar tekrar söz aldılar.

Lâkin Bush dönemi sona erdi; Türkiye’nin ilettiği yüzelli kişilik “terörist elebaşları listesi”nen bir teki dahi teslim edilmedi. Ne PKK’nin başta Bağdat olmak üzere Irak’taki büroları kapandı, ne de özellikle Kuzey Irak’ta yürüttüğü faaliyetlere sınırlama getirildi.

Belli ki ABD, uzun süre himaye edip kullandığı terör örgütü yöneticilerini koruma ve kollamaya ve devam etmekte. Ve Ankara’nın Washington’la imzaladığı “terörle mücadele” mutâbakatı sözde kalmakta…

Keza AB müzâkere sürecindeki başarısızlık gibi, Avrupa ve Amerika’daki PKK terörüne hertürlü lojistik destek sağlayan ve propagandasını yapan siyasî kanadı da tasfiye edilemedi. Televizyonları bangır bangır Türkiye aleyhinde terör tahriki yapıyor, sözcüleri Türkiye ve bölgeyi karıştırma kışkırtmasına devam ediyor. Ankara bu hususta da hiçbir diplomatik başarı sağlayamadı…

AKP’nin başarısız dış politika açılımları bununla da kalmadı. Dışişleri Bakanı Gül’ün baştan ilân ettiği “kırmızı çizgileri” tek tek silindi. Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi bir “simge” idi. AKP hükûmetinin büyük işgalin başında büyükbir iddia ile hazırladığı ve dönemin Başbakanı Gül ile partinin Genel Başkanı Erdoğan’ın kapalı kapılar ardında milletvekillerine büyükbir baskı uygulayarak çıkmasını istedikleri 65 bin işgalci Amerikan askerinin Anadolu topraklarında konuşlanmasına dair “hükûmet tezkeresi”nin Meclis’ten reddedilmesine karşı işgalci “dostlar”ın bir tepkisiydi.

Buna karşı bizzat Millî Savunma Bakanı, daha iki yıl önce yaptığı açıklamayla, birtek İncirlik Üssü’nden Irak kent, kasaba ve köyleri üzerine binlerce sorti yapılmasına izin verildiği ve hükûmetin Meclis’ten geçiremediği “tezkere”yi telâfî ettiği açık bir itirafta bulundu. Ancak bu da ABD’nin başta Irak’ın toprak bütünlüğü olmak üzere Türkiye’nin belirlediği ve bildirdiği hassasiyetlerini çiğnemesinden vazgeçirmedi…

“DIŞ AÇILIMLAR” FİYASKO

İşgalin ilk günlerinde Kerkük’te nüfus ve tapu dairelerinin tâlân edilip yakılıp yıkılmasıyla başlayan süreç, Telâfer ve diğer Türkmen şehir ve yerleşim birimlerindeki zorakî göç, zulüm ve baskılarla demografik yapının değişimine gidildi. Ardından bölgede üçüncü bir azınlık olan peşmerge valiler, emniyet müdürleri ve yöneticiler atandı.

Bu yıldırma politikasının devamı olarak bizzat Amerikan işgal güçlerinin desteğiyle Kerkük ve Telâfer gibi Türkmen şehirleri kuşatılarak yüzlerce sivilin öldürüldüğü katliâmlar yapıldı. Şimdi göz göre göre Irak petrol rezervinin yüzde kırkı bulunan Kerkük’ü bütün çevresiyle Musul’un bazı ilçeleri “referandum” tezgâhıyla Kuzeydeki bölgesel Kürt yönetime bağlanmak isteniyor. Ankara ise tam da Beyaz Saray’da Başkanın değiştiği bu süreçte emr-i vakileri seyretmekle kalıyor…

Diğer yandan komşu Suriye’deki tesisleri bombalayıp yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atan İsrail’e hiçbir tepki verilmedi. “Çuval olayı”nda Başbakan “Ne notası, müzik notası mı?” demişti. Bu hâdiseye karşı da ABD’ye en ufak bir tepkide bulunmayan Dışişleri, sâdece “izâhat istemek”le yetindi.

Amerikan savaş uçaklarının Suriye’nin sınır kasabasına saldırıp aralarında çocukların ve kadınların bulunduğu sivilleri katletmesine bir şey demedi. İsrail hükûmetinin ABD olmazsa bile İran’a saldıracağı yönündeki tahrikine “dur” demedi.

