Divân edebiyatının ve tasavvuf geleneğinin en şöhretli isimlerinden biri olan Şeyh Galib, 3 Ocak 1799'da İstanbul'da vefât etti.
Aynı zamanda bir Mevlevî şeyhi ve postnişini olan Şeyh Galib'in edebiyat dünyasında kazandırdığı çok güzel ve mânidar eserleri var: "Hüsn ü Aşk" ve "Harnâme" bunların en akılda kalanları.
* * *
Çok erken yaşlarda vefat eden Şeyh Galib, 1757 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Mustafa Reşid Efendi, kuvvetli bir tasavvuf eğitimi içinde yetiştiğinden Mevleviliğe ve Melamiliğe dair tesirli şiirler yazmış bir kişidir. Sadece babası değil, dedesi de Mevlevî tarikatına mansup münevver bir şahsiyet idi.
İşte, edebî ve tasavvufî yönü bu derece yüksek bir aile ortamında yetişen Şeyh Galib de, aynı minval üzere giderek vargücüyle kendini yetiştirmeye çalıştı. Kısa süre içinde Farsça ve Arapça'yı öğrendi. Henüz 24 yaşındayken, Mesnevî dalının en çarpıcı örneklerinden biri olan "Hüsn ü Aşk" isimli eserini tamamladı.
Bir yıl sonra Konya'daki Mevlânâ Dergâhında çileye çekilen Şeyh Galib, hasretine dayanamayan babasının isteği üzerine, çile müddetini tamamlayamadan tekrar İstanbul'a döndü.
Şeyh Galib Efendi, İstanbul'daki Yenikapı Mevlevihânesinde çileye girdi ve gerekli süreyi burada tamamladı. Ardından, Sütlüce'deki evine çekilerek burada ilimle uğraşmaya ve eserler yazmaya koyuldu. 1791'de ise, Galata Mevlevihanesi Şeyhliğine getirildi.
Mevlevî Şeyhliği esnasında, Sultan III. Selim'le olan yakınlığı ve samimiyeti ziyadeleşti. Bu sebeple, harabeye dönen Kasımpaşa Mevlevihanesini padişaha tamir ettirdi.
3 Ocak 1799'da vefat eden Şeyh Galib'in mezarı Galata Mevlevihanesinin avlusundaki türbenin içindedir.
Boynuz isterken, kulaktan oldu
Şeyh Galib'in "Harnâme" isimli şiirinin kahramanı, çektiği ağır yük derdinden oldukça zayıf ve çelimsiz hale gelmiş bir eşektir. İyice tâkattan düşen bu eşeğe acıyan sahibi, rahat etsin diye bir gün onu serbest bırakır ve çayıra salar.
Çayıra doğru giden bu "zaif ü nizar" eşek, yolda tecrübeli ve cinsinin duâyeni olarak tanıdığı bir başka eşeğe bazı sorular sorarak ona akıl danışır: "Biz neden yük çekmeye, ömür boyu odun ve su taşımaya mahkûmüz? Neden hiç yük çekmeyen öküzler baştâcı ediliyor da, biz sürekli olarak itilip kakılıyoruz; üstelik horlanıyor ve hakaret görüyoruz? Niçin öküzlerin hem kulakları, hem de boynuzları var da, bizim boynuzumuz yok?.."
Buna benzer sorular soran "mağdur eşek", büyüğünden iyi bir nasihat aldıktan sonra çayıra doğru gider. Orada, ekilmiş ve iyice yeşermiş boş bir mıntıka görür. Büyük bir iştahla oraya doğru koşar adım gider ve henüz yeşermiş buğday çimleriyle karnını bir güzel doyurur. Doyduktan sonra da, hemen oracıkta yere uzanır ve keyfinden bir o yana, bir bu yana yayılarak yaşadığı bu mutlu anın tadını çıkarmaya çalışır.
Derken, tarlanın sahibi uzaktan belirir ve bağıra çağıra eşeğe doğru koşaradım gelip bakar ki, ne görsün... Meğerse, bu çelimsiz eşek, buğday çimlerinin en güzel kısmını yiyerek orayı kara toprağa bir güzel çevirmiş olmasın mı?
Bağırıp çağırmakla, hatta eşeği dövmekle de hızını alamayan tarla sahibi, onun iki kulağıyla kuyruğunu kesip atarak ancak rahatlar.
Derdine dert katan eşek, canı çok acıdığı için oradan kaçarak uzaklaşırken, yolda daha evvel akıl danıştığı ihtiyar eşeğe rastlar. İhtiyar eşek, "Ne bu halin böyle?" diye sorunca da, her tarafı kan–revân içinde olan zavallı eşek o inleyen sesiyle şu cevabı verir:
Bâtıl isteyüp haktan ayrıldım
Boynuz umdum, kulaktan ayrıldım
* * *
İşte, Şeyh Galib Efendinin okuyan ve dinleyeni güldürürken aynı zamanda düşündüren "Harnâme" isimli uzun şiirinden birkaç beyit:
Bir eşek var idi zaif ü nizar
Yük elinden katı şikeste vü zar
Gâh odunda vü gâh suda idi
Dün ü gün kahr ile kısuda idi
Arkasından alınsa palanı
Sanki it artığıydı kalanı
Dün ü gün arpa–buğday işlerler
Anı otlayıp, anı dişlerler
Gezerek gördü bir göğermiş ekin
Sanki tutardı ol ekin ile kin
Yiyerek doydu karnı çağnadı
Yuvarlandı vü biraz ağnadı
(Ekinin sahibi geliyor)
Ağaç elinde azm–i râh etdi
Tarlasını göricek âh etdi
Yüreği soğumadı söğmek ile
Olmadı eşeği döğmek ile
Bıçağını çekdi kodu ayruğunu
Kesdi kulağını vü kuyruğunu
Uğrayu geldi pir eşek nâgâh
Sordı halini kıldı derd ile âh:
"Bâtıl isteyüp Hakdan ayrıldım
"Boynuz umdum kulakdan ayrıldım."
...................................................
LUGÂTÇE
nizâr: Zayıf, halsiz
şikeste: Kırık, kırılmış
zâr: Ağlayan,inleyen
gâh: Bazen, kâh
kısu: Üzüntü
palan: Semer, eğer
çağnadı: Zırladı, şarkı söyledi
ağnadı: Uzandı yattı
azm–ı râh etmek: Yola çıkmak
nâgâh: Ansızın
03.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|