Nur Risâlelerini beğenerek okuduğu halde, siyaset noktasında ayrılan ve farklı siyasî tercihlerde bulunan pekçok kimse var. Hatta, okudukları aynı bahislerden farklı mânâlar istihraç edenlere rastlamak da mümkün.
Hatta ve hatta, aynı lâhika mektuplarında ifade edilen Ahrar–Demokrat çizgiyi benimsediği halde, bu çizgiye birbirinden mahiyetçe farklı durumdaki siyasî partileri oturtanlar bile mevcut.
Acip ve şaşırtıcı bir durum; ancak, yine de yaşanan bir vakıadır bu.
Haliyle, "Ama nasıl olur? Neden böyle oluyor? Niçin olsun ki?" türünden sorular zihinlere hücûm ediyor.
Şüphesiz, bu gibi suâllerin de bir cevabı vardır. Ancak, herşeyde önce, bütün insanlar gibi Nur Risâlelerini okuyanlar da imtihana tâbidir. Sırr–ı teklif ve imtihan, onlar için de aynen geçerlidir.
Zira, öyle iman ve hidayet dairesine girmekle imtihan bitmiyor. Herkesin derecesine göre tabi tutulduğu imtihanlar, âhir ömre kadar devam edip gider.
Siyaset meselesi ise, kendine has karakteristik bazı özellikleri ihtiva ediyor. Bir bakıyorsunuz, imanî meselelerde en ufak bir ihtilâf noktası dahi bulunmayan bu insanlar, siyasette çok zıt ve farklı yönlere gidebiliyorlar.
Risâle–i Nur'da, Üstad Bediüzzaman'ın siyadet (seyyitlik) gibi siyaset yönü de bir derece gizli, örtülü, perdeli bırakılmış. Bu perdeli oluş hali, şüphesiz ki, birçok hikmet ve maslahata bağlıdır.
24. Söz'ün Üçüncü Dalı'nda izah edildiği gibi, Cenâb–ı Hakim–i Mutlak, bazı mühim hakikatleri kesretli eşya içinde saklamış. Ramazan'da Leyle–i Kadir, Cuma'da duâların kabul saati ve insanlar arasında veli kulları gibi...
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın siyadet ve siyaset yönü de, geniş tarih seyri içinde ve hatta Nur Külliyatının tamamı içinde bir derece müphem (belli–belirsiz) ve saklı tutulmuş.
Hiçkimse, bu son derece hikmetli sırlara kolayca ve çok alenîce vâkıf olamıyor. Kafa patlatırcasına düşünmek, okumak, her üç Said devresini de mütalâa etmek, Külliyat'ın tamamını bir de bu nazarla okuyup müzakere etmek, kardeşlerle istişarelerde bulunmak, nihayet şurâya istinat etmek ve "hakikî vukuatı kayd eden tarih"i de şahit tutarak, öyle bakmak gerekiyor.
Aksi halde, isabet kaydetmek zorlaşacağı gibi, zekâveti yüksek, sadâkati zayıf fertlerin tesirinde kalmak, yahut nüfuzu kuvvetli şahısların boyunduruğu altına girmek ve hatt–ı müstakim olan "siyasetteki muktesit meslekten" ayrı düşmek, doğru çizgiden inhiraf etmek tehlikesi ile karşı karşıya kalınabilir.
Bu girizgâhtan sonra, şimdi de Üstad Bediüzzaman'ın siyaset âlemine bakarken, özellikle nelere dikkat ettiğine ve öncelikli kriterlerinin neler olduğuna kısaca değinmeye çalışalım.
Said Nursî, aksiyonerdir
Bazı kimseler, Said Nursî'nin siyaset mesleğinin ve siyasî partiler hakkındaki yegâne tercih ölçüsünün "Halk Partisi karşıtlığı" olduğunu iddia ediyorlar.
Öyle anlaşılıyor ki, bu tür iddialarda bulunanlar, Said Nursî'nin siyaset mesleğini ya yanlış ya eksik anlamışlar, ya da hiç anlamamışlar.