ABD’nin “terörle mücadele” bahanesiyle terörle mücadelede “stratejik müttefiki” Pakistan’ı bombalayıp her defasında onlarca, yüzlerce sivili öldürmesine sessiz kaldı. Yine ABD’nin hegemonya ve çıkarları uğruna Afganistan’da BM’yi ve NATO’yu istimal etme politikalarına “ortak” oldu. Orta Asya ve Hazar havzası enerji kaynakları ve hatlarına sahip olmak için Afganistan’da sürdürdüğü perdeli işgale paravan oldu.

Afganistan’daki 750 kişilik Türk birliğine ilâveten Dışişleri Bakanı Babacan Fransa’daki toplantıda, 2009’da “güvenlik önlemler ve seçimler” için Afganistan’daki Amerikan güçlerine destekten bahsediyor…

Ve AKP’nin dış politika açılımları da bir bir fiyasko ile sonuçlanıyor…

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Milletten özür dilemesi gerekenler



Bir grup aydının başlattığı “özür diliyorum kampanyası” Türkiye’nin gündemine oturdu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kampanyayı “düşünce özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirirken, Başbakandan, Genelkurmay’a, Dışişleri’nden emekli büyükelçilere kadar birçok kurum ve kişinin de tepkisini çekti. Bu kampanyanın karşılığında “özür dilemiyorum”, “özür bekliyorum” diyen birçok karşı kampanya da başlatıldı.

Kampanya başlatıldığında en sert tepkilerden birisi MHP Lideri Devlet Bahçeli’den gelirken kampanyayı başlatanlardan “utandığını” söylemişti. Başbakan Tayyip Erdoğan, “Her halde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki, özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle bir sorunu yok” diyerek Bahçeli’ye yakın bir tavır sergilemişti.

Aslında pek çok kimse bu konuda çok net değil. Hükümet içinde bile Başbakan’ın sözlerine katılmayanlar oluyor. Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı KanalA’da “Görüş Farkı” programında “İmza kampanyasını ifade özgürlüğü olarak gördüğünü, ama içeriğine katılmadığını” söyleyerek genel başkanından farklı bir tavır sergiledi.

Bu kampanya ile birlikte “özür” konusu da moda haline geldi. Herkes özür dileme yarışına girdi. Meselâ Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, “Devletin bir görevlisi olarak özür dilerim” diyerek Alevîlerden özür diledi. CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ, Canan Arıtman’ın iddialarıyla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün annesinden “özür” diledi.

Bir de Genç Siviller pek çok şehre örnek olabilecek bir kampanya başlattı. “İzmirli seçmenler” ismiyle internette bir grup oluşturularak “Genel seçimler de, (Eğer Ermeniler Rumlar devam etseydi, Türkiye Cumhuriyeti olabilir miydi) diyen Vecdi Gönül ve Canan Arıtman’ın Milletvekili olmasını sağlayacak oyu vererek büyük felâkete yol açmış olmayı vicdanım kabul etmiyor. Bu yanlışı kabulleniyor, kendi payıma vatandaşlarımın duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum” diyerek imza toplamaya başladılar.

* * *

Ancak asıl özür dilemesi gerekenler susuyor. Özür dileyecek o kadar çok kimse var ki… Aklımıza bir çırpıda gelenleri sıralayalım.

• Anayasayı hazırlamayı vaat edip rafa kaldıranlar,

• Vatandaşı açlığa mahkûm edenler,

• “500 milyon liraya bir ay geçinin” diyenler,

• YÖK’ü bu ülkenin başına belâ edenler,

• AB’de ayak sürüyenler,

• Başörtülüleri yıllardır mağdur edenler,

• Başörtülüleri okullarına, kamusal alana sokmayanlar, ikna odaları kuranlar,

• Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması getirenler,

• İnançlar üzerinden yıllarca siyaset yapanlar,

• Geçmişte başörtüsüne karşı olup da şimdi takiyye yapanlar,

• İhtilâl yapıp ülkeyi yıllarca geri götürenler,

• İhtilâl yaparak başbakan ve bakanları asanlar, Meclis’i kapatanlar,

• Milletin değil, azınlığın sözlerine kulak verenler,

• Milletin seçtiği vekillerinin oylarını hiçe sayanlar,

• Bu ülkenin üstüne sülük gibi yapışanlar,

• Yıllarca milleti “saf “ yerine koyarak onun sırtından zengin olanlar,

• Terör örgütü kurup, milleti dizayn çabası içine girenler,

• Ülkeyi kutuplaşmalara götürenler,

• Yıllarca laiklik bahanesiyle dindarları incitenler,

• Yazdığı yazı ve kitaptan dolayı insanları hapishanelere atanlar,

• Düşüncesini açıkladığı için dâvâ açıp, hapis cezası verenler,

• Ara dönemlerde insanları fişleyenler…

Millete özür borcunuz var. Hiç değilse (!) “ÖZÜR” dileyerek millete olan bu borcunuzu ödeyin… Çünkü, özür dilemek erdemliliktir. Erdemli olmak isteyenler de milletten özür diler.

