Siyasette misyon kadar, şüphesiz şahıs faktörü de büyük önem taşır. Bunların her biri ayrı faktör ve ayrı değerlerdir. Ancak, bunları birbirinden ayrı tutarak siyaseti anlatmak, hiç de kolay bir iş değil.
Meselâ, Sultan II. Abdülhamid'in şahsiyeti ile siyasetini birbirinden ayrı tutmak icap ettiği, meseleyi bu zaviyeden bakarak anlamaya çalışmak gerektiği hususu, doksan–yüz senedir mümkün olamadı.
Bırakın toplumun avam kesimini, entelektüel kesim dahi bu ayrımı bir türlü yapamadı gitti. Çoğu aydın, yazar kimseler, Sultan'ın şahsî hayatı ile siyasî hayatını birbirine karman–çorman ederek anlatmaya devam ediyor.
Oysa, bunlar—özellikle halkın nazarında—birbirini yakından etkileyen faktörler olmakla birlikte, esasında şahsın kendisi ile takip ettiği tarz–ı siyasetini ayrı başlıklar altında analiz etmek gerekiyor.
Zira, siyasette bazan olur ki, doğru adam yanlış yerde ve yanlış adam doğru yerde bulunabiliyor. Aynı şekilde, bazan olur ki, iyi ve kabiliyetli adam, bir takım talihsizlikler sebebiyle, yahut zaman ve zeminin şartlarının merhametsizliği yüzünden muvaffak olamıyor, zayıf veya başarısız bir duruma düşebiliyor.
Tersine, bazan da olur ki, silik ve sünepe bir şahsiyetin şansı yaver gider, mevcut şartlar onun lehinde gelişir ve bir bakarsınız ki o şahıs parlama göstermiş, önemli bir kitlenin de takdirini, hayranlığını kazanmış.
Siyasette ideal olanı ise şudur: Misyonun doğruluğu ve sağlamlığı gibi, lider ve yönetim kadrosunun da temiz, dürüst, ehil ve kabiliyetli kişilerden oluşması...
Aksi halde, galibiyet, muvaffakiyet bir hayli müşkilleşiyor.
Bu genel ifadelerden sonra, şimdi de müşahhas bazı misallere geçelim.
Kim şahıs, kim misyon peşinde?
Genelde Nur Talebelerine, özelde ise hasseten Yeni Asya camiasına yöneltilen ithamlardan biri de şudur: Siz hep şahıs peşinden gidiyorsunuz. Siz hep Demirelci, Çillerci oldunuz. Bundan bir türlü vazgeçmiyorsunuz...
Acizane, bu konuyu enine–boyuna ve derinlemesine araştırdık. Neticede, en ufak bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde gördük ki, Nur Talebeleri hiçbir zaman şahıs peşinden gitmemiş ve şahısçı hareket etmemişlerdir. Daima "Ahrar–Demokrat misyon"a sahip çıkmışlar ve hatta kongrelerde hiç desteklemedikleri başkan adayı seçildikten sonra da, bu tavırlarını değiştirmemişlerdir.
Emin olun, bu acib gerçek, 1946'dan bugüne, yani DP liderliğini yapan Celal Bayar'dan tâ Süleyman Soylu'ya kadar da hiç değişmemiş.
İşte size bu hikmetli realitenin kesin delillerle bir ispatı...
Bediüzzaman Hazretleri, "Selaniklilerin mutlak istibdatlarının kırılması" için (Emirdağ Lâhikası, s. 134) ve "nokta–i istinat" olmak mânâsında (Age, s.140, 271) desteklemiş olduğu Demokratların ilk reisi Celal Bayar'ı kalben sevmemiş ve onu "mükemmel reis" sıfatına lâyık görmemiştir.