Bir kere "karşıtlık", reaksiyonerlik demektir. Yani, kişinin kendine has bir dâvâsı yok da, sadece bir başkasına karşı olmakla varlığını sürdürüyor demektir.
Oysa, Bediüzzaman Hazretlerinin, Kur'ân'a dayanan kendine has bir dâvâsı, metodu ve tamamen aksiyoner olan bir siyasî mesleği, meşrebi vardır.
Ki, bu mesleği de, sinn–i bülûğa henüz girdiği tâ 1890'lı yıllarda Mardin cihetlerinde iken edindiğini ifade ile, aynen şu tâbir ile tarif ediyor: "Siyasetteki muktesit meslek." Yani, orta (vasat, iktisatlı) yol. (Münâzarât, s. 123)
Bu da, cimriliğe kaçmayan ve fakat israfa da gitmeyen bir yol ki, sünepelik gibi, radikalizmi de reddeden, bu gibi uç noktalara ihtiyaç duymayan, ayağı yere basan, milletin bütün renklerini içinde barındıran, fikrî temelleri sağlam, ufku geniş bir siyaset mesleğidir.
Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman'ın siyasetini sırf "İttihatçı karşıtlığı", yahut "Halk Partisi karşıtlığı" şeklinde görmek ve bu noktaya indirgemek yanlış olur.
Kaldı ki, Bediüzzaman Hazretlerinin "Eyvah!" dediği ve nihayet derece endişe ettiği son derece önemli bir nokta vardır ki, bu onun siyaset âlemindeki en öncelikli meselesi olmuştu. O nokta da şudur: Din adına siyasete girmemek ve dini siyasete âlet etmemek/ettirmemek...
Nitekim, İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin kurulduğu 1909 yılı başlarında aynı endişe ile harekete geçiyor ve "Eyvah!" diyerek, bu mübarek ve mukaddes ismin siyasete âlet edilmesine mani olmaya çalışıyor.
Gariptir ki, Said Nursî, 1948'de ilk başta 33 kişi (mübarek sayı) ile kurulan ve din(darlar) nâmına siyaset sahnesinde boy gösteren Millet Partisi için de aynı endişeyi duymuş ve Afyon hapsinden çıkar çıkmaz, talebelerine 35 senedir bakmadığı siyesete "Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzûm var" demiş ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için de doğru adresi göstermiştir: "Kardeşlerim, benim ve Risâle–i Nur'un bedeline gidin Demokrat Partiye kaydolun." (Bkz: Tarihçe–i Hayat, 490; Son Şahitler–2, s. 422)
Hâsıl–ı kelâm: Said Nursî, zaten 27 senedir tek başına iktidarda olan Halk Partisinin milletin iradesiyle iktidardan indirilmesini istediği gibi, Demokrat Partiyi de vatan, millet ve İslâmiyet nâmına iktidarda muhafazaya çalışmıştır.
Ancak, Said Nursî, ne İttihatçılar iktidara gelince eyvâh demiş, ne de Halkçılar iktidara gelince... Ki, o zaten bu ceberrutlara karşı bir mücadele stratejisini kurmuş ve geliştirmiştir.
Dolayısıyla, Bediüzzaman'ın siyasetteki en büyük endişesi, vaktiyle İttihatçıların, sonra ise Halkçıların dindarları aldatarak ve oyuna getirerek, dini siyasete âlet ettirip İslâmı lekedar etmeye çalışmasıdır. Yani, hatanın ve tehlikenin büyüğü, dine gelen zarar, İslâma gelen tehlikedir. Bu da, münafık zındıkların muhakemesiz dindarları aldatan plan ve desiseleri sayesinde ancak mümkün olabiliyor. Tıpkı, 31 Mart (1909) Vak'asında, 1925'de Şeyh Said Vak'asında, 1951'de Ticaniler Vak'asında, 1952'de Malatya'daki Yalman Sûikastı Vak'asında... olduğu gibi...
16.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|