NOT: Bu tartışma bir süre daha gündemimizde kalacağı için okuyucularımızdan bu özür dilemesi gerekenler listesine ilâveleri olursa mail, telefon, faks yoluyla göndermesini bekliyorum.

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zâlimleri sevmeyenleri biz sevelim!



Son günlerde yeniden gündeme gelen ‘mahalle baskısı’na bir örnek de merhum Mehmed Âkif Ersoy’un hayatıdır. Tabiî bu baskıyı ‘mahalle baskısı’ gibi kimden geldiği belli olmayan, hayalî bir baskı olarak değil, ‘devletin millete baskısı’na örnek olarak görmek lâzım.

Aslında merhum Mehmed Âkif’in hayatı ‘millet’e yaşatılan, dayatılan çelişkinin de özeti sayılabilir. Elbette bu çelişki sadece Akif’in hayatıyla değil, onun gibi onlarca, belki de yüzlerce ‘âlim ve fazıl’ insanın hayatıyla yaşatılmıştır.

Hani, “Yakın tarih doğru olarak anlatılmıyor. Türkiye’de iki farklı tarih anlayışı var; biri resmî tarih diğeri de milletin inandığı gerçek tarih” deyince rahatsız olanlar var ya. Onlara sormak lâzım: Hâl-i hazırda okunmaya devam eden “İstiklâl Marşı”mızın yazarı olan merhum Mehmed Âkif, niçin ülkesini terk etmeye mecbur edilmiştir? Ömrünün son yıllarında Türkiye’ye gelebilen ümit şairinin vefatından sonra cenazesine sahip çıkılmasından bile rahatsız olunmamış mıdır?

Bu soruların cevapları okullarımızda okutulan tarih ya da edebiyat ders kitaplarında var mıdır? Yok ise niçin? Bugün itibarıyla İstiklâl şairimize sahip çıkılıyor olunması, geçmişte yapılan yanlışları ortadan kaldırır mı?

Âkif’in edebî yönü zaten şimdiye kadar çeşitli yönleriyle tahlil edilmiştir. Ama onun millet nezdinde rahmetle yâd edilmesindeki asıl sebeplerden biri de onun bir ümit şairi olmasındadır. Aynı zamanda “gelenin keyfi için geçmişe sövmemesi” ve bunu en yüksek perdeden ilân etmesi çok manidardır. Çünkü devrin yöneticilerinin milletten istediği en birinci ‘vazife’, gelenin keyfi için geçmişe sövülmesidir. Zaten böyle bir talep olmasa Âkif, “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem. / Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. / Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım... / -Boğamazsın ki! -Hiç olmazsa yanımdan koğarım” der miydi? (Safahat, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, YAN, s. 358)

Mehmed Âkif Ersoy merhumun çok önemli bir özelliği de, İslâmın doğru anlaşılması gerektiği hususundaki ısrarıdır. Hemen herkesin hatırlayacağı üzere Safahat’ın bir yerinde de şöyle diyor merhum Akif: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı. (...) Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din, / Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.” (Agg, s. 378)

“Zulmü alkışlamama ve zalimi sevmeme” noktasında, muasırı Üstad Bediüzzaman’la aynı noktada ittifak ettiği gibi; “Doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk” noktasında da aynı düşünceleri paylaşmışlardır. Ne yazık ki; ‘baskı’ noktasında da benzer baskılara maruz kalmışlardır!

Her vefat yıldönümünde mezarı başında ya da “İstiklâl Marşı”nı yazdığı Ankara’daki “Taceddin Dergâhı”nda ‘tören’ düzenlemiş olmakla merhum Mehmed Âkif gençlere tanıtılmış oluyor mu? O da yapılsın, ama gerçek tanıtma ancak onun yaşadıklarının ‘dosdoğru’ olarak gençlere anlatılmasıyla mümkün olur. Tabiî kimlerden ve niçin ‘baskı’lara maruz kaldığı da anlatılmalıdır.

Zulmü alkışlamayıp, zalimleri de sevmeyenleri biz de hem sevelim, hem de rahmetle analım.

27.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tehcir ve göç



Zorunlu tehcir, elbette ki kabulü ve hazmedilmesi son derece zor bir hadise. İnsanın, doğup büyüdüğü evi ve toprakları kendi iradesi dışında terk etmek mecburiyetinde bırakılması, sevdiklerinden ve hatıralarından koparılması, duruma göre, hayat boyu devam edebilen, hattâ sonraki kuşaklara da intikal ettirilen çok derin ve sarsıcı travmalar oluşturabiliyor.