Bunu da, Üstad'ın 1947'de CHP Genel Sekreterliğine seçilen eski Dahiliye ve Adliye Bakanlarından Hilmi Uran'a yazmış olduğu mektubundan anlıyoruz. (Uran, kongreye katılan 646 delegeden 328'inin oyunu alarak, rakibi Recep Peker'e üstünlük sağladı.)
Emirdağ Lâhikası, sayfa 191'de yer alan bu mektubun bir yerinde, muhalefetteki Demokrat Partiyi kast ederek, Hilmi Uran'a eğer o muarız (rakip) parti "mükemmel bir reis" bularak sizin karşınıza çıksaydı, birden sizi mağlup ederdi diyor.
Demek ki, Üstad Bediüzzaman, sonradan (Reisicumhur olunca) tebrik ettiği bu zatı ciddî anlamda sevmediği halde, onun başında bulunduğu partiye destek vermiştir. Destek vermiştir ki, DP 1946 seçimlerinde Afyon'da birinci parti olmuş ve istisnaî bir seçim bölgesi olarak milletvekillerinin tamamını almıştır. Esasen, bu tarihten sonra hükümet (CHP) tarafından Afyon'daki bütün bürokrat ve memur kadrosunun değiştirilmesinin ve Bediüzzaman ile Nur Talebelerinin Afyon Mahkemesine sevk edilmesinin bir sebebi de, iktidar partisinin bölgedeki seçim hezimetidir.
1950 seçimlerinin ardından, Bayar Cumhurbaşkanı seçilince, ikinci adam konumundaki Menderes DP'nin başına geçti. Dolayısyla, burada bir rakiplik durumu söz konusu değil. Buna benzer istisnaî bir durum da, darbeden sonra kurulan AP kongresinde yaşandı. Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala, o dehşet günlerinde yine rakipsiz olarak AP'nin başına getirildi.
1965'te ise, DP'nin devamı olan AP'de ortaya iki başkan adayı çıktı: Süleyman Demirel ve Saadettin Bilgiç. Üstelik, ikisi de Isparta'lı.
Mehmet Kutlular'ın yeni çıkan "İşte Hayatım" isimli kitaptaki hatıratından anlıyoruz ki, AP kongresine delege sıfatıyla katılan Nur Talebelerinin tercihi, Saadettin Bilgiç olmuş. Ancak, neticede Demirel kazanmış ve Nur Talebeleri şahıs faktörüne takılmadan "Ahrar–Demokrat" çizgide gördükleri AP'yi desteklemeye devam etmişler.
O halde, bu iş nasıl oluyor da şahısçılık veya Demirelcilik olmuş oluyor? El–insaf yâhû!
Bakınız ve emin olunuz, aynı durum Demirel'den sonra 1993'te yapılan DYP kongresinde, keza 2002'deki kongrede ve hatta 2007'deki DP kongresinde dahi aynen tekrarlanageldi. Yani, her defasında desteklenen değil de, diğer aday kongreyi kazanarak parti başkanlığına seçilmiştir.
Ama buna rağmen, yine de parti desteği değişmemiş, misyon tercihi değişmemiş ve siyasette aynı istikametteki çizgiden bir inhiraf söz konusu olmamıştır.
O halde, nasıl olur da, bize ısrarla "Şahıs peşinde gidiyorsunuz" deniliyor? Bir kez daha el–insaf demek durumundayız.
Esasında, bizi şahıs peşinden gitmekle itham edenlerin bizzat kendileri o durumdalar. Bir bakıyorsunuz, hangi siyasî liderin yıldızı parlıyorsa, hooop onun tarafına geçiyorlar. Onun yıldızı söndüğünde ise, hiç durmayıp hemen dönüyorlar ve yıldızı parlayan, yahut balonu şişirilmiş bulunan bir başka şahsın partisine takılıveriyorlar.
Bu hususun detaylarına da girebilir ve hatta müşahhas misâller de verebiliriz; ancak, buna şimdilik gerek duymuyoruz. Ayrıca, sizler bunu ekseriyetle zaten biliyorsunuz.
21.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|