Eğer bu tehcir çetin şartlarda çok meşakkatli yolculukları gerektirmiş ve yaşlılık, hastalık, kıtlık ve eşkiya saldırıları gibi sebeplerle, kafiledeki birçok kişi gidilecek menzile varamadan hayatını kaybetmişse bu travma daha derinleşebiliyor.

Ermeni tehcirinde bu çeşit yürek burkan acı hadiselerin yaşanmadığını kimse iddia edemez.

Ancak tarih boyunca göçler ülkesi olmuş Anadolu’da bu trajediyi sadece Ermenilerin yaşadığını da kimse söyleyemez. Gerçek şu ki, bilhassa 19. yüzyılın sonları ile geçen asrın başlarında Rusya’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan yaşanan göç dalgalarında; Lozan Antlaşmasına bağlı olarak cumhuriyet sonrası gerçekleşen nüfus mübadelelerinde de büyük acılar yaşandı.

(Millî Savunma Bakanının, yakınlarda büyük tepkilere yol açan “Azınlıklar Türkiye’de kalsaydı millî devlet olamazdık” sözü, bu acıları gözardı eden katı bir ideolojik saplantının ifadesiydi.)

Keza, yine cumhuriyet sonrasında şark isyanları bahane edilerek, doğudaki nüfuz sahibi aşiret ve aile önde gelenlerinin, bu isyanlarla ilişkilerinin olup olmadığına bakılmadan başka yerlere sürülüp, sıkı kayıt ve mahrumiyetler altında zorunlu ikamete tâbi tutulmaları da derin toplumsal sancılara yol açan bir uygulamaydı.

Ömrünün ikinci yarısının çoğunu bu şekilde sürgün, tecrit ve tarassutlar altında geçirmek durumunda bırakılan, zaman zaman talebeleriyle beraber hapislere atılan Bediüzzaman da bu uygulamanın önde gelen mağdurlarındandı.

Ve göç trajedisinin yakın tarihlerdeki son örneklerinden birini Jivkov zulmünden kaçan Bulgaristanlı soydaşların, diğerini de Saddam’ın hışmından kurtulmak için Türkiye’ye sığınan Kuzey Iraklı peşmergelerin hicretinde gördük.

Bir başka güncel örnek ise, buradaki başörtüsü yasağı sebebiyle üniversite tahsili için başka ülkelere gitmek zorunda bırakılan öğrenciler.

Sonuç olarak, ister zorla yaptırılan tehcir şeklinde olsun, ister iradî ve gönüllü olarak gerçekleşen bir nakl-i mekân, yer değiştirme, başka bir diyara taşınma tarzında cereyan etsin; göç ve hicret olayının acı ve hazin tarafları ağır basar.

Ama aynı tehcir veya hicretin, bu hüzünlü ve sıkıntılı taraflarına mukabil, kaderin daha bu dünyada tezahürlerini göstermeye başlayan adaletinin tecellîleri olarak, başlangıçta hiç umulmayan olumlu neticelere vesile olduğu da bir vâkıa.

Doğup büyüdüğü yerlerde karşı karşıya olduğu bunaltıcı sıkıntılardan kurtulmak, memleketinde çeşitli sebeplerle bir türlü dikiş tutturamazken göçtüğü yerde bahtının açılması, manen ve maddeten ferahlayıp rahatlamak gibi...

İlginçtir; Ermeni tehcirinin de böyle sonuçları oldu. Savaş ortamından uzaklaştırılıp güvenli bölgelere götürülen ve oralardan dünyanın başka yerlerine yayılan Ermeniler Said Nursî’nin Münâzarât’taki ifadeleriyle “Terakkiyat tohumlarını topladılar, vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye ikaz ediyorlar.”

Elbette ki, tehcir esnasında çekilen acılar bir yana, nesilden nesile intikal eden vatan hasretini hiçbir şey dindiremez. Ama bu hasreti dindirmenin yolu, soykırım iddialarıyla kan dâvâsı gütmek değil, atalarının yaşadığı toprakları barışçı eğitim ve kalkınma yatırımlarıyla ihya etmek olmalı ki, Bediüzzaman’ın sözleri bu yöndeki yapıcı bir teşvik mesajını da ihtiva ediyor.

Dolayısıyla, gittikleri yerlerde büyük servetler kazanmış ve yaşadıkları ülkelerin yönetimlerini etkileyecek düzeyde politik güç kazanmış diyaspora mensupları, intikamcı Taşnak telkinlerine değil, Bediüzzaman’ın çağrısına kulak vermeli.

27.